ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  





 

BİRİ


“Günlerden ne çarşamba ne perşembe veya ne de diğerleri. Saat tam 00.00 da, takılıp kaldım. Ben hayatın bilinmeziyim. Bir önceki zaman kadar geçmişteyim, bir sonraki zaman kadar da gelecekte!”

En son getirilen kitapları konularına uygun olan raflara yerleştirdi. Yıllardır okunan, okunmayan ancak sahipleri için bulundurulmak istenilmeyen kitapları topluyor, bakımını yapıyor yeni sahipleri için hazırlıyordu. İçlerinden ruhunu kaybetmiş diye adlandırdıklarını bir tarafa ayırıyordu. Geri dönüşüme yollayacak mıydı? Hayır. O güne kadar hiçbir kitabı dönüşüme yollamamıştı.

Bazı insanlar gibiydi kitaplar. Bir zaman içinde bir yerde yaşarlar ve bir zaman gelir o yerden hiç yaşamamış gibi ayrılırlardı. Tıpkı kendi yaşamı gibi… Onların yok olmalarını istemez, değişmeleri gerektiğini düşünürdü. Değerlendiremeyeceği kitap sayfalarını bir yerde biriktirir; onlardan kâğıt rölyeflerden gemiler yapar, dükkânının bir köşesine asarak yaşamda yer almalarını sağlardı. Onun elinde çeşitli biçimlere girmiş kâğıtlar yeni kazandıkları kimlikleri ile birçok müşterinin ilgisini çeker ve o rölyefleri satın alırlardı.

Günleri birkaç müşteriyle ilgilenmenin dışında boş geçiyordu. Boş geçmiyordu aslında, yaptığı işin ticari kısmının tüccar kimliğini bir kenara bırakıp ruhunu kaybettiğine inandığı kitaplara yeniden ruh katmaya çalışıyordu. O zamanlarda ayırdığı kitapları tek tek inceleyip sayfa sayfa tarıyor, kendine göre anlamlandırıp bütünlediği gruplar oluşturuyordu. Bu gruplamayı yaparken, onun için sayfaların hangi kitaptan geldiği ya da hangi us’un ürünü olduğu önemli değil, onların birbirlerini kucaklaması, birbiriyle uyuştuğunu hissetmesi önemliydi. Kitapların, onları yazanların, şehirleri oluşturan insanlar gibi farklı farklı yerlerden gelseler de bir arada yaşayabileceklerini düşünürdü. Özellikle yıpranmış, hırpalanmış, hatta kapağı açılmamış ve merak dahi uyandırmamış ama bir emeğin ürünü olan kitapları birleştirirdi. Onun amacı bu birleştirmelerden kazanç sağlamak değildi. Kendi ruhunun derinliklerinde tamamlanmamış olanları tamamlıyor, kendini biçimlendiriyordu. Bu biçimlendirmeler onun içindeki görünmeyenleriydi.


“Ay’ı biçimlendiren, görünen değil, görünmeyen yanıdır…"  Oruç Aruoba.

Kasım ayının ortalarıydı. Hava soğuk ve insanın içine işleyen bir ayaz vardı. Geminin güvertesinde durmuş kıyıda el sallayan ve gittikçe uzaklaşan insanlara bakıyordu. Ayrılığın hüznü ve acısıyla ağlaşan analar, acısını yüreklerinin derinlerine gömerken gözlerindeki yaşları tutmaya çalışan babalar, çocuklar… Yaşamları bölen, zamanı durduran göçler. Boğazı düğüm düğümdü. Yutkundu, gözlerinde biriken yaşları birkaç göz kırpmasıyla uzaklaştırdı. Yanında ağlayan karısına sıkıca sarıldı. Birbirlerinden güç almalıydılar. Karısının kucağındaki bebeklerine baktı. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Bilmiyor, algılamıyor ve o haliyle yaşamın bilinmezindeydi. Geride bıraktığı bir daha göremeyeceği anne ve babasını düşündü. Evlat hasretiyle ömürleri geçecekti. Kendi bilinen ve bilinmeyen yaşamları içinde her şeyden bir haber yavrucak acıktığı için ağlıyor ağzını annesinin göğsüne doğru uzatarak meme arıyordu. Bilmedikleri yaşamlarında, küçük kızlarının sesi onlara sadece yerleşecekleri topraklara kadar eşlik edecek ve bilinmeyen geleceğe yenik düşecekti.

Yaşamın geride kalmış anları da kitap sayfalarını oluşturan sözcükler gibi geçmiş zamandan şimdiye aktarılırdı. Bu aktarımlarda, bebeğin ağlamalarına sınıfındaki öğrencilerinin sesleri karışır ve bilinmez bir uğultuya dönüşürdü. Tam kırk yıl sonra dahi kulaklarında yankılanan çocukların sesleri yarım kalmış yaşamlardan başka bir şey değildi. Tek tek emek verdiği, öğrettiği o çocuklar, kendinden bir parça olan bebeği zamanın gerisinde öylece kalmışlardı. Zamanın sıfır noktasındaydı onlar. Ne bir ileri ne de bir geri gidiyorlardı. Sadece sesleri yaşıyordu. O sesler hep öğrenmek istiyor, başladıkları yaşamı tamamlamak istiyorlardı. İçi acıyordu. Birleştirdiği bu kitaplar, geçmişinde yarım kalan yaşamları yaşatmaktan başka bir şey değildi. Tüm çocukları öğreniyor, yaşıyor ve böylece onları geleceğe taşıyordu.


“…yaşayabilmek için imgeleri durmadan düzeltebilmemiz, değiştirebilmemiz, zenginleştirebilmemiz gerekiyor. Yaşamak, yaşlanmak, dünyaya, insanlara, olup bitene her gün yeniden bakabilmek, bütün bunların her gün yeniden anlam taşıyabilir olması, ancak bu değişme ile olanak kazanır."  Bilge Karasu

Bir sepetin içinde biriktirdiği ve birleştirmede kullanmayacağı kitap sayfalarını hazırladığı tuvalin üzerine döktü. Bir süre sonra o sayfaları ellerinin altında şekillendirmeye başladı. Bir şeyler değişiyordu, parmaklarının ucunda şimdiye kadar onu geçmişinden ayıran gemilerden farklı olarak bir sürü çocuk biçimleniyordu. Tuvalin üzerinde özgürce, heyecan içinde dağılan şen kahkahalarıyla mutlu çocuklardı. Her biçimlenen çocuğu sevgiyle okşuyordu. Bir yanında kırk yıldır biriktirdiği, kendince yeni ruh kattığı kitapları duruyordu. Tuvalin üzerinde biçimlenen her çocuğa o kitapları armağan ediyor, farklı uslar, farklı çocuklar yeni bir dünya yaratıyordu. Böylece yaşamının arafında kalan geçmişine anlam katıyor, yeniden biçimlendiriyordu. Mutluydu.


“Yaşam, farklı öykülerin birbiriyle keçeleşmiş halidir.”

-Aaaaa! Ne kadar güzel. Nereden Aldın?

-Yaşlı bir sahaftan.

-Bunu sınıfıma asacağım. Sınıfımdaki çocuklar gibi neşe dağıtıyorlar. Çocuklar çok sevinecek. Hem onlara da böyle bir şeyler yapmasını öğretebilirim. Oldukça keyifli işler çıkaracaklar. Sahi, beni bir gün o sahafa götürebilir misin?

-Neden olmasın? O da memnun olur. Bildiğim kadarıyla kendisi de bir zamanlar öğretmenmiş.



dizin    üst    geri    ileri    

 



 13 

 SÜJE  /  otuz yedinci sayı