ANLATI

Semih Özcan  







DÜNYAGÖRÜŞÜME MEKTUPLAR - 4

         
- DEĞERLER YIKILIRKEN, DEĞER YARGILARI KORUNUYOR -


"Mahallemizde fazla aşk, fazla kediyi,
Fazla kedi fazla felaketi kovalardı"


der ya Didem Madak, Pulbiber Mahallesi şiirinde, öyledir de.. Mahalle deyince çocukluk ve gençlik yıllarımıza suslu puslu da olsa anılarını, görüntülerini kazımış aşklarımız ve mahallemizin vazgeçilmezi, sokaklarımızdan eksik olmayan kedilerimiz, köpeklerimiz gelir. Onlar da mahallelerimizin sakinleri, sahiplenenleridir.

‘Mahalle sakini’ olmak, ‘mahalle sahipleneni’ olmakla eşdeğerdir çünkü. Bir başka deyişle, mahalle içinde sahiplenenleri, koruyanları barındıran bir birlikteliğin adıdır.

Neyi korurlar, ne için korurlar? Batı toplumlarında kentler, semtler, siteler, caddeler var da ‘mahalle’ niye yok?

Bugünlerde okuduğum bir kitap beynimde fırtınalar estirdi. Yok, bu yazı bir kitap tanıtma yazısı değil ancak bir kitaptan yola çıkarak İstanbul özelinden Türkiye geneline, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde yaşadığımız ülke ve yaşadığımız coğrafyanın sancılı moderniteye uyum gösterme çabaları diyebilirsin kısaca.

Kitap, Ekrem Işın’ın..’’İstanbul’da Gündelik Hayat’’..Yapı Kredi yayınlarından çıkmış, tuğla kitap sözü hafif kalır, daha da irisi. Büyük boy 360 sayfa. Sadece oylumuyla değil, içeriğiyle de devasa bir kitap.

Ekrem Işın kitabın adını ‘’İstanbul’da Gündelik Hayat" koymuş ama kitap günümüz İstanbul’unu değil, kuruluşundan başlayarak günümüz İstanbul kültürünü ve yaşam tarzını oluşturan, ağırlıklı olarak da Osmanlı toplum ve devlet yapısında biçimlenen yaşam biçimlerini ve yaşayışını ele almış. Kitabı okuduğunuzda sadece İstanbul’u değil, tüm ülkenin feodalizmle kapitalizmin içiçe yaşadığı sancılı dönemi/dönemleri de daha net görüyoruz. Hani yıllardır ağzımıza sakız olan ‘çarpık kentleşme’ deyimi vardır ya, bu kitabı okuduğunuzda çarpıklığın kentleşmede değil, ortadan kaldırılamayan feodalizmin moderniteye uyarlanmış yeni yüzünde olduğunun farkına varıyorsun.

Kitapta yok, yok. İstanbul’un tüm geleneksel yüzleri en ince ayrıntısına dek çok iyi verilmiş. Kuruluşu, 19.yüzyılda ve Tanzimat’ta gündelik yaşam, bu yaşamı biçimlendiren ‘Adab-ı Muaşeret’, o dönemin edebiyat akımları, kadının rolü ve konumu, Tanzimat’la birlikte başlayan modernleşme, çeşitli meslekler, o dönem İstanbul’unun doğal yapısı ve bahçeleri, deniz kültürü, mayoyla tanışma, köpekleri, vapurları, çeşmeleri, muslukları, mezar taşları, kahvehaneleri, hamamları, Mevlevihaneleri…

Batı’da kentler, siteler, caddeler var da ‘mahalle’ niye yok demiştim başta. Ekrem Işın’ın da ilk altını çizdiği saptama, ‘mahalle’nin bir Ortadoğu, İslam geleneğinin, kültürünün bir uzantısı olduğu gerçeği. Çünkü mahalleler ‘cemaatler’in yerleşim birimidir. Her bir mahalle, bir cemaatin yaşam alanıdır. Hatta diğer İslam ülkelerinde mahalleler son derece korunaklı, surlar içine alınmıştır. Kısacası mahalle, bir yerleşim biriminde yaşayan cemaatin birbirini koruması, kollaması mantığı üzerine kurulmuş yerleşim birimleridir. Bu koruma bir yanıyla kollamayı, dayanışmayı yaratırken, diğer mahallelere karşı da en hafif deyimiyle – ki zaman zaman çatışmalara da varabilir – bir rekabet ortamının yaratılmasını da ortaya çıkarmıştır. İnsan ister istemez, her ne değin sevgi ve dostluk ortamını pekiştirmek amacıyla yapıldığı öne sürülse de futbol başta olmak üzere yurdumuzdaki çeşitli spor karşılaşmalarının neden kıran kırana geçtiğini hatta kimilerinde ciddi kavgalar yaşandığını daha net anlamıyor mu? Çünkü bu ülkede yine başta futbol olmak üzere spor kulüpleri önce mahalle ölçeğinde kurulur. Anlayacağın yüzyıllar öncesinin Ortadoğu_İslam kültüründen Osmanlıya geçen feodal geleneği aynen günümüzde de sürüyor.

Her ne değin Batı toplumlarında mahalle geleneği olmasa da bu anlayış İstanbul’da azınlık ve diğer batı kökenli kesimlerde de varlığını sürdürmüştür. Yahudi, Ermeni, Rum, Arnavut ve tüm diğer Batı kökenli azınlıklar da, cemaatler de farklı mahallelerde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Dediğim gibi, bu mahaller eskiden son derece korunaklı, kimisi de surlarla çevriliydi. Hatta herhangi bir saldırı olasılığına karşı bir kale gibi kuşanmış olanlar da vardı. Örneğin Galata… Kuruluşunda Cenevizlilerden başlayarak, Rum, Ermeni, Yahudi v.b. batılı azınlıklara yerleşim alanı olmuş bu mahalle, çok eskiden çevresi surlarla kuşatılmış bir kale konumundaydı. Sonradan yıkılarak bugüne yalnızca kulesi anı olarak kalmıştır.

Tüm mahallelerin ortak özelliği merkezinde dini bir yapının bulunmasıdır. Müslüman halkın yaşadığı mahallelerin merkezinde bir cami ya da mescid; Hristiyan ve Yahudi cemaatlerin yaşadığı mahallelerinin merkezindeyse bir kilise ya da sinagog mutlaka bulunur. Mahalle bu dini merkezlerin çevresinde oluşturulmuştur. Mahallelerin, halkın yaşadığı bu bölümünde türbe, hamam, çeşme ve mektepler bulunur.

Her ne değin Ahilik geleneğinin izlerini taşısa da loncalar da bu mahallelerin ticari uzantılarıydı. Loncalar da tıpkı mahalleler gibi bir mahalle çevresinde biraraya gelmiş cemaatin ticari birlikleriydi. Burada da amaç, aynı cemaate bağlı insanların ticari yaşamda birbirleri korumaları, kollamalarıydı.

Tanzimatla birlikte Osmanlının batıya açılmasıyla ortaya ikili bir durum çıkar. Hem eski sistemin mahalle ve lonca örgütlenmesi varlığını korurken, kapitalizmin ve sanayileşmenin ilk yerleşim biçimleri de toplum yaşamına girmeye başlar. Özellikle faytonların ve gezinti kayıklarının devreye girmesiyle insanlar gezmeyi keşfeder ve mahallelerinden çıkarak diğer mahallelere, bölgelere açılmaya başlar. 1895’de İstanbul gümrüğü, o zamanlar ‘kendi kendine hareket eden’ anlamına gelen ‘’zatü’l hareke’ adı verilen, arabayla tanışır. Bu, Osmanlı feodalitesini çözülüşünü hızlandıran bir süreçtir. Çünkü bir yandan insanların farklı mahallelere, farklı kültürlere gezmesini kolaylaştırır ve hızlandırırken, ticari alanda da mahalle kültürüne özgü lonca sistemine de ilk darbeleri vurmaya başlar. Çünkü mahalleler arası hatta yurtdışı ticaretin önü açılmıştır.

Bu açılım düşünce ve toplum yaşamına da yansır ve 1844’e dek nüfus sayımında yalnızca erkekler sayılırken, bu tarihten itibaren kadınlar da birey olarak kabul edilmeye başlar. Tanzimat’la birlikte bu daha da ileri boyutlara varır ve arka arkaya çok sayıda kadınlara yönelik dergi çıkmaya başlar. Tabi bunu günümüzdeki anlayışla değerlendirmek de yanlış olur. O zamanın kadın hakları savunucularından Celal Nuri, o zamanın kadın dergilerinin birinde şöyle yazar örneğin:

‘’ Bize şimdilik, siyasi kadınlar, teknisyen kadınlar pek o kadar lazım değildir. Her şeyden evvel valideye, zevceye, mürebbiyeye, insal-i atiyeyi yetiştirecek kadınlara muhtacız. İşte mesele bundan ibarettir.‘’

Yine o dönemde yayınlanan bir pedagojik yayında ‘’Kızlarınızı…bir genç ile bir defadan ziyade hatta hiçbir defa temas ettirmeyiniz’’ yazabilmektedir.

Kadın hakları ve kadının varlığını kanıtlaması da hayli uzun ama her şeyden önemlisi çelişik bir süreçte ilerlemiştir. Her ne değin, Batı’yla birlikte kadınlar birey sayılmış ve arka arkaya çok sayıda kadınlara yönelik yayın çıkmışsa da, kadınlar etkisini sürdüren feodalizm sayesinde haremden kurtulamamıştır. Haremde sıkışıp kalan kadın, ancak 1921 yılında önemli bir sıçramayla gerçek kimliğini Darülbedayi’de bulmuştur.

O döneminin İstanbul’unda doğaya önem verilir çünkü işte o noktada klasik islam kültürünün değil, Şaman geleneklerinin etkisi görülür.

