ÖYKÜ

Havva Ağral  







SONAT


Sonat, zamanı sentetik, yapışkan, sıradanlığın ötesinde bir yavanlıkta duyumsamaya başlamıştı. İyileşmeden önce insanların yüzleri başkaydı. Çok ciddi bir rahatsızlığın sonrasında, insanların çok farklı yüzleri olabileceğini, artık iyi anlamaya başlamıştı. Sanatsal bir çevrenin incelikli insanlarıyla yaşadığını tezahür ederken, tamamıyla iyileşmek, Sonat’ın başka türlü bir sınavı oluvermişti. Sanatçıların gerçek yüzleri mesela… Lümpenlik, bağnazlık, obsesif boyutta bir konformizm, tatmin duygusu yaşamamış o yüzlerin altındaki sıradanlık canavarını görmek.

Onlar aynalarda provalarını yaparken, Sonat aynaları didiklerdi. O aynalarda kendi yüzünü taradı. Sanatçılarla karşılaştıkça, kedinde bir kararsızlığın ve kırgınlığa düşmenin küçük ara öyküleri örülmeye başladı… Gidenler, kalanlar, yıldızı parlayanlar, şansı bir türlü yaver gitmeyenler. Sonat bütün hikayelerin içinden geçen bir hayalet sanıyordu kendini.

Yapışkan, örümcek ağlarının içinden geçer gibi, bütün hikayelerden sıvaşmış izler taşıdığını fark etmeye başladı…

Bir eylemde kolundan vurulmuştu. Bir gaz fişeği ile vurulmak, gerçek bir yara taşımak, kendinde tatmin edici bir duyguydu. Onun ardından ciddi bir zehirlenme. Öncesinde migrenler, kabuslar, anksiyete ataklar. Bütün önceki hikayelerden aldığı, sarmaş dolaş yara izleri. Korkunun cisimleşip beden bulduğu bir oyukta örümcek ağlarını hissediyordu. Ama iyileşti. Ölecek denmişti. Sonat ilginç bir moral ve savunma mekanizmasıyla iyileşmişti. Başarılar. Ardından bir seri başarısızlıklar yaşadı. Bazen başarı gibi görünen başarısız sonuçlar da gördü..

Piyano, öğrendiği diller, Ustalarla yurt dışında geçen bol ışıklı, bol alkışlı Prömiyer geceler. Kendi başının çaresine bakmakla ilgili orta yaşlı yıllar. İyileşmenin ötesinde, kendinde tarif edeceği bir başka başarı yoktu. Alkış ya da usta sanatçılarla yan yana olmak, geçici bir durumdu.

Sonat bunun hep farkındaydı. Sonuç, bir yıldır sadece bek vokallik yapıyordu. İyileşmenin ötesinde gerçekçi bir başarısının olmayışı, yaşamında koca bir gedikti. Parçalandıkça çoğalan, bölünen bir boşluk… Cesaretinin kanatları yavaş yavaş incelmeye ve tüyler dökmeye başlamıştı.

Bütün yaşama hazırladığı, zor sorular vardı. Ama cevapların yükümlülüğü altında
Ezilmek de vardı. İmbat rüzgarı gibi esip geçen o İzmirli delikanlı bir anda nereye kaybolmuştu. Başına bir hal mi gelmişti? Ya Nihal, Sonat’ın oda arkadaşı. Gölge etseler yeter dediği nefesler. Yanında bir fazladan nefes arzusu duymak. İzmirli delikanlı Rıza sahne sanatları için Avrupa hayalleri kurarken, Sonat ile yolları paraleldi. Ancak zaman Rıza’ya Sonat hakkında bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Rıza, Sonat’a “Sen başka bir diyarın girdabısın. Kapılırsam amansız bir sona kulaç atarız. Oysa ben gezgin bir ruhum.” demişti. Ne Rıza Avrupa’da sahne sanatlarıyla uğraşabildi, ne Sonat girdaplarından çıkabildi. Yollar paralel olmaktan çıktı. Kesişirken ayrılan iki ayrı hat çizmeye başladılar. Nihal İstanbul’un uzak bir semtinde sıradan işlerle tutunmaya çabaladı. Yerel yayınlara sanatsal yazılar yazdığı görüldü. Ama hepsi bu. Rıza babasının atölyesinden dışarı çıkamadı. Okuldan birileri onu görmesin diye sosyal medya dahi kullanmadı. Yolu açık olanların hayatlarına bakmak Rıza’nın canını çok yakıyordu. Aklına Sonat geldi. Onu internetten şöyle bir taradı. Yine aynı girdap. Bulamıyor bu kız kendini. Kendinde kasılıp kavrulan, dışına hiçbir şey göstermeyen ya da alakasız davranan künt bir görünüm, aynı Sonat. Kimilerinin kabuğu kemikten ya da içindeki camdan mıydı?

