ÖYKÜ

Josef H. Kılçıksız  







Yedinci Yalnızlık Göğünde


Tren son istasyona varmak üzereydi. Eros’ un sahilinde fahişelerle yatıp kalktığı bir deniz kentiydi yaşadığı.

Aziz Yorgi’nin, suyun başını tutan ejderhayı mızrağıyla henüz öldürmediği zamanlardı ve dirimin tanrıları sürülmüştü Pantheon’dan. Karanlık çökünce, büyük siyah tabutları andıran arabalar geçerdi bu şehrin caddelerinden.

Yükleri çok ağır martılar vardı orada denize yakın. Taşlıklarında kurşun taşıyan martılardı bunlar. Ya da ne bileyim, bir yandan kanatlarında göç heyecanı diğer yandan zihinlerinde kurşunî düşünceler, kondukları an, bir daha bir türlü havalanamıyorlardı.

Orada köprünün her iki tarafına dikilmiş melek heykelleri vardı. Altlarından akan nehirde sık sık intihar etmiş kadın cesetlerine rastlanırdı. Nehrin kasvetli akışı, heykellerin mesihî gülümsemesini silmişti yüzlerinden.

Meleğin biri, kanlı fetihlerden umudunu yitirmişçesine, Doğu’ya doğru uzattığı ateşten kılıcını kınına sokuyordu usulca.

Siperler boyunca yürüdü. Yürürken kim bilir kaç kemiğin çıtırtısı duyuldu ayaklarının altından. Dünya henüz o zamanlar dipsiz bir kemik kuyusuyken, savaşlar, kim bilir, kaç yavukluyu ayırmıştı birbirinden.

Uzun bir gıyaptan sonra doğduğu eve geri dönen bir mülteciyi andırıyordu. Bu yıkık duvarları, yerlerinden oynamış kerpiçleri, şuradaki kocaman demir kapıyı, paslanmış sürgüsünü, karanlık gecenin sonsuzluğuna yakalanan korku hapishanesini, gündüzün geceye, ışığın karanlığa, neşenin korkuya devrildiği anları, saf kötülükten doğan’ın bu şehirde hayat bulduğu zamanları,  işkenceci gardiyanları, onu dış dünyadan ayıran demir parmaklıklı pencereleri ve bu pencerelerden karanlık avlulara ulaşan iç karartıcı manzarayı ve hapishaneden kaçarken, arkadaşının korkulu küçük bir kızı andıran çehresini ne yapsa unutamıyordu.

Kaçınılmaz olan ile kaçınılabilir olanın sınırında bir yerdeydi adam. Hüküm giymiş birinin siluetiyle dolaşırdı gece gündüz. Kaderi, adeta soğuk bir granitin üstüne kazılıydı. Bu yazgıyı silmek olanaksızdı neredeyse.

Hanna’yı tanıdıktan sonra darağacı kuşları gagalamıyordu artık yüzünü. Cehennem köpekleri onu artık ısıramıyordu.

Hanna, çoğalmayı, yeniden kıyamı, adanmışlığı ve bir şeye ve bir kimseye inanmayı, duvarları aşan hürriyet duygusunu çağrıştırırdı içinde.

Hanna’nın abisi kendini kanun, yönetmelik sanan biriydi. Abisinden fırsat bulunca yasak kahvaltıları olurdu ikisinin. Aşkın sofra bezindeki son kırıntıyı da heba etmeden, ayrı geçen zamanın acısını çıkarırcasına, sevişirlerdi o vakit.

Onun en çok fikirleriyle sevişirdi Hanna. Sonra ya bir kilisenin ya da bir mescidin gölgesi soğuturdu yüreklerini. Ne de olsa, iki ayrı meşrep arasındaki aşkların soy kütüğüne farklı şekilde yazılmıştı günah.

