Geniş balkonlu evler mutlu insanlar ve kalabalık aileler içindir.
Bundandır ki yalnız ve mutsuz insanlar balkonsuz evlerde yaşarlar. Bu
teorinin yüzü suyu hürmetine taşındım bu eve, tabii biraz da parasızlık,
kimsesizlik, hep bir şeysizlik. Eksiklik kelimesinin vücut bulmuş
haliydim, hiçbir şeyim tam değildi. Tek ayrıcalığım; dudağımın ucunda
sönmek üzere bir izmarit, mutfağın bir lokmacık penceresinden çıkartırım
tıraşsız kafamı her akşam. Balkonum yoktu, fakat ben de kurak gönlümün
balkonuna kurulmuş, çöl selefi Temmuz sıcağı içinde sokaktan geçenleri
izliyordum. Beklediğim belliydi, her gün bu saatte evimin önünde evine
yürürdü. Bir lokmacık pencerem büyür, bütün dünyayı çerçevesine
sığdırırdı.
Bugün geç kalmıştı, neden geç kalmıştı? Kafam karıştı. Dünyaya kafam
karışık gelmiştim zaten. Bütün ömrüm boyunca da sürmüştü bu halim, uykulu
ve dağınık. Hayat çok bilinmeyenli zor bir denklemdi hep. Bu aşk meşk
işleri, denklemin içine hiç gereği yokken fazladan bilinmeyen ilave
ediyordu. Sönen izmariti başparmağıma oturtup işaret parmağımla sokağa
mancınıkladım.
Neredeydi bu kadın? Çoktan geçmiş olması ve geçerken bana gülümsemesi,
bunun üstüne benim de her akşamki gibi “İyi akşamlar hanımefendi!” demem,
onun ise mahcup bir eda ile gülümsedikten sonra “Teşekkür ederim, size
de…” demesi gerekiyordu. Bütün düzenimiz, tamam kabul sadece benim
düzenim, bozulmuştu bu sürpriz gecikme ile.
Daha yeni tanışmıştık, ama yüz yıldır tanıyorduk birbirimizi. Tabii ben
daha çok tanıyordum onu, çünkü benim daha çok ihtiyacım vardı onu
tanımaya. Gene böyle pencereden kafamı sarkıtıp tütün komasına
yeltendiğim bir akşam görmüştüm onu. Deli bir yağmurun altında, saçaklara
sığınarak ıslanmadan yürümeye çalışıyordu. Sigarayı atıp şemsiyeyi
kaptığım gibi sokağa atıldım, köşeyi dönmeden yakaladım ve:
“Buyrun” dedim şemsiyeyi uzatıp.
Bikarar şemsiyeye ve ucundaki tekinsiz adama, yani bana baktı.
“Islanmayın boş yere, çekinmeyin” dedim olabilecek en makul sesimle.
“Ama siz…” dedi çekinerek, “siz ıslanacaksınız bu sefer.”
Balkonsuz, ara kat, kümesten farksız evimi gösterdim horoz gibi
kabararak:
“Burada oturuyorum!”
Güldü, şemsiyeyi aldı, teşekkür edip yokuştan aşağı indi ufak adımlarla.
Birkaç akşam sonra kapım çaldı, uykudan uyanıp kapıya yöneldim.
Karşımdaydı.Bir elinde benimkiyle beraber iki şemsiye, diğerinde üzeri
beyaz bezle örtülü cam bir tabak. İstemsizce tabağı tutan elinin
parmaklarına baktım, neden bilmiyorum yüzük göremeyince bir panayır
sevinci aktı damarlarımda.O sevinç, suya damlayan mürekkep gibi yayıldı
bedenime. Gözlerine baktım ilk kez. Üzerindeki kırmızı yağmurluktan akan
yağmur damlalarından mıdır nedir, gözleri cam misketler gibi parıldadı.
