ÖYKÜ

Meral Öztoprak  





 

Üç Kadın Hikayesi

Trio; Üç kadın hikayesi. Fatma 90’lar, Serap 80’ler, Dicle 2000’ler.



FATMA

Ben lafımı desteklemesini beklerken, o uzun uzun, sessizce, arkası bana dönük işini yapmaya devam etti. Mutfakta, lavabonun başında bulaşık yıkıyordu.

Fatma’yı bir-kaç senedir, köyden göçtükleri ilk yıllardan beri tanıyordum. Kenarları pullu, kendine özgü bağladığı bembeyaz tülbendini başından eksik etmeyen, ufak tefek, kırklarına yakın sarı benizli bir kadıncağızdı. Yakınlardaki bir apartman görevlisinin karısıydı. Dört kızları vardı. Büyük kızları evlerinde küçük kardeşleriyle ilgilenirken, ikinci kızları Songül de annesiyle birlikte geliyor, benim ufaklıklara bakıyordu. Çocukların Songül ablalarıyla oynarken attığı kahkahalar apartmanın dışına taşardı. Birbirimizden memnunduk. İki çalışan kadın elimizden gelenle birbirimize omuz veriyorduk. Ana-kız her sabah ben işe gitmeden gelip, işten döndükten sonra giderlerdi. Her gün görüşüyor olduğumuzdan neredeyse içli dışlı olmuştuk.

Ben duymadığını, ya da anlamadığını zannederek aynı sevinçle sözümü tekrarladım. “Aman aman iyi olmuş, madem talibi var hemen kabul edin bence, nikahını da uzatmadan yapın adam caymadan” dedim bir kez daha. Evdeki büyük kızın evlenip ayrıldığını çok sonra öğrenmiştim. Şimdi ona, uzak köylerden bir talip çıkmıştı. Ben de tüm iyi niyetimle, okuması yazması olmayan, biraz safça, güzelliği köyde başına bela olmuş genç bir dul kadın için evliliğin bir “kurtuluş” olmasını ümit ederek sevinmiştim bu habere.

Yine yanıt alamayınca, şaşırdım. Ne anlam vereceğimi bilemeden bir süre öylece bekledim. Sonra, doğru soruyu sormayı akıl ederek, “Sen ne diyorsun?” Fatma dedim. Sonuçta kız onun kızıydı. Soru değişince, yanıt da geldi. “Aman bre abla, ne nikahı” dedi. Vermeye verecez de, nikah ben istemiyom. İlkinden boşattırana kadar ne çektik. Muhekeme muhekeme dolaştık. Bu sefer nikah istemiyom. Veririk, ırahat olursa durur, ırahat değilse de çeker alurum”.

Bu kadar.

Fatma’nın bu kızını, Menekşe’yi şehre taşınmadan önce, köydeyken 14 yaşında evlendirmişler. Daha bir-kaç aylık evliyken kocası İzmir’e, inşaatlarda çalışmaya gitmiş. Yeni gelin köyde kocasının ailesinin yanında kalmış. ‘Kaynanası gözünü açtırmadı, çok eziyet etti” diyor Fatma. İşin içine kaynana dayağı da girince boşatmışlar. Boşatmışlar demek tuhaf, ama doğru. Kızcağızın ağzı var dili yok. Saflıktan öte biraz aklen gelişmemiş gibi de duruyor. Yüzü bebek gibi, güzel. Gözleri menekşe rengi. Adı buradan geliyor olmalı. Başına gelenlere ilişkin en ufak bir tepki yok yüzünde. Sanki başkası yaşamış onun yaşadıklarını. Normal bir insan başka birinin bile böyle bir hikayesini dinlese yüzünde bir değişiklik olmaması zor. Üzülme, şaşırma, kızgınlık gibi… Bunların hiçbiri yok Menekşe’nin yüzünde. Hep mi böyle sessizdir diye sormuştum Fatma’ya. Hep böyledir demişti.

Boşanma olayından sonra laftan, sözden, dedikodudan dolayı köyde barınamadıkları için, şehre göçmüşler. Kocasının bir apartmanda kapıcı olması, Fatma’nın evlere temizliğe gitmeye başlaması böyle olmuş.

Şehirde bir düzen kurmuş, geçinip giderlerken yeni ve boşanmadan daha korkunç -köydekilerin ifadesiyle söylersek- bir “irezillik” başlarına geliyor. Köy güzel, genç ve boşanmış bir kadın olmanın en zor olduğu yer. Menekşe daha on dokuzunda ve dul. Anne-baba, -ama özellikle anne- başına gelenden ötürü kıyamadıkları için -belki de güzelliğinin başlarına açacağı belalardan yıldıkları ve korktukları için- onu temizliğe göndermiyorlar. Evde iki küçük kardeşine bakıyor, onları okula yolluyor.

Bu arada, köyle bağları az çok sürmekte. Köy minibüsünün şoförü şehre gelip gittikçe sık sık uğruyor bunların kapıcı dairesine. Bunlar da, mutlu memnun. Köyün hepsi karşılarında değil ya... Aralarında insaniyetli olanlar da var. Köyün şoförü de bunlardan biri.

Öyle düşünüyorlar.

Bu gelip gitmeler büyük kız evde yalnızken de oluyor. İnsaniyetli şoförün sebeb-i ziyaretleri kızın karnı büyümeye başlayıp, hamile olduğu ortaya çıkınca anlaşılıyor. Ne var ki, adam evli, dört çocuğu var. Yediği haltın arkasında durmuyor. “Kuyruk sallamasaydı” deyip kenara çekiliyor. Suç Menekşe’ye yakıştırılıyor. Köylü hepten aforoz ediyor bunları. Eğer içinizden biri köye ayak basarsa taşlayarak öldürürüz diye haber gönderiyorlar.

Fatma üzgün. Ama kızgın değil. Hele kızına hiç kızgınlığı yok. “Genç, gönlü kaymış abla” diyor. “Adam aslan gibi, göze görkem, kızın gönlü kaymış işte…”.

“Kız” karnını epey bir gizlemiş bunlardan. Vakit geçince de doktor kürtaj yapmamış. Çocuk doğdu. Doğduğunda çocuğu gören birinin, kızın hamileliğini nasıl kolaylıkla saklamış olabileceğini o dakika anlamaması olanaksız. Adeta parmak çocuk. Kafası küçücük bir portakal kadar bir kız çocuğu. Adını Kader koydular. Anneanne ile dedenin çocuğu olarak nüfusa kaydettirdiler.

Doğumdan sonra, daha kırkı çıkmadan, çok uzak bir köyden karısı ölmüş bir adamın Menekşe ile evlenmek istediğini duyunca, Menekşe’nin ve ailenin içinde bulunduğu şartlarda bu bir kurtuluş gibi görünmüştü gözüme.

Benim sevincimin neden Fatma’da olmadığı daha sonra açıklık kazandı. Adamın yaşı Menekşe’nin yaşının iki katından fazla imiş. Ölen karısından da, bakılmaya muhtaç altı çocuğu varmış diyor Fatma.

İşte benim umutsuzca, köylülerin linçinden aileyi koruma içgüdüsüyle, önünü arkasını düşünmeden bir çıkış yolu gibi gördüğüm “talibi varsa hemen verin, nikahı da uzatmayın” çırpınışım böyle bir talip içinmiş.

Annenin duruşu ise net “ırahat ederse durur, ırahat değilse çeker alırım. Ezdirmem kızımı”…

10 Aralık 2017/ 20:49
Marylebone, London




***




SERAP

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde solcuların, solcular arasında da kışın ‘parka’ giymenin hakim olduğu ve askeri darbenin ayak seslerinin duyulduğu günlerde, öğrenci yurdunda tanımıştım Serap’ı.

O da parka giyiyordu ama nereden bulmuş almıştı bilmem, kendi tarzına uygun, kadınsı bir parkaydı. Ya da onun üzerinde öyle duruyordu. Onu fakülteden tanıyanlar daracık kot pantolonu, genellikle kırmızı boyalı uzun tırnakları, yüksek topuklu ayakkabıları, her daim makyajlı yüzü, şekil verilmiş orta uzunluktaki saçlarıyla anımsayacaklardır. Oysa, onunla aynı öğrenci yurdunda kalanların hafızasında daha renkli görüntüler de var. Örneğin her akşam mutlaka saçlarına sardığı bigudiler, yüzüne sürdüğü yoğurt maskesi, sigaranın birini yakıp birini söndürürken oda arkadaşlarını etrafına toplayıp anlattığı sevgilisi, memleketinden getirdiği ve cömertçe herkese ikram ettiği kocaman bir teneke dolusu fıstıklı helvası yurtta kalanların unutulmazlarından.

Serap, o günün “fazla ciddi” koşullarında kendisi gibi olmayı başardığı, kendisi gibi kalmayı göze alabildiği için de unutulmaması gereken “aykırı” bir kişilikti.

Alçak sesle konuşur, fazla güler yüzlü olmasa, sempatik olmaya hiç mi hiç çaba harcamasa da kolayca çok sıcak bir arkadaşlık havasının içine çekerdi insanları. Belki de bu çekiciliği, solun hegemonyasındaki bir fakültede bile mahalle baskısına meydan okuyarak “kendi” kalabilmesinden geliyordu.

Görünüşe göre Serap hali vakti yerinde bir Anadolu ailesine mensup olmalıydı. Ne var ki, sevgilisi ile aralarında nişanlanmaya karar verdiklerinde, öğrenci bütçeleriyle yüzük almaya yetecek paraları yoktu. Anlaşıldığı kadarıyla sevgili beş parasızdı. Serap’ın da ailesinin yolladığı harçlıkla -beğendiği- iki yüzüğü alması zor görünüyordu. Nasıl bakıştıklarından tutun, nasıl tanıştıklarına, nasıl elini tuttuğuna kadar zevkle dinlediğimiz hikayenin kahramanlarını yurt arkadaşları olarak mağdur edecek değildik ya! Aramızda para toplayarak bu efsanevi aşkın kahramanlarının nişan yüzüklerini aldık.

Bu arada, ‘sevgili’nin bekleneceği gibi radikal bir sol örgüte mensup olduğunun altını çizmeden geçmek büyük eksiklik olur. Aynı şekilde, Serap’ın babasının milliyetçi-muhafazakar bir partinin il başkanı olduğunu da belirtmek gerek! Tabi ki, 70’lerin sonunda, sevgilinin ve babanın siyasal görüşlerinin tüyler ürpetici bir şekilde ideolojik yelpazenin “en bir araya gelmez” karşıt uçlar olduğunun altı ise kuvvetlice çizilmeli!

İçerde akşamları yüze sürülen yoğurt maskeleri, uzun tırnaklarda kırmızı ojeler, bacakları saran kot pantolon, havalı üflemelerle art arda içilen sigaralar ve -artık- nişanlıyla günün nasıl geçtiği konulu akşam sohbetleriyle dolu günler birbirini pek benzer biçimde izlerken, dışarda her gün silahlı çatışmalarda ölen insanların sayısı da artıyor eksilmiyordu. Pijamalı akşam sohbetlerimizden önce, farklı üniversitelerde okuyan ve kendi okullarında bir sağ-sol çatışmasına tanık olmuş olan üniversiteli kızlar yurdun televizyon salonunda toplanıyor, gündüz içinde oldukları cehennemin tek kanal devlet televizyonunun haberlerinde ne kadar eksik yer aldığına, nasıl çarpıtıldığına hem şaşırarak hem de ailelerin daha da fazla endişe etmemeleri açısından ‘iyi ki’ diyerek akşam haberlerini izliyorduk.

‘Bugünü de sağ atlattık’ düşüncesi, hem yaşamını yitirenlere karşı mahcup, hem de bir şükür duygusuyla, -sessizce- yaşanıyordu.

Serap ise nişanlısıyla birlikte, -yine kendi tarzından vaz geçmeden- iyiden iyiye sol siyasal ‘mücadele’nin içindeydi artık. Her günkü akşam sohbetlerimizde Serap’ın siyasal yorumlarının dozu da artmaya başlamıştı.

Bir akşam, ertesi gün kendi fraksiyonlarının -Halkın Kurtuluşu’nun- ön aldığı bir büyük mitinge katılacakları haberini verdi bize. Elbette nişanlısıyla birlikte gideceklerdi.

Hepimiz, cesaretine biraz da hayran kalarak ve sanki daha önce provasını yapmışız gibi neredeyse aynı anda ve benzer cümlelerle ‘rahat bir şeyler’ giymesini tavsiye ettik. O hepimizin ablası tavrıyla, bizleri biraz çocuksu ve apolitik bulduğunu hissettirerek bizim tavsiyelerimizin üstünde bile durmadı. Mitingden önceki o akşam da yine yoğurt maskesi yapıldı, belli bir süre bekletildi, temizlenip gece kremi yüze sürüldü, yine tırnaklar törpülendi, kırmızı ojeler sürüldü, yine bigudiler saçlara sarıldı ve yatıldı… Ertesi sabah erkenden, her zamanki o daracık kot pantolon, topuklu ayakkabılar giyildi, özenle makyaj yapıldı, saçlar tarandı. Serap için mitinge gitme hazırlığı da, her günkü okula gitme hazırlığından farklı değildi!
Bizler sıra sıra dizilmiş, işin şakası olmadığını görerek ‘hiç değilse rahat bir ayakkabı giyseydin’ dileklerimizi ard arda umutsuz dua modunda yineledik. ‘Bir şey olmaz’ dedi ve gitti.

Akşam yurda dönmedi.

Ertesi gün, ertesi günlerde de dönmedi.

Kaç gün sonra anımsamıyorum. Annesi telefon etti. O yıllarda yurtlarda müdüriyete telefon edilir, öğrencilere arandıkları anonsla bildirilirdi. Serap’ın annesinin o ilk ve giderek sıklaşan, önce her gün, daha sonra günde birkaç keze çıkan ısrarlı aramalarına arkadaşları sırayla yanıt veriyor ve yurtta kaloriferler yanmadığından Serap’ın ders çalışmak için bir arkadaşının evinde kaldığı yalanını söylüyorlardı. Söylüyorduk.

Oysa tutuklandığını duymuştuk. Nasıl tutuklandığını da.

Polis mitingi dağıtmak için baskın yapmış, nişanlısıyla el ele kaçmaya çalışırken Serap topuklu ayakkabılarıyla koşamayınca nişanlısı elini bırakarak, canını kurtarmak için koşmaya devam etmişti. Serap düşmüş ve tabi kolaylıkla polise yakalanmıştı.

Anne günlerce Serap’a ulaşamayınca konu ister istemez babaya intikal etmiş. Baba da kalkıp Ankara’ya kızını bulmaya gelmiş ve önce yurda uğrayıp, yurt müdüründen uzun zamandır orada kalmadığını birinci ağızdan öğrenmiş.

Sonra, fakülteye, amfinin kapısına dayanmış, ders çıkışı görebilir miyim diye. Göremeyince, dersten çıkan öğrencilere kızını tanıyıp tanımadıklarını sormuş. Aralarından birileri Öğrenci Derneği’ne sormasını söylemiş. Öğrenci derneğinin DEV-YOL’un elinde olduğunu bildiği için, kızın oradan sorulacak olması, onların arasında olduğu ihtimali karşısında babada ilk sigorta burada atmış; öfke kaygının önüne geçmiş. Elbette yine de gitmiş sormuş kızını. Dernektekiler Serap’ın orada olmadığını, Halkın Kurtuluşucularla olduğunu söylemişler ve onların bir araya geldiği köşeyi göstermişler.

Baba büyük bir hışımla oraya yönelmiş. Vatan hainlerinin arasına katılmış birinin, üstelik bir kızın, milliyetçi, muhafazakar, militan babası olarak, şiddete dönmeye hazır öfkesi ve hayal kırıklığıyla ve kuşkusuz yine de kızının başına gelmiş olabileceklerin kaygısıyla kafası karışık bir halde gitmiş gösterilen yere.

Fakültede ele geçirdikleri bir köşede duran genç militanlara kendini kontrol etmekte çok zorlanarak sormuş olmalı kızının nerede olduğunu bilip-bilmediklerini. Sormuş. Yanıt yine eksik! Serap’ı tanıdıklarını ama nerede olduğunu bilmediklerini söylemişler. Bilse bilse nişanlısı bilir demesinler mi! Babaya sabrının sınırlarının bu kadarını taşıyabileceğini söyleseler başta kendi inanmazdı muhtemelen. Şoktan şoka giren ve gitgide daha da karmaşıklaşan bir ruh haliyle o dakika varlığını öğrendiği “kızının nişanlısı”nı nerede bulabileceğini sormuş bu kez. Fakültenin arkasındaki yurtta kaldığını söylemiş ve adını vermişler bilgi edinmenin son umudu gibi görünen nişanlının. Baba çaresiz, bu kez de yurda koşmuş. Nişanlının adını anons ettirmiş, beklemeye başlamış. Delikanlı ziyaretçisinin kim olduğunu bilmeden, telaşla aşağı inmiş. Görür görmez anlamış ziyaretçinin Serap’ın babası olduğunu.

Korkudan önce dili tutulmuş diyorlar. Sonra sonra kekeleyerek en vurucu haberi vermiş babaya: Serap tutuklandı!

Babanın Ankara ziyaretiyle ilgili dilden dile söylenenler burada bitiyordu.

Serap’ı uzun zaman sonra yolda gördüm. Aradan bir-kaç yıl geçmişti. Yanında kız kardeşi vardı.

Serap ne tanınacak ne de tanıyacak durumdaydı. Yüzünde morluklar, başı ve kolunun biri sürekli titriyor ve şuursuzca, boşluğa bakarak anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Kardeşine baktım. Ağlıyordu…


05.09.2017, 16.04
Londra, Great Portland Starbucks




***




DİCLE

Tanıdığınız biri hakkında sarsıcı bir haber aldığınızda, o günden önceye giderek bu olayın ipuçlarını ararsınız. Dicle’yi yeni tanımıştım. Onu tanımamla, bu korkunç haberi almam arasında geçen süre yalnızca üç gündü!

Evet, olaydan sadece üç gün önce bir sosyoloji kongresinde karşılaşmıştık. Kongrede bildiri sunacak genç öğretim üyelerinden biriydi. Koyu renk saçlı, açık tenli, incecik, sempatik ve güler yüzlüydü. Heyecanlı heyecanlı konuşuyor, anlatmak istediğini sadece konuşmasıyla değil ellerini dikkat çekecek kadar çok kullanarak da ifade etmeye çabalıyordu. Bu haliyle, etrafına müthiş bir canlılık yayıyordu. Adını aldığı nehir gibi coşkulu, su gibi temiz olduğunu düşündürüyordu.

Oturum başlamadan önceki kısa sohbette isminin hikayesini anlatmıştı. Annesi görevli olarak gittiği güneydoğudaki bir kentte öğrenmiş hamile olduğunu ve o ilin yakınından geçen nehrin adını vermiş kızı doğduğunda. İsmini çok sevdiğini de eklemişti hikayesine.

Ben oturum başkanı idim. Dicle sağımda oturuyordu. Solumda ise iki genç öğretim üyesi konuşmacı vardı.

Salon çok büyük olmamakla birlikte, dinleyicilerle hınca hınç doluydu. Sonradan bu katılımın Dicle’nin sunumuna yönelik ilgiden kaynaklanmış olabileceğini düşünecektim.

Konu kadına yönelik şiddet, konuşmacıların hepsi kadındı. Oysa, dinleyiciler arasında erkekler kadınlardan fazla idi.

Oturumu bu çarpıcı ve ilginç duruma dikkat çekerek başlattım ve ilk sözü Dicle’ye verdim. Konuşma süresi olarak da yirmi dakika…

Bildirisini hazırlarken, şiddet gören, bazıları daha sonra öldürülen kadınların arasında bulunmuş, konuşmuş, görüşmeler yapmış, acılarının, çaresizliklerinin, açmazlarının yakın tanığı olmuştu. Elinden bir şey gelmeden… İnanılmaz bir heyecanla, ama son derece dağınık konuşuyor, bir cümleyi tamamlamadan diğerine geçiyordu. Konuşmasını izleyebilmek neredeyse olanaksızdı. Kendini adeta şiddet gören ya da cinayete kurban giden kadınlarla özdeşleştirmiş gibiydi. İçtendi. Yalnızca bilgisini karşısındakilere geçirmekle kalmıyor, mağdur kadınlara duyduğu çok yoğun acısını da dinleyenlere iletebiliyordu.

Ben, yalnızca konuşmanın çarpıcı yönlerine ve temel savına değinerek diğer konuşmacılara söz vermekle yetinirsem oradaki görevimi tam yerine getirmiş olamayacağım kaygısına kapılmıştım. Sistematik olmayan, darmadağınık ama tuhaf bir biçimde çok etkileyici bu konuşmayı dinleyicilere -bir anlamda- nasıl tercüme edeceğimin derdine düşmüştüm. Bu konuda başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim. Çünkü konuşmayı takip etmekte en fazla zorlananlardan biri de muhtemelen bendim. Öyle hissediyordum!

Kendine verilen süreyi biraz aşmıştı. Bir o kadar daha süre verilse diyeceği söz yine de bitmeyecekmiş gibi çaresizce tamamladı konuşmasını. Uzattığı için yine pek açık olmayan kopuk sözcüklerle özür dilemeye çalıştı.

Ben şaşkın, etkilenmiş, ne hüküm vereceğim konusunda kararsız bir vaziyette idim. Sırayla diğer konuşmacılara söz verdim. Onların konuşmaları Dicle’nin salonda yarattığı havayı dağıtmaya yetmediği gibi, ondan sonraki her iki konuşmacı da neredeyse her cümlelerinin başında Dicle’nin konuşmasına ya da çalışmalarına atıf vererek yaptılar sunumlarını. Bu beni daha da tuhaf hissettirdi. Dicle hakkında hâlâ kararsız, ama bu kadar dağınık konuştuğu için eleştirel bakmaya daha yatkın ruh halim bu durumda bir kez daha dumura uğradı. Diğer iki akademisyenin düşüncelerine, çalışmalarına çok değer verdiklerini açıkça gösterdikleri ve bana daha sonra katılımın yüksekliğini ona borçlu olduğumuzu düşündürten bu tuhaf genç kadın hakkında o sırada ne düşünmem gerektiği konusunda aslında daha da kararsızlığa düştüğümü anımsıyorum. Ancak biraz gönülsüzce de olsa, karşımda hakkını teslim etmem gereken, saygı duymam gereken bir insan olduğu gerçeğine teslim oldum. Cumartesi günkü o oturumun bitiminde konuşmacılara teşekkür ve tebriklerimi ilettikten hemen sonra, -Kongre’nin benim için en heyecanlı yerinde ayrılarak- kuzenimin Pazar günkü düğününe yetişmek için İstanbul’a döndüm.

Pazartesi ya da Salı günüydü sanırım. Gazetelerin ilk sayfalarındaki bir haber kanımı dondurdu. Dicle K. adında genç bir akademisyen Boğaz Köprüsü’nden atlayarak intihar etmişti!

“Çok acı var dünyada dayanamıyorum” yazan ve devamında ailesinden kendini affetmelerini isteyen bir not bulmuşlardı arabasında…

6 Ekim 2017, 20:16
Fulham, Londra


dizin    üst    geri    ileri    





 17 

 SÜJE  /  otuz yedinci sayı