Sonat, zamanı sentetik, yapışkan, sıradanlığın ötesinde bir yavanlıkta
duyumsamaya başlamıştı. İyileşmeden önce insanların yüzleri başkaydı. Çok
ciddi bir rahatsızlığın sonrasında, insanların çok farklı yüzleri
olabileceğini, artık iyi anlamaya başlamıştı. Sanatsal bir çevrenin
incelikli insanlarıyla yaşadığını tezahür ederken, tamamıyla iyileşmek,
Sonat’ın başka türlü bir sınavı oluvermişti. Sanatçıların gerçek yüzleri
mesela… Lümpenlik, bağnazlık, obsesif boyutta bir konformizm, tatmin
duygusu yaşamamış o yüzlerin altındaki sıradanlık canavarını görmek.
Onlar aynalarda provalarını yaparken, Sonat aynaları didiklerdi. O
aynalarda kendi yüzünü taradı. Sanatçılarla karşılaştıkça, kedinde bir
kararsızlığın ve kırgınlığa düşmenin küçük ara öyküleri örülmeye başladı…
Gidenler, kalanlar, yıldızı parlayanlar, şansı bir türlü yaver
gitmeyenler. Sonat bütün hikayelerin içinden geçen bir hayalet sanıyordu
kendini.
Yapışkan, örümcek ağlarının içinden geçer gibi, bütün hikayelerden
sıvaşmış izler taşıdığını fark etmeye başladı…
Bir eylemde kolundan vurulmuştu. Bir gaz fişeği ile vurulmak, gerçek bir
yara taşımak, kendinde tatmin edici bir duyguydu. Onun ardından ciddi bir
zehirlenme. Öncesinde migrenler, kabuslar, anksiyete ataklar. Bütün
önceki hikayelerden aldığı, sarmaş dolaş yara izleri. Korkunun cisimleşip
beden bulduğu bir oyukta örümcek ağlarını hissediyordu. Ama iyileşti.
Ölecek denmişti. Sonat ilginç bir moral ve savunma mekanizmasıyla
iyileşmişti. Başarılar. Ardından bir seri başarısızlıklar yaşadı. Bazen
başarı gibi görünen başarısız sonuçlar da gördü..
Piyano, öğrendiği diller, Ustalarla yurt dışında geçen bol ışıklı, bol
alkışlı Prömiyer geceler. Kendi başının çaresine bakmakla ilgili orta
yaşlı yıllar. İyileşmenin ötesinde, kendinde tarif edeceği bir başka
başarı yoktu. Alkış ya da usta sanatçılarla yan yana olmak, geçici bir
durumdu.
Sonat bunun hep farkındaydı. Sonuç, bir yıldır sadece bek vokallik
yapıyordu. İyileşmenin ötesinde gerçekçi bir başarısının olmayışı,
yaşamında koca bir gedikti. Parçalandıkça çoğalan, bölünen bir boşluk…
Cesaretinin kanatları yavaş yavaş incelmeye ve tüyler dökmeye başlamıştı.
Bütün yaşama hazırladığı, zor sorular vardı. Ama cevapların yükümlülüğü
altında
Ezilmek de vardı. İmbat rüzgarı gibi esip geçen o İzmirli delikanlı bir
anda nereye kaybolmuştu. Başına bir hal mi gelmişti? Ya Nihal, Sonat’ın
oda arkadaşı. Gölge etseler yeter dediği nefesler. Yanında bir fazladan
nefes arzusu duymak. İzmirli delikanlı Rıza sahne sanatları için Avrupa
hayalleri kurarken, Sonat ile yolları paraleldi. Ancak zaman Rıza’ya
Sonat hakkında bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Rıza, Sonat’a “Sen başka
bir diyarın girdabısın. Kapılırsam amansız bir sona kulaç atarız. Oysa
ben gezgin bir ruhum.” demişti. Ne Rıza Avrupa’da sahne sanatlarıyla
uğraşabildi, ne Sonat girdaplarından çıkabildi. Yollar paralel olmaktan
çıktı. Kesişirken ayrılan iki ayrı hat çizmeye başladılar. Nihal
İstanbul’un uzak bir semtinde sıradan işlerle tutunmaya çabaladı. Yerel
yayınlara sanatsal yazılar yazdığı görüldü. Ama hepsi bu. Rıza babasının
atölyesinden dışarı çıkamadı. Okuldan birileri onu görmesin diye sosyal
medya dahi kullanmadı. Yolu açık olanların hayatlarına bakmak Rıza’nın
canını çok yakıyordu. Aklına Sonat geldi. Onu internetten şöyle bir
taradı. Yine aynı girdap. Bulamıyor bu kız kendini. Kendinde kasılıp
kavrulan, dışına hiçbir şey göstermeyen ya da alakasız davranan künt bir
görünüm, aynı Sonat. Kimilerinin kabuğu kemikten ya da içindeki camdan
mıydı?
Sonat’ın kendi dramında esler birikmişti. Çakılıp kaldığı anda yeniden
üretmek için devinip duruyordu işte. Gecelerin her damlasında, bir
yıldız, hayallerine kavuşamadan sönüp gider. Geceler çukur bir ayna,
işler tersine gittikçe, tersten okunan bir yazgı var orada. Sonat gece ve
aynalarda varamadığı, dokunamadığı, susadığı bir şeyi duyumsamaya
çalışıyordu.
Sahne spotları artık hiç onun üzerine değmiyordu. Sadece geri planda, ön
sahnenin, gür seslerin alt seslerinden biriydi.… Üç gün önce, sahne
kıyafeti için girdiği mağazanın atölye kısmı gözüne çarpmıştı. Dikiş
makinelerinin başında, pres ütülerin başında ve ayakçılık yapan kendi
yaşıtı genç kızlar görmüştü. Çıkışta servislere doluşan pek çok genç kız.
Bir farkım yok onlardan diye düşünmüştü… Ama nasıl dışa dönük! Ama nasıl
bu kadar mutlu? Duru bir su gibi akışkan bir kalabalık. Servislere
doluşan işçilerle konuşabilseydi onlara ne derdim diye düşünüyordu. Nasıl
yaşanır? Nasıl gülünür? Neden ben yapamıyorum? Su yeşili sahne kıyafetini
diken o kız ne kadar mutlu görünüyordu. İlk kez tek başına ona bir
kıyafette güvenildiği için mutluymuş. Sonat’ta” bu gece büyük prömiyer
olacak. Senin kıyafetin usta sanatçıların karşısında sınav verecek”
diyerek ortak bir kıvanç anı bulmaya uğraşmıştı. Şimdi o kızı tekrar
görse ama hepsi birbirine çok benziyordu.
Mağaza vitrinine şıklık katan, asıl gizil güç, onların parmaklarıydı. Gür
sonatlara, ses katan arka vokal de Sonat’ın kendisiydi. Fabrikalarda,
atölyelerde, kişilikleri yok sayılan işçi kızlar, kimi içerlemiş, kimi
farkında bile değil üzerine yapışanların …İşveren, kişilikli insan sevmez
ki, herkesi bir örnek giydirir ve herkes çarkların yönüne doğru, birer
mekanik parçalar haline getirilirdi. Zaman bu insanların üzerinden, tüm
ağırlığıyla geçerdi. Tüm ağır metal kirleri, hayal kırıklıkları, tinsiz
donuk havası, korun en paslı hali, yutkunuşların en katısı…
Sonat kendini vapurların kalkış saatinde dışarıda buldu. Elinde büyükçe
bir çanta. Halasına gidecekti. Adaya geçmek istiyordu. Bir şeyler unutmuş
olma ihtimalini düşünerek o kocaman çantayı kurcaladı. Kimlik,
kitaplarım, mevsimi değil ama mayo... Niye aldım ki mayomu? Gri bulut
parçası sonbaharı ve som yalın soğuğu karşıdan Sonat’a dalga dalga
taşıdı. Gri bulut parçası, rüzgarlı tokalar, saçlarının anlamsız ifadesi;
Sonat başka boyutların kokusunu içine çekti. Çantasını kurcalarken aklına
Minör geldi. Minör’e yemek vermedim. Halasına geçince komşusunu aramayı
düşündü. Minör halasının kendisine İran’dan getirttiği özel cins bir
kedi. Tuhaf bakışları vardı. Sonat’a hep hesap soran bakışlar gibi
gelirdi. Minör’ü ilk eline aldığında hafif ürpermişti. Çantada her şeyin
tamam olduğunu düşününce rahatladı. Fazla dağınık halinden bir an sıkıntı
duydu. Çantasını sertçe sırtına vurdu. Âni bir yürümeye kalkış yaparken
biriyle çarpıştı. Bir an sendeledi. Adam bağırdı. Sonat ürktü. Adam ”Sen
necisin böyle devlet memuru mu? Ne var o çantada? “ diye Sonat’ın üzerine
yürüdü. Sonat insanlardan böyle bir muamele görmeye hiç alışkın değildi.
Özürler diledi sürekli “Sanatçıyım” dedi. Adam bunun üzerine daha çok
hiddetlendi. Neredeyse Sonat’ın yakasına yapışacaktı. “Bu memleket sizin
gibiler yüzünden böyle. Bir halt yediğiniz yok….” Sonat iyice afalladı.
“Bir işe yaramazlar sizi. Fabrika çalışanlardan ne farkınız var…” Sonat
“Ama ben de benzer şekilde düşünüyorum” diyecekti, fırsat vermeden adam
söylenerek çekti gitti. Sonra kendine “Al işte başka boyutların kokusu.”
Diyerek vapura geçti. Birkaç gün kalmak niyetindeydi. Ancak halası alçı
heykel yapıyorsa kalamazdı. Islak alçının kokusuna hiç dayanamazdı.
Halası için su yerine likör içer diyorlardı. Sonat halasına içki içmesi
ve hiç evlenmemiş olması üzerine tek bir soru sormadı ki şimdiye kadar. O
halasına hep saygı duymuştu. Kafasını dağıtabildiği, içini rahatlatan tek
insanını da üzmekten korkardı.
Az sonra vapurda demin takıştığı adamı gördü. Yanında birkaç tanıdıkla
birlikte, Sonat’ı işaret edip gülüştüler. Yavaş yavaş Sonat’a
yaklaştılar. “Entelmiş bu” diyerek itip kalktılar. Sonat o an baygınlık
geçirdi. Günlerce sayıkladı. Doktor teyzesine Sonat’ın büyük bir korku
yaşadığını ve bunun izlerinin kalacağını anlattı.
…
Ve dünya bir çöp ev gibiydi. Sonat’ın evi de yavaş yavaş hatıralar,
atamadıkları ve işe yarar diye sakladıklarıyla dolmaya başlıyordu… Sonat
yığınla eşyanın arasında kendini şöyle tanımlıyordu; arınmaya çalıştıkça
kalabalıklaşan bir benlik işte.
Vitamin eksikliği, güçsüz bir beden. Susuz kalmak, kuru cilt. Egzama,
kaşıntılar. Terli uyanışlar. Hiç yoktan ağlama krizleri geçiriyordu. Bir
baş dönmesi peyda oldu. İştahsızlık, bulantı.. bazen de inadına çok yemek
yedi. Saçları bile inat etmeye başlamıştı. Bir de
altodan düşen ses tonu. Psikolojisi ve alıp verdiği kilolar sesinde
dalgalanmalar yaratıyordu. Sokağa her çıkışında insanlara çarpmaktan,
sürtünmekten korktu. Sokakta köpek gören korkak çocuklar gibi duvar
diplerinden yürür olmuştu. Sesi gittikçe kısıldı.
Kimyasında ve vicdanında kim bilir kaç oktavlık bir isyandı Sonat!
Duyduğu her şeyde eksik notalar hissetti… Hatalı basılmış notalar,
vuruşlar, tırmalayıcı geliyordu. Dünyasındaki frekansa uymayan kopuk
teller vardı. Duyurmak istediği o estetik duruş pek elinden de gelmiyordu
artık. İçinde de suskular başladı. Müzik durdu. Minör bakımsızlıktan
öldü.
Ve Sonat her gün ve her gece, duyumsadığı şeylerden biraz daha eksik
uyandı. Uzmanlar mental bir yorgunluktan söz ediyorlardı… Zorlu geçen
çocukluk yılları ve ağır depresyon… Sonat ise son zamanlarda halinden
biraz daha memnundu. Duyamadıklarını duyumsamak için, içine dönük yaşamak
onu huzurlu kılıyordu.
İçinden geçip gitmek zorunda olduğu, sentetik zamanlar ve yapışkan
örümcek ağları gibi öyküler vardı ya, Sonat kendi içine döndükçe bütün
bunlardan aralanıyordu. Uzak, durağan sessiz bir hikayeye sığışmaya
çalışıyordu artık. Sessizlik büyüdü. Büyük düşler, küçük bir öğrenci
odasındaki umut sesli yıllar, vefasız imbat rüzgarı o delikanlı, her şey
yerini ıssızlığa bıraktı. Sahne elbisesinin su yeşili islendi. Sonat onu
da atmadı.