"Mahallemizde fazla aşk, fazla kediyi,
Fazla kedi fazla felaketi kovalardı"
der ya Didem Madak, Pulbiber Mahallesi şiirinde, öyledir de.. Mahalle
deyince çocukluk ve gençlik yıllarımıza suslu puslu da olsa anılarını,
görüntülerini kazımış aşklarımız ve mahallemizin vazgeçilmezi,
sokaklarımızdan eksik olmayan kedilerimiz, köpeklerimiz gelir. Onlar da
mahallelerimizin sakinleri, sahiplenenleridir.
‘Mahalle sakini’ olmak, ‘mahalle sahipleneni’ olmakla eşdeğerdir çünkü.
Bir başka deyişle, mahalle içinde sahiplenenleri, koruyanları barındıran
bir birlikteliğin adıdır.
Neyi korurlar, ne için korurlar? Batı toplumlarında kentler, semtler,
siteler, caddeler var da ‘mahalle’ niye yok?
Bugünlerde okuduğum bir kitap beynimde fırtınalar estirdi. Yok, bu yazı
bir kitap tanıtma yazısı değil ancak bir kitaptan yola çıkarak İstanbul
özelinden Türkiye geneline, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde
yaşadığımız ülke ve yaşadığımız coğrafyanın sancılı moderniteye uyum
gösterme çabaları diyebilirsin kısaca.
Kitap, Ekrem Işın’ın..’’İstanbul’da Gündelik Hayat’’..Yapı Kredi
yayınlarından çıkmış, tuğla kitap sözü hafif kalır, daha da irisi. Büyük
boy 360 sayfa. Sadece oylumuyla değil, içeriğiyle de devasa bir kitap.
Ekrem Işın kitabın adını ‘’İstanbul’da Gündelik Hayat" koymuş ama kitap
günümüz İstanbul’unu değil, kuruluşundan başlayarak günümüz İstanbul
kültürünü ve yaşam tarzını oluşturan, ağırlıklı olarak da Osmanlı toplum
ve devlet yapısında biçimlenen yaşam biçimlerini ve yaşayışını ele almış.
Kitabı okuduğunuzda sadece İstanbul’u değil, tüm ülkenin feodalizmle
kapitalizmin içiçe yaşadığı sancılı dönemi/dönemleri de daha net
görüyoruz. Hani yıllardır ağzımıza sakız olan ‘çarpık kentleşme’ deyimi
vardır ya, bu kitabı okuduğunuzda çarpıklığın kentleşmede değil, ortadan
kaldırılamayan feodalizmin moderniteye uyarlanmış yeni yüzünde olduğunun
farkına varıyorsun.
Kitapta yok, yok. İstanbul’un tüm geleneksel yüzleri en ince ayrıntısına
dek çok iyi verilmiş. Kuruluşu, 19.yüzyılda ve Tanzimat’ta gündelik
yaşam, bu yaşamı biçimlendiren ‘Adab-ı Muaşeret’, o dönemin edebiyat
akımları, kadının rolü ve konumu, Tanzimat’la birlikte başlayan
modernleşme, çeşitli meslekler, o dönem İstanbul’unun doğal yapısı ve
bahçeleri, deniz kültürü, mayoyla tanışma, köpekleri, vapurları,
çeşmeleri, muslukları, mezar taşları, kahvehaneleri, hamamları,
Mevlevihaneleri…
Batı’da kentler, siteler, caddeler var da ‘mahalle’ niye yok demiştim
başta. Ekrem Işın’ın da ilk altını çizdiği saptama, ‘mahalle’nin bir
Ortadoğu, İslam geleneğinin, kültürünün bir uzantısı olduğu gerçeği.
Çünkü mahalleler ‘cemaatler’in yerleşim birimidir. Her bir mahalle, bir
cemaatin yaşam alanıdır. Hatta diğer İslam ülkelerinde mahalleler son
derece korunaklı, surlar içine alınmıştır. Kısacası mahalle, bir yerleşim
biriminde yaşayan cemaatin birbirini koruması, kollaması mantığı üzerine
kurulmuş yerleşim birimleridir. Bu koruma bir yanıyla kollamayı,
dayanışmayı yaratırken, diğer mahallelere karşı da en hafif deyimiyle –
ki zaman zaman çatışmalara da varabilir – bir rekabet ortamının
yaratılmasını da ortaya çıkarmıştır. İnsan ister istemez, her ne değin
sevgi ve dostluk ortamını pekiştirmek amacıyla yapıldığı öne sürülse de
futbol başta olmak üzere yurdumuzdaki çeşitli spor karşılaşmalarının
neden kıran kırana geçtiğini hatta kimilerinde ciddi kavgalar yaşandığını
daha net anlamıyor mu? Çünkü bu ülkede yine başta futbol olmak üzere spor
kulüpleri önce mahalle ölçeğinde kurulur. Anlayacağın yüzyıllar öncesinin
Ortadoğu_İslam kültüründen Osmanlıya geçen feodal geleneği aynen
günümüzde de sürüyor.