Sonat’ın kendi dramında esler birikmişti. Çakılıp kaldığı anda yeniden üretmek için devinip duruyordu işte. Gecelerin her damlasında, bir yıldız, hayallerine kavuşamadan sönüp gider. Geceler çukur bir ayna, işler tersine gittikçe, tersten okunan bir yazgı var orada. Sonat gece ve aynalarda varamadığı, dokunamadığı, susadığı bir şeyi duyumsamaya çalışıyordu.

Sahne spotları artık hiç onun üzerine değmiyordu. Sadece geri planda, ön sahnenin, gür seslerin alt seslerinden biriydi.… Üç gün önce, sahne kıyafeti için girdiği mağazanın atölye kısmı gözüne çarpmıştı. Dikiş makinelerinin başında, pres ütülerin başında ve ayakçılık yapan kendi yaşıtı genç kızlar görmüştü. Çıkışta servislere doluşan pek çok genç kız. Bir farkım yok onlardan diye düşünmüştü… Ama nasıl dışa dönük! Ama nasıl bu kadar mutlu? Duru bir su gibi akışkan bir kalabalık. Servislere doluşan işçilerle konuşabilseydi onlara ne derdim diye düşünüyordu. Nasıl yaşanır? Nasıl gülünür? Neden ben yapamıyorum? Su yeşili sahne kıyafetini diken o kız ne kadar mutlu görünüyordu. İlk kez tek başına ona bir kıyafette güvenildiği için mutluymuş. Sonat’ta” bu gece büyük prömiyer olacak. Senin kıyafetin usta sanatçıların karşısında sınav verecek” diyerek ortak bir kıvanç anı bulmaya uğraşmıştı. Şimdi o kızı tekrar görse ama hepsi birbirine çok benziyordu.

Mağaza vitrinine şıklık katan, asıl gizil güç, onların parmaklarıydı. Gür sonatlara, ses katan arka vokal de Sonat’ın kendisiydi. Fabrikalarda, atölyelerde, kişilikleri yok sayılan işçi kızlar, kimi içerlemiş, kimi farkında bile değil üzerine yapışanların …İşveren, kişilikli insan sevmez ki, herkesi bir örnek giydirir ve herkes çarkların yönüne doğru, birer mekanik parçalar haline getirilirdi. Zaman bu insanların üzerinden, tüm ağırlığıyla geçerdi. Tüm ağır metal kirleri, hayal kırıklıkları, tinsiz donuk havası, korun en paslı hali, yutkunuşların en katısı…

Sonat kendini vapurların kalkış saatinde dışarıda buldu. Elinde büyükçe bir çanta. Halasına gidecekti. Adaya geçmek istiyordu. Bir şeyler unutmuş olma ihtimalini düşünerek o kocaman çantayı kurcaladı. Kimlik, kitaplarım, mevsimi değil ama mayo... Niye aldım ki mayomu? Gri bulut parçası sonbaharı ve som yalın soğuğu karşıdan Sonat’a dalga dalga taşıdı. Gri bulut parçası, rüzgarlı tokalar, saçlarının anlamsız ifadesi; Sonat başka boyutların kokusunu içine çekti. Çantasını kurcalarken aklına Minör geldi. Minör’e yemek vermedim. Halasına geçince komşusunu aramayı düşündü. Minör halasının kendisine İran’dan getirttiği özel cins bir kedi. Tuhaf bakışları vardı. Sonat’a hep hesap soran bakışlar gibi gelirdi. Minör’ü ilk eline aldığında hafif ürpermişti. Çantada her şeyin tamam olduğunu düşününce rahatladı. Fazla dağınık halinden bir an sıkıntı duydu. Çantasını sertçe sırtına vurdu. Âni bir yürümeye kalkış yaparken biriyle çarpıştı. Bir an sendeledi. Adam bağırdı. Sonat ürktü. Adam ”Sen necisin böyle devlet memuru mu? Ne var o çantada? “ diye Sonat’ın üzerine yürüdü. Sonat insanlardan böyle bir muamele görmeye hiç alışkın değildi. Özürler diledi sürekli “Sanatçıyım” dedi. Adam bunun üzerine daha çok hiddetlendi. Neredeyse Sonat’ın yakasına yapışacaktı. “Bu memleket sizin gibiler yüzünden böyle. Bir halt yediğiniz yok….” Sonat iyice afalladı. “Bir işe yaramazlar sizi. Fabrika çalışanlardan ne farkınız var…” Sonat “Ama ben de benzer şekilde düşünüyorum” diyecekti, fırsat vermeden adam söylenerek çekti gitti. Sonra kendine “Al işte başka boyutların kokusu.” Diyerek vapura geçti. Birkaç gün kalmak niyetindeydi. Ancak halası alçı heykel yapıyorsa kalamazdı. Islak alçının kokusuna hiç dayanamazdı. Halası için su yerine likör içer diyorlardı. Sonat halasına içki içmesi ve hiç evlenmemiş olması üzerine tek bir soru sormadı ki şimdiye kadar. O halasına hep saygı duymuştu. Kafasını dağıtabildiği, içini rahatlatan tek insanını da üzmekten korkardı.

