“Günlerden ne çarşamba ne perşembe veya ne de diğerleri. Saat tam 00.00
da, takılıp kaldım. Ben hayatın bilinmeziyim. Bir önceki zaman kadar
geçmişteyim, bir sonraki zaman kadar da gelecekte!”
En son getirilen kitapları konularına uygun olan raflara yerleştirdi.
Yıllardır okunan, okunmayan ancak sahipleri için bulundurulmak
istenilmeyen kitapları topluyor, bakımını yapıyor yeni sahipleri için
hazırlıyordu. İçlerinden ruhunu kaybetmiş diye adlandırdıklarını bir
tarafa ayırıyordu. Geri dönüşüme yollayacak mıydı? Hayır. O güne kadar
hiçbir kitabı dönüşüme yollamamıştı.
Bazı insanlar gibiydi kitaplar. Bir zaman içinde bir yerde yaşarlar ve
bir zaman gelir o yerden hiç yaşamamış gibi ayrılırlardı. Tıpkı kendi
yaşamı gibi… Onların yok olmalarını istemez, değişmeleri gerektiğini
düşünürdü. Değerlendiremeyeceği kitap sayfalarını bir yerde biriktirir;
onlardan kâğıt rölyeflerden gemiler yapar, dükkânının bir köşesine asarak
yaşamda yer almalarını sağlardı. Onun elinde çeşitli biçimlere girmiş
kâğıtlar yeni kazandıkları kimlikleri ile birçok müşterinin ilgisini
çeker ve o rölyefleri satın alırlardı.
Günleri birkaç müşteriyle ilgilenmenin dışında boş geçiyordu. Boş
geçmiyordu aslında, yaptığı işin ticari kısmının tüccar kimliğini bir
kenara bırakıp ruhunu kaybettiğine inandığı kitaplara yeniden ruh katmaya
çalışıyordu. O zamanlarda ayırdığı kitapları tek tek inceleyip sayfa
sayfa tarıyor, kendine göre anlamlandırıp bütünlediği gruplar
oluşturuyordu. Bu gruplamayı yaparken, onun için sayfaların hangi
kitaptan geldiği ya da hangi us’un ürünü olduğu önemli değil, onların
birbirlerini kucaklaması, birbiriyle uyuştuğunu hissetmesi önemliydi.
Kitapların, onları yazanların, şehirleri oluşturan insanlar gibi farklı
farklı yerlerden gelseler de bir arada yaşayabileceklerini düşünürdü.
Özellikle yıpranmış, hırpalanmış, hatta kapağı açılmamış ve merak dahi
uyandırmamış ama bir emeğin ürünü olan kitapları birleştirirdi. Onun
amacı bu birleştirmelerden kazanç sağlamak değildi. Kendi ruhunun
derinliklerinde tamamlanmamış olanları tamamlıyor, kendini
biçimlendiriyordu. Bu biçimlendirmeler onun içindeki görünmeyenleriydi.
“Ay’ı biçimlendiren, görünen değil, görünmeyen yanıdır…"
Oruç Aruoba.
Kasım ayının ortalarıydı. Hava soğuk ve insanın içine işleyen bir ayaz
vardı. Geminin güvertesinde durmuş kıyıda el sallayan ve gittikçe
uzaklaşan insanlara bakıyordu. Ayrılığın hüznü ve acısıyla ağlaşan
analar, acısını yüreklerinin derinlerine gömerken gözlerindeki yaşları
tutmaya çalışan babalar, çocuklar… Yaşamları bölen, zamanı durduran
göçler. Boğazı düğüm düğümdü. Yutkundu, gözlerinde biriken yaşları birkaç
göz kırpmasıyla uzaklaştırdı. Yanında ağlayan karısına sıkıca sarıldı.
Birbirlerinden güç almalıydılar. Karısının kucağındaki bebeklerine baktı.
Hiçbir şeyden haberi yoktu. Bilmiyor, algılamıyor ve o haliyle yaşamın
bilinmezindeydi. Geride bıraktığı bir daha göremeyeceği anne ve babasını
düşündü. Evlat hasretiyle ömürleri geçecekti. Kendi bilinen ve bilinmeyen
yaşamları içinde her şeyden bir haber yavrucak acıktığı için ağlıyor
ağzını annesinin göğsüne doğru uzatarak meme arıyordu. Bilmedikleri
yaşamlarında, küçük kızlarının sesi onlara sadece yerleşecekleri
topraklara kadar eşlik edecek ve bilinmeyen geleceğe yenik düşecekti.
Yaşamın geride kalmış anları da kitap sayfalarını oluşturan sözcükler
gibi geçmiş zamandan şimdiye aktarılırdı. Bu aktarımlarda, bebeğin
ağlamalarına sınıfındaki öğrencilerinin sesleri karışır ve bilinmez bir
uğultuya dönüşürdü. Tam kırk yıl sonra dahi kulaklarında yankılanan
çocukların sesleri yarım kalmış yaşamlardan başka bir şey değildi. Tek
tek emek verdiği, öğrettiği o çocuklar, kendinden bir parça olan bebeği
zamanın gerisinde öylece kalmışlardı. Zamanın sıfır noktasındaydı onlar.
Ne bir ileri ne de bir geri gidiyorlardı. Sadece sesleri yaşıyordu. O
sesler hep öğrenmek istiyor, başladıkları yaşamı tamamlamak istiyorlardı.
İçi acıyordu. Birleştirdiği bu kitaplar, geçmişinde yarım kalan yaşamları
yaşatmaktan başka bir şey değildi. Tüm çocukları öğreniyor, yaşıyor ve
böylece onları geleceğe taşıyordu.
“…yaşayabilmek için imgeleri durmadan düzeltebilmemiz, değiştirebilmemiz,
zenginleştirebilmemiz gerekiyor. Yaşamak, yaşlanmak, dünyaya, insanlara,
olup bitene her gün yeniden bakabilmek, bütün bunların her gün yeniden
anlam taşıyabilir olması, ancak bu değişme ile olanak kazanır."
Bilge Karasu
Bir sepetin içinde biriktirdiği ve birleştirmede kullanmayacağı kitap
sayfalarını hazırladığı tuvalin üzerine döktü. Bir süre sonra o sayfaları
ellerinin altında şekillendirmeye başladı. Bir şeyler değişiyordu,
parmaklarının ucunda şimdiye kadar onu geçmişinden ayıran gemilerden
farklı olarak bir sürü çocuk biçimleniyordu. Tuvalin üzerinde özgürce,
heyecan içinde dağılan şen kahkahalarıyla mutlu çocuklardı. Her
biçimlenen çocuğu sevgiyle okşuyordu. Bir yanında kırk yıldır
biriktirdiği, kendince yeni ruh kattığı kitapları duruyordu. Tuvalin
üzerinde biçimlenen her çocuğa o kitapları armağan ediyor, farklı uslar,
farklı çocuklar yeni bir dünya yaratıyordu. Böylece yaşamının arafında
kalan geçmişine anlam katıyor, yeniden biçimlendiriyordu. Mutluydu.
“Yaşam, farklı öykülerin birbiriyle keçeleşmiş halidir.”
-Aaaaa! Ne kadar güzel. Nereden Aldın?
-Yaşlı bir sahaftan.
-Bunu sınıfıma asacağım. Sınıfımdaki çocuklar gibi neşe dağıtıyorlar.
Çocuklar çok sevinecek. Hem onlara da böyle bir şeyler yapmasını
öğretebilirim. Oldukça keyifli işler çıkaracaklar. Sahi, beni bir gün o
sahafa götürebilir misin?
-Neden olmasın? O da memnun olur. Bildiğim kadarıyla kendisi de bir
zamanlar öğretmenmiş.