Her ne değin Batı toplumlarında mahalle geleneği olmasa da bu anlayış
İstanbul’da azınlık ve diğer batı kökenli kesimlerde de varlığını
sürdürmüştür. Yahudi, Ermeni, Rum, Arnavut ve tüm diğer Batı kökenli
azınlıklar da, cemaatler de farklı mahallelerde yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. Dediğim gibi, bu mahaller eskiden son derece korunaklı,
kimisi de surlarla çevriliydi. Hatta herhangi bir saldırı olasılığına
karşı bir kale gibi kuşanmış olanlar da vardı. Örneğin Galata…
Kuruluşunda Cenevizlilerden başlayarak, Rum, Ermeni, Yahudi v.b. batılı
azınlıklara yerleşim alanı olmuş bu mahalle, çok eskiden çevresi surlarla
kuşatılmış bir kale konumundaydı. Sonradan yıkılarak bugüne yalnızca
kulesi anı olarak kalmıştır.
Tüm mahallelerin ortak özelliği merkezinde dini bir yapının bulunmasıdır.
Müslüman halkın yaşadığı mahallelerin merkezinde bir cami ya da mescid;
Hristiyan ve Yahudi cemaatlerin yaşadığı mahallelerinin merkezindeyse bir
kilise ya da sinagog mutlaka bulunur. Mahalle bu dini merkezlerin
çevresinde oluşturulmuştur. Mahallelerin, halkın yaşadığı bu bölümünde
türbe, hamam, çeşme ve mektepler bulunur.
Her ne değin Ahilik geleneğinin izlerini taşısa da loncalar da bu
mahallelerin ticari uzantılarıydı. Loncalar da tıpkı mahalleler gibi bir
mahalle çevresinde biraraya gelmiş cemaatin ticari birlikleriydi. Burada
da amaç, aynı cemaate bağlı insanların ticari yaşamda birbirleri
korumaları, kollamalarıydı.
Tanzimatla birlikte Osmanlının batıya açılmasıyla ortaya ikili bir durum
çıkar. Hem eski sistemin mahalle ve lonca örgütlenmesi varlığını
korurken, kapitalizmin ve sanayileşmenin ilk yerleşim biçimleri de toplum
yaşamına girmeye başlar. Özellikle faytonların ve gezinti kayıklarının
devreye girmesiyle insanlar gezmeyi keşfeder ve mahallelerinden çıkarak
diğer mahallelere, bölgelere açılmaya başlar. 1895’de İstanbul gümrüğü, o
zamanlar ‘kendi kendine hareket eden’ anlamına gelen ‘’zatü’l hareke’ adı
verilen, arabayla tanışır. Bu, Osmanlı feodalitesini çözülüşünü
hızlandıran bir süreçtir. Çünkü bir yandan insanların farklı mahallelere,
farklı kültürlere gezmesini kolaylaştırır ve hızlandırırken, ticari
alanda da mahalle kültürüne özgü lonca sistemine de ilk darbeleri vurmaya
başlar. Çünkü mahalleler arası hatta yurtdışı ticaretin önü açılmıştır.
Bu açılım düşünce ve toplum yaşamına da yansır ve 1844’e dek nüfus
sayımında yalnızca erkekler sayılırken, bu tarihten itibaren kadınlar da
birey olarak kabul edilmeye başlar. Tanzimat’la birlikte bu daha da ileri
boyutlara varır ve arka arkaya çok sayıda kadınlara yönelik dergi çıkmaya
başlar. Tabi bunu günümüzdeki anlayışla değerlendirmek de yanlış olur. O
zamanın kadın hakları savunucularından Celal Nuri, o zamanın kadın
dergilerinin birinde şöyle yazar örneğin:
‘’ Bize şimdilik, siyasi kadınlar, teknisyen kadınlar pek o kadar lazım
değildir. Her şeyden evvel valideye, zevceye, mürebbiyeye, insal-i
atiyeyi yetiştirecek kadınlara muhtacız. İşte mesele bundan ibarettir.‘’
Yine o dönemde yayınlanan bir pedagojik yayında ‘’Kızlarınızı…bir genç
ile bir defadan ziyade hatta hiçbir defa temas ettirmeyiniz’’
yazabilmektedir.
Kadın hakları ve kadının varlığını kanıtlaması da hayli uzun ama her
şeyden önemlisi çelişik bir süreçte ilerlemiştir. Her ne değin, Batı’yla
birlikte kadınlar birey sayılmış ve arka arkaya çok sayıda kadınlara
yönelik yayın çıkmışsa da, kadınlar etkisini sürdüren feodalizm sayesinde
haremden kurtulamamıştır. Haremde sıkışıp kalan kadın, ancak 1921 yılında
önemli bir sıçramayla gerçek kimliğini Darülbedayi’de bulmuştur.
O döneminin İstanbul’unda doğaya önem verilir çünkü işte o noktada klasik
islam kültürünün değil, Şaman geleneklerinin etkisi görülür.