Az sonra vapurda demin takıştığı adamı gördü. Yanında birkaç tanıdıkla birlikte, Sonat’ı işaret edip gülüştüler. Yavaş yavaş Sonat’a yaklaştılar. “Entelmiş bu” diyerek itip kalktılar. Sonat o an baygınlık geçirdi. Günlerce sayıkladı. Doktor teyzesine Sonat’ın büyük bir korku yaşadığını ve bunun izlerinin kalacağını anlattı.



Ve dünya bir çöp ev gibiydi. Sonat’ın evi de yavaş yavaş hatıralar, atamadıkları ve işe yarar diye sakladıklarıyla dolmaya başlıyordu… Sonat yığınla eşyanın arasında kendini şöyle tanımlıyordu; arınmaya çalıştıkça kalabalıklaşan bir benlik işte.

Vitamin eksikliği, güçsüz bir beden. Susuz kalmak, kuru cilt. Egzama, kaşıntılar. Terli uyanışlar. Hiç yoktan ağlama krizleri geçiriyordu. Bir baş dönmesi peyda oldu. İştahsızlık, bulantı.. bazen de inadına çok yemek yedi. Saçları bile inat etmeye başlamıştı. Bir de altodan düşen ses tonu. Psikolojisi ve alıp verdiği kilolar sesinde dalgalanmalar yaratıyordu. Sokağa her çıkışında insanlara çarpmaktan, sürtünmekten korktu. Sokakta köpek gören korkak çocuklar gibi duvar diplerinden yürür olmuştu. Sesi gittikçe kısıldı.

Kimyasında ve vicdanında kim bilir kaç oktavlık bir isyandı Sonat! Duyduğu her şeyde eksik notalar hissetti… Hatalı basılmış notalar, vuruşlar, tırmalayıcı geliyordu. Dünyasındaki frekansa uymayan kopuk teller vardı. Duyurmak istediği o estetik duruş pek elinden de gelmiyordu artık. İçinde de suskular başladı. Müzik durdu. Minör bakımsızlıktan öldü.

Ve Sonat her gün ve her gece, duyumsadığı şeylerden biraz daha eksik uyandı. Uzmanlar mental bir yorgunluktan söz ediyorlardı… Zorlu geçen çocukluk yılları ve ağır depresyon… Sonat ise son zamanlarda halinden biraz daha memnundu. Duyamadıklarını duyumsamak için, içine dönük yaşamak onu huzurlu kılıyordu.

İçinden geçip gitmek zorunda olduğu, sentetik zamanlar ve yapışkan örümcek ağları gibi öyküler vardı ya, Sonat kendi içine döndükçe bütün bunlardan aralanıyordu. Uzak, durağan sessiz bir hikayeye sığışmaya çalışıyordu artık. Sessizlik büyüdü. Büyük düşler, küçük bir öğrenci odasındaki umut sesli yıllar, vefasız imbat rüzgarı o delikanlı, her şey yerini ıssızlığa bıraktı. Sahne elbisesinin su yeşili islendi. Sonat onu da atmadı.




dizin    üst    geri    ileri    


 



 25 

 SÜJE  /  otuz yedinci sayı