Bazen olmak, sadece olmak, habis şeyler düşürürdü adamın kalbinden. An gelir, Hanna’nın mavi gözlerine gelip yerleşen siyah gülü nereye koyacağını bilmezdi. Nereye koyacağını bilmezdi, Hanna’nın, “Bak sana bir şey anlatacağım, ödün kopacak” ile başlayan hatıralarını, göç yolunda içinde kırılan kuşları…

Adam hatıraları can kulağıyla dinler, sonra ağzına beyaz bir bulut gibi yayılan gülümsemesiyle, “Bu sefer iyi şeylerin hürmetine sevişelim sevgilim.” derdi. O zaman bir deniz kabarırdı gövdelerinde; dünyanın bütün güzel seslerini içinde saklayan bir deniz. Kısık bakışlarında çoğalırdı camlara çarpan kuşlar. Lavlar okurdu tenin altına gizlenen hasreti, saf aşka dair hasleti, kızıl ve kıvrımlı iştiyakı sadece lavlar okurdu.

Yine de, suda bir damla mürekkep gibi dağılıp giden bahtiyarlığın kısa anlarıydı yaşanan. Bunu bilemezlerdi önceden.

Hanna anlatırdı bazen. Babası vapura biner binmez titreyen ellerindeki bavulları yere bırakmış ve Ecevit kasketiyle onu ve annesini selamlayıp, “Mutlaka sizi yanıma aldıracağım.” diye bağırmıştı güverteden.

İçilen yeminleri suya yazmıştı da zaman, deli akıntıları sonra silmişti onları suyun yüzeyinden.

Babası mübadelede karşı tarafa geçmeden önce, Hanna’yı kırlara götürür, her defasında bir çiçek koparıp avucuna koyardı. Boynunu kısıp gülümserdi Hanna. O böyle gülünce gökten sanki bir ışık sağanağı boşalırdı. Yunmuş-yıkanmış renklerin en bakir tonları açardı dudak kıvrımında.

Babasının verdiği gelincikler yüzünden, avuçlarının içi bahar gibi kokardı Hanna’nın.

Arada şarkı dinler, şiirler okurlardı birbirlerine. Ecnebi şarkıları severdi Hanna. Adam, “Bu şarkıyı daha önce duymuştum. İsa Mecdeli Meryem’e söyledi bu şarkıyı,sesi kirlenmeden.” diye lafa girer, bilgiçlik taslardı uzandığı yerden.

Sonra şarkının sözlerini Hanna’ya uyarlayıp okurdu tok sesiyle:

“Ayıp sanıyorum bir güne başlarken.Ben hep ayıptım Hanna. Anıyorum dünyanın tüm azizelerini ve fahişelerini. Gölgenle iki kişiyim: Sen ve uçurum. Bağışlanmak aşktır Hanna, duyarsan kanın kamaştığını, bağışla beni!”

Bu aşk,adeta sınanmalardan ve meydan okumalardan yapılmıştı ikisi için. Sevdiğinin cümlelerindeki kısık umutla uyumak,apartman girişindeki kapıcıyı atlatmak,şiddete meyilli abisiyle mücadele etmek,karnında usul usul büyüyen larvayı herkeslerden gizlemek ve başka bir kaderi-ilahiyi dilemek gibi dokuz canlı kedi havliyle geçerdi Hanna’nın günleri.

Bilmem neyi vardı o gün öyle yeryüzünün. Başkaca bir güzdü mesela. Sazlarla kaplı kıyıda ölü bir hayıt ağacını, uzakta terk edilmiş bir istasyonun barakasını ve birbirine geçen paslı rayları kadrajına alan kasvetli bir peyzaj çizmekteydi zaman. Şu karşı denizden kalkan tuz sepkenleri kurutmuştu, kırlardaki tüm çiçekleri.

O kasımda erimek bilmeyen karlar yağmıştı. Çok iyi hatırlıyordu o günü, gitmeğe ve hiçliğe matuf, adeta bir Yesenin hüznünde yaşanıyordu her şey.