Ekrem Işın’ın bunu Şaman geleneklerine bağlaması doğru bir tespit. Çünkü
özellikle çoktanrılı dinlerde her toplumun, her bölgenin dini inancı, o
coğrafyanın, o bölgenin toplumsal ve doğal koşullarına göre belirleniyor.
Örneğin Hint coğrafyasında ormanlık alanlar, yabanıl doğa yaygındır. Bu
nedenle Hint mitolojisinde yılanından yırtıcı kuşlarına dek çok sayıda
yaban hayvanlarıyla özdeşleşmiş tanrı görülür. Eski Yunan coğrafyasında
doğal felaketler, yıkımlar bol görülür. Bu nedenle antik Yunan’da
tanrılar, fırtınalarla, gök gürültüleriyle, büyük denizlerle
özdeşleştirilmişlerdir. Şaman dininin etkisindeki Eski Türkler de göçebe
bir toplumdur. Ve bu nedenle de dağlar, ovalar, kısaca doğa kutsallık
kazanmıştır. İşte Osmanlı İstanbul’unda bunun izleri görülür. Doğa
korunur, bahçeler, yeşil alanlar yaygınlık kazanır ve önemli yer tutar.
Osmanlı toplumunda iki yer var ki, halkın kendisini en rahat, en açık
şekilde ifade edebildiği, en özgürce konuşabildiği, hani deyim yerindeyse
sivil yaşamının da temellerini kurduğu iki yer var ki çok önemli.
Bunlardan ilki kahvehaneler diğeri de hamamlar.
Kahvehaneler erkeklerin sadece kahve içtikleri, sohbet ettikleri yer
değil, günlük yaşamda ‘dedikodu’ ürettikleri yegane yerdir. Hatta muhalif
yapıların da buralarda boy gösterip filizlendiği de rahatlıkla
söylenebilir. Gerek Jön Türklerin ilk ortaya çıkışlarında gerekse İttihat
Terakki’nin örgütsel çalışmalarında kahvehanelerin önemi çok büyük hatta
birincildir. Radyonun, televizyonun hele hele sosyal medya gibi
olanakların olmadığı bir dönemde kahvehaneler biricik kitle iletişim
aracıdır.
Erkekler için iletişim ve dedikodu yapma yeri olarak kahvehaneler olur da
kadınlar boş duru mu? Onların da dedikodu üretim merkezleri ve en önemli
iletişim yeri hamamlardır.
Kısaca; Osmanlı İstanbul’unun halk katında en sivil iki merkezi
kahvehaneler ve hamamlardır.
Bir de hem erkeklerin hem de kadınların bir başka önemli dedikodu yapma
ve iletişim kurma yeri vardır ki o da mahalle çeşmeleridir. Günlük
mahalle dedikodularından tutun da devlet politikasına kadar tüm konular
işte bu çeşme başlarında ağızlara düşer. Çeşmeler o dönemin İstanbul’unda
çok önemli yer tutar. Çünkü o dönemlerde saray ve belki birkaç konak
dışında hiçbir eve, haneye çeşme girmemiş, su yolu döşenmemişti. Çeşmeler
zorunlu buluşma yerleridir. Doğal olarak dedikodunun ve iletişimin de
merkezi konumundadır. Hatta çeşmeler kendi ticari alanını da yaratmış, bu
alandaki ilk hizmet sektörü, ‘sakacılık’ ortaya çıkmıştır örneğin. Bu
arada, 80’li yılların başına Şehir dergisinde çıkan bir yazıda ortaya
atılan haklı bir saptamayı da yazmadan geçmeyeyim. Farkındasınızdır, o
dönemin çeşmelerinin hiç birinin başında musluk yoktur. Hepsi de gürül
gürül akar. ‘’Su akar deli bakar’’ deyip geçmeyin. Su akar ama deli
bakmaz, Osmanlı saltanatı o akan su sayesinde varlığını sürdürür. Çünkü
yaşamsal ana kaynak olan su, bırakın kesilmeyi, biraz azaldığında bile,
saltanatın çatırdadığına yönelik dedikodular anında üretilir. Çünkü
Osmanlı iktidarında akan su, bereketin dolayısıyla da iktidarın, gücün
simgesidir. Suyun azalması hele hele kesilmesi demek iktidarda sorun var
demektir. Bu nedenle Osmanlı’da hiçbir çeşmenin başına musluk takılmaz.
Sonuç olarak; sadece İstanbul değil, bu toprakların geneli bize ilginç
bir çelişkiyi de gözler önüne seriyor. Eskinin feodal kalıntılarıyla
kapitalizmin getirdiği modernleşme çarpık bir biçimde varlığını ve
çatışkısını sürdürüyor. Ancak ilginç olan şu; feodalizm özünde
muhafazakar yani tutucu bir anlayışken günümüzde tersini görebiliyoruz.
Yani özellikle tarihi yapıların, sanat yapıtlarının ve doğanın koruması
ilerici kesime kalırken, feodalite aksine onları yıkıcı bir şekle
bürünebiliyor. İşte çarpıklık burada. Feodalizmle kapitalizmin çarpık
rekabeti burada….