Çocukluğumu, kanlı gömleğiyle düştüğü çöl çukurundan çekip çıkaran
gözler. Üstelik anaç bir tebessümü vardı, ben de utangaç bir çocuk gibi
gülümsedim. Bir tabak sıcak böreğin yaydığı buğu ile temelleniyordu
sevgim.
Gel zaman git zaman büyüdü bu sessiz dostluğumuz. Onun dostluk bildiği,
benim gizli saklı sevgim. Her akşam aynı saatte kafamı, zor sığdığım
mutfak penceresinden çıkarıp sigaramı tüttürerek bekliyordum gelişini.
Aynı saatte sokağın başında görünüyor, menzilime girip uzaktan duman
bırakan suretimi gördü mü gülümseyerek iyi akşamlar diliyordu. Sigaramı
yumruğum gibi göğe kaldırıp, ağzımdan dumanlar saçarak karşılık
veriyordum ben de ona. Kırmızı yağmurluğun altında bembeyaz bir insan,
simsiyah dünyanın merkezinde bembeyaz bir kadın.
İsmini bilmiyordum, teşekkür için kapıma dayandığı gün ismini sormak
aklıma gelmemişti. Kendimce isimler veriyordum ona. Gerçek ismini
öğrenirsem, bir masalın perdesi aralanacak ve ardındaki çirkin manzara,
hepimizin ‘gerçeklik’ dediği duvar çıkacaktı karşıma. Ne gerek! Hem ben
gerçeklikle kavga edecek denli iddialı biri değilim, en büyük iddiam
iddiasızlık.
Bugün gelmemişti henüz, gözlerim pas tutmuştu pencerenin önünde. Acaba
nerede kalmıştı, başına ters bir iş mi gelmişti? Ya kapkara gölgeler
bembeyaz masumiyetinde leke bıraktılarsa? İnsanı ya şair ya da hasta eder
bu stres. İkisine de mesafeli biri olduğumdan pencere dibindeki gözetleme
noktamdan ayrılıp içeri, bilgisayar başına geçtim. Endişeli ruhumu
uyutacak, üstünü örtüp yastığını düzleyecek şarkılar aradım Youtube’da.
Açtığım her şarkıya bir dakikadan fazla katlanamayıp bilgisayarı kapattım
ve nöbet yerime döndüm yine. Kaç saat öylece bekledim, kaç izmariti
birbirine ekledim farkında değildim. Pencerem bir lokmaydı, onu beklerken
içimde kımıldayan umut da sabaha karşı bir lokma kaldı.
İdam sehpasına çıkar gibi çıktım yatağa, boynumu ilmeğe uzatır gibi
uzattım uykumu boşluğa, darağacında çırpınan idamlık gibi çırpınarak
uyandım sonunda. Pencereye vuran kırağıyı avucumla silip kış güneşinin
aydınlattığı soluk sokağa bakındım. Çöp arabaları mekanik bir gürültüyle
sokağın safrasını alıyorlardı içlerine. Temizlenmiyor, pansuman
ediliyorduk. Altından kirli kanımızın aktığı bir pansuman.
Birkaç günüm daha bu işkenceyle geçti. Ben bekledim, o gelmedi. O
gelmedikçe zehir gibi bir düşmanlık büyüdü kalbimde. Öyle bir zehir ki
kalbimi kangrene çevirdi, öyle bir zehir ki yalnız onun sokak başındaki
adım sesleri tek panzehir.
Günler haftalara, haftalar aylara ulandı. Önceleri sadece akşamları,
sonraları günün kayda değer saatlerinde tünemeye başladım pencereye.
Gelmedi. Bir lokmacık umudum bir lokma pencereden uçup gitti,
umutsuzluğun obur işkembesinde eridi. Artık sadece sigaramı tüttürmek
için çıkarıyordum kafamı mutfak penceremden. Gelen geçenlere yalandan
bakıyor, kimseyi görmüyordum. Bakmak ile görmek arasındaki saydam
sınırlarda dolaşıyordum.