Ekrem Işın’ın bunu Şaman geleneklerine bağlaması doğru bir tespit. Çünkü özellikle çoktanrılı dinlerde her toplumun, her bölgenin dini inancı, o coğrafyanın, o bölgenin toplumsal ve doğal koşullarına göre belirleniyor. Örneğin Hint coğrafyasında ormanlık alanlar, yabanıl doğa yaygındır. Bu nedenle Hint mitolojisinde yılanından yırtıcı kuşlarına dek çok sayıda yaban hayvanlarıyla özdeşleşmiş tanrı görülür. Eski Yunan coğrafyasında doğal felaketler, yıkımlar bol görülür. Bu nedenle antik Yunan’da tanrılar, fırtınalarla, gök gürültüleriyle, büyük denizlerle özdeşleştirilmişlerdir. Şaman dininin etkisindeki Eski Türkler de göçebe bir toplumdur. Ve bu nedenle de dağlar, ovalar, kısaca doğa kutsallık kazanmıştır. İşte Osmanlı İstanbul’unda bunun izleri görülür. Doğa korunur, bahçeler, yeşil alanlar yaygınlık kazanır ve önemli yer tutar.

Osmanlı toplumunda iki yer var ki, halkın kendisini en rahat, en açık şekilde ifade edebildiği, en özgürce konuşabildiği, hani deyim yerindeyse sivil yaşamının da temellerini kurduğu iki yer var ki çok önemli. Bunlardan ilki kahvehaneler diğeri de hamamlar.

Kahvehaneler erkeklerin sadece kahve içtikleri, sohbet ettikleri yer değil, günlük yaşamda ‘dedikodu’ ürettikleri yegane yerdir. Hatta muhalif yapıların da buralarda boy gösterip filizlendiği de rahatlıkla söylenebilir. Gerek Jön Türklerin ilk ortaya çıkışlarında gerekse İttihat Terakki’nin örgütsel çalışmalarında kahvehanelerin önemi çok büyük hatta birincildir. Radyonun, televizyonun hele hele sosyal medya gibi olanakların olmadığı bir dönemde kahvehaneler biricik kitle iletişim aracıdır.

Erkekler için iletişim ve dedikodu yapma yeri olarak kahvehaneler olur da kadınlar boş duru mu? Onların da dedikodu üretim merkezleri ve en önemli iletişim yeri hamamlardır.

Kısaca; Osmanlı İstanbul’unun halk katında en sivil iki merkezi kahvehaneler ve hamamlardır.

Bir de hem erkeklerin hem de kadınların bir başka önemli dedikodu yapma ve iletişim kurma yeri vardır ki o da mahalle çeşmeleridir. Günlük mahalle dedikodularından tutun da devlet politikasına kadar tüm konular işte bu çeşme başlarında ağızlara düşer. Çeşmeler o dönemin İstanbul’unda çok önemli yer tutar. Çünkü o dönemlerde saray ve belki birkaç konak dışında hiçbir eve, haneye çeşme girmemiş, su yolu döşenmemişti. Çeşmeler zorunlu buluşma yerleridir. Doğal olarak dedikodunun ve iletişimin de merkezi konumundadır. Hatta çeşmeler kendi ticari alanını da yaratmış, bu alandaki ilk hizmet sektörü, ‘sakacılık’ ortaya çıkmıştır örneğin. Bu arada, 80’li yılların başına Şehir dergisinde çıkan bir yazıda ortaya atılan haklı bir saptamayı da yazmadan geçmeyeyim. Farkındasınızdır, o dönemin çeşmelerinin hiç birinin başında musluk yoktur. Hepsi de gürül gürül akar. ‘’Su akar deli bakar’’ deyip geçmeyin. Su akar ama deli bakmaz, Osmanlı saltanatı o akan su sayesinde varlığını sürdürür. Çünkü yaşamsal ana kaynak olan su, bırakın kesilmeyi, biraz azaldığında bile, saltanatın çatırdadığına yönelik dedikodular anında üretilir. Çünkü Osmanlı iktidarında akan su, bereketin dolayısıyla da iktidarın, gücün simgesidir. Suyun azalması hele hele kesilmesi demek iktidarda sorun var demektir. Bu nedenle Osmanlı’da hiçbir çeşmenin başına musluk takılmaz.

Sonuç olarak; sadece İstanbul değil, bu toprakların geneli bize ilginç bir çelişkiyi de gözler önüne seriyor. Eskinin feodal kalıntılarıyla kapitalizmin getirdiği modernleşme çarpık bir biçimde varlığını ve çatışkısını sürdürüyor. Ancak ilginç olan şu; feodalizm özünde muhafazakar yani tutucu bir anlayışken günümüzde tersini görebiliyoruz. Yani özellikle tarihi yapıların, sanat yapıtlarının ve doğanın koruması ilerici kesime kalırken, feodalite aksine onları yıkıcı bir şekle bürünebiliyor. İşte çarpıklık burada. Feodalizmle kapitalizmin çarpık rekabeti burada….

….değerler yıkılırken, değer yargıları korunuyor.



dizin    üst    geri    ileri    




 36 

 SÜJE  / otuz yedinci sayı