O gün nedenleri iyi anlaşılmayan bir şey oldu. Bu şey, belirli bir yerde değil, gezegenin neredeyse her yerinde cereyan etti. Mesela iki badem çiçeği kurudu o gün. Bir çakıl taşıdirendi, sevdiği kıyıdan gitmemek için. Lilith gözlerini oyup Adem’e verdi. İki kulplu Amfora ansızın çatlamıştı orta yerinden. Şehrin bir sokağında bir cinayet işlendi. Günlerce yerde yatan cesetten dayanılır gibi olmayan kokular yayıldı etrafa, ama insanlar bu kokulara aldırmadılar.Şişman ve yumuşak sinekler, çürümeye yüz tutmuş kadavrada tepindiler. O gün yine tüm ikonalar yakıldı Anadolu’nun en ücra yerine kadar. Herkesi kovmuşlardı cumbalı ahşap evlerden.
Hanna, son kapanıştan önce, tüm gücünü toplayarak bakmıştı güneşe. Annesi demişti de bir keresinde: “İnsan son anında bakabilirse güneşe, silinirmiş tüm kırgınlıkları.”

Ağzının kenarında kavuşmamak gibi acı bir tebessüm, usulca geçti sonra bir sır kapısından.

Hanna’nın ölümünden sonra adamın hayatında ne bir gök oldu ne de yıldızlar.

Yaseminli bahçede uyuyup, sanki barut dumanları içinde uyanmıştı o rüyadan. En tatlı yerinden girmişti bir masalın içine, en kanlı yerinden çıkamamıştı.

Gidişiyle birlikte, içine açılan oyuklara keder yığmıştı zaman. Ne de güzel yenilmişti. Bir çelenk iskeleti ile kalakalmıştı kötücül bir zamanın ortalık yerinde. Her gece, odasının duvarında asılı resimden delici, karamsar bakışlar fırlatıp durmuştu Beckett.

Hanna sihirli bir kelimeydi adamın hayatında. O kelimeyi ne zaman mırıldansa, çok eski bir büyüye bağlanmış olan ömrünün sürgülü tüm kapıları ardına kadar açılırdı.

“Bazen bir sebebi yoktur biten aşkların, ayrılıkların. Ama söz, öyle bir mevsim olacak ki sevgilim, bitmeyen bir yaz, boynunda dudaklarım.” diye yazmıştı, Hanna’ya gıyabında adadığı şiir kitabının ilk sayfasına.

O günden sonra, yalnızlığın şeytanı, kimin gözüne bu kadar derin baktıysa, o kişi kör oldu.

Yalnızlığının ötesinde artık bir başka yalnızlık vardı adamın. Ve oraya kim ayak basarsa kimsesizliğiyle karşılaşarak yanıyordu cayır cayır.

Aradan yıllar geçti. Hanna’nın gülüşü, bir daha kaybolmamacasına girmişti, yalnızlığıyla arasına.

Hanna’nın ölümünden sonra uzak bir buz ülkesine yerleşti.

Kuzey denizinden buz gibi bir rüzgâr esip ağaçlardaki karı silkeliyordu o gün. O gece Zerdüşt, akşam şarkısını yazmaktaydı; son geceden önceki şarkısını, o ebedi eve dönüş şarkısını, yedinci yalnızlığa dair şarkısını.

Kor gibi kıpkırmızı, yükselen bir gece yarısı güneşinin hastalıklı parlaklığı yansıyordu donmuş gölün üzerine. Eşsiz büyüklüğüyle ürpertici, ama ısıtmayan, gözleri kamaştırmadan kör eden bir güneşti bu.

O gün ölüm yıldönümüydü Hanna’nın. Düşsel bir yolculuğa çıkmıştı peşinden.

Düşsel yolculukta gittiği ülkede donmamıştı henüz hayatın nehri ve karıncalar deli bir inatla koşturuyorlardı yuvaya doğru.

Dualarına cevap alamamanın yarasıydı Hanna.Önce mezarında dua etmiş, ardından avludaki kör kuyuya koşmuştu. Yaban mersini ve zeytin bahçeleri boyunca koşmuştu avluya ulaşmak için.

Koştukça, etrafındaki havayı giderek azaltan bir ağırlık çöreklenmişti göğsüne.

Azalan havanın muazzam basıncıyla kızgın ve hastalıklı bir nabız atmaya başlamıştı. Göğüs kafesinde patlamak üzere olan bir makinenin gümbürtülerini etraftakilerin duymasından korkuyordu.

Eve ulaştığında, avluda nar ve dut ağaçlarını divane bir suskunlukla dalgalandıran bir rüzgâr esiyordu. Nerede içlendiği bilinmeyen bir kumru, derin bir acıyı dile getirircesine ötüyordu usul usul.

Köyün delisi Mitri de oradaydı. Kuyunun başında ağlardı çoğu kez. Eşlerini yitirmiş dul kadınların ruhları da vardı kuyunun etrafında.

Annesi de kuyunun başında, ağlamadan, konuşmadan donup kalmıştı öylece. Soluk soluğa yanına varan oğlunu fark etmiyordu bile.

Adam eğilip hıçkırıklarla bağırdı kuyuya:

- Beni unutma Hanna!

Acısını kör kuyulara bağırmıştı. Kara sevdalılar ve ayrılık yaşayanlar suya fısıldarlarmış dertlerini.

Çığlığın etkisiyle nar ağacından bir çiçek döne döne kuyuya düşmüştü. Ardından, kuyudan serin bir nefes boşalmış, yüzüne, saçlarına değmişti adamın.

Sonra babasının Hanna’yı götürdüğü kırlara birlikte gittiler. Düşsel bir geziydi yaşanan. Orada nasıl da yüzünü avuçlamıştı usulca. Derken, uç uca ulanmış bahçelerin bir yerinden annesinin sesi yankılanmıştı ansızın.

Annesinin çağırmasıyla, avucunu yanağında usulca kapatıp sese doğru koşmuştu Hanna.

Sonra aniden durup boşta kalan elini bir veda gibi sallamıştı.

Gözleri yağmurlanarak bir yüzüne, bir gökyüzüne bakmıştı. Gözyaşı sel olmuştu yanaklarında. Ardından çamurlu bir yağmur boşanmıştı gökyüzünden.

Xerxes yerinden doğrulup, ölgün, duygusuz denizi kırbaçlamıştı da, kadim öfkesi kabarmıştı şu karşıdaki denizin. Aylar boyunca dev dalgalar dövmüşlerdi göğüs kafesini.

Yaşamıştı adam, daha doğrusu hayatta kalmıştı.Hanna’dan sonra, ne yapsa ne etse hep yarım kalmıştı gülüşü. Hep yarım kalmışlardı.

- Bu kadar sevip de nasıl vazgeçebildin Hanna? Bu kadar sevip de nasıl gider bir insan?

Hanna ile arasındaki mesafe, yedinci yalnızlığını cehenneme çeviriyordu adamın. Mesafenin metal duvarına çarpıp parçalanıyordu beyni. Sonra parçalanmış beynini bir kâğıt torbaya koyup, Hanna’nın na’şının baş ucuna yerleştiriyorlardı. İsteseydi o torbayı elleyebilirdi Hanna, ama ağlamak haramdı ona.

Aradan yıllar geçmiş, gözlerde tutuşan menevişli ışıkları ve avuçlamaları derin kuyulara atmıştı zaman. Güz gibi kokan sevdaların yarası, derin bir iz bırakmıştı ikisinin yüzünde.

Aradan nice kışlar, baharlar geçti, Hanna hep aynı yaşta.

Ve mezarı, unutulmuş bir dua gibi duruyor kalbinin orta yerinde.



içindekiler    üst    geri    ileri   




 20