Toz kokan bir bahar akşamı aynı rutin için pencereyi açtım. Sigarayı
dudağıma iliştirip çakmağımı arandım, bulamadım. Salona dönüp çakmağı
bıraktığım yerde, sehpanın üzerinde bulup pencereye döndüm. Sigaramı
yakıp kafamı kaldırdım ve dondum. O’nu gördüm sokağın başında, aylar
sonra ve hiç beklemediğim bir anda. Ansızın gelen sevinçler, hayatın
amorti hediyeleri olmalıydı. O an her şey güzel, her şey taptazeydi.
Çocukların balonları kaçmıyordu ellerinden mesela. Dünya birkaç
dakikalığına da olsa, fena bir yer değildi o an.
Penceremin önünden geçip gitti. Beni, dudağımın ucundaki sigaranın
birikmiş külünü fark etmedi bile. Hızlı adımlarla indi yokuştan. Telaşa
kapılıp peşinden sokağa attım kendimi. İnerken anahtarımı almayı
unutmuştum, ama geri dönesim de yoktu eve. O’nun peşinden gidecek, evini
öğrenecek, hatta bir daha kaybetmemek için ismini bile soracaktım. O
telaşlı adımlarla parke taşlı yokuşu inerken, ben de elli adım gerisinden
geliyordum. Üzerinde bu defa kırmızı yağmurluk yerine, mevsimlik sarı bir
ceket vardı. Saçları tokanın esaretinden kurtulmuştu, her adımda sırtına
çarpıp kalkıyordu ay ışığı vururken.
Çok katlı bir apartman kapısında durdu, çantasını açıp anahtarını arandı
aceleyle. Beton direğin ardına gizlenip izledim. Aklımdan geçenleri
tarttım bir bir: Gidip omzuna dokunsam, sonra da “Nasılsınız? İyi
misiniz?” diye sorsam. Ama asıl sorularımı gizlesem, “Nerelerdeydiniz?
Aylar var ki sizi bekliyorum” diyemesem. Çünkü bazı sorular nezaketen
sorulur, üstüne nezaketen yalan cevaplar verilir. Nasılsın, bir ihtiyacın
var mı bu tür sorulardandır. Ben de bu soruları, asıl sorularımı gizlemek
için kullansam…
Apartman kapısı gürültüyle kapanınca kendime geldim, yerinde yoktu.
Apartmanın otomatik ışığı sönerken, ikinci kattaki dairenin ışığı da aynı
anda yanmıştı.Gergin bir şekilde bekledim. Belki on dakika, belki de on
saat geçti üzerinden. İçerideki ışık söndürüldü, balkon ışığı yakıldı. O
an farkına vardım evin çıkık bir çene gibi uzanan geniş balkonunu.
Çiçekli saksılarla, orta karar bir masa ve sandalyelerle yüklü bir
balkon. Kapısını çipil gözlü bir oğlan çocuğu açıp, elinde ekmek
poşetiyle en yakın sandalyeye koşturdu. Ardından boylu poslu bir adam,
ellerinde tabak çanakla göründü. Oğlan çocuğuyla beraber önce tabakları
dizdiler, üç tane. Sonra sıra çatal ve kaşıklara geldi, gene üçer tane.
Sonra sandalyelerine oturup, masayı üçleyecek olanı beklediler.
Birkaç dakika geçmişti ki, O göründü balkon kapısında. Elinde buğusu
tüten bir tencere, yüzünde anaç bir gülümseme. Tıpkı bana geldiği akşamki
gibi. Oturup mutluluğun resmini çizdiler geniş balkonlarında, bir bahar
akşamı yemeğinde. Ellerim cebimde, geniş balkonu ardımda bırakarak
direğin ardından çıktım ve yokuşu tırmanmaya başladım. Balkonsuz evime,
bir lokmacık penceresi olan kümesten bozma evime doğru. Yerim yoktu benim
bu manzarada. Çünkü geniş balkonlu evler mutlu insanlar ve kalabalık
aileler içindir. Benim gibiler için değil.