ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  







DUVARDAKİ TABLO


Uzun zamandır istediklerini gerçekleştiriyor olmanın keyfi ve gururuyla kendi için bir şeyler yapmaya, dinlenmeye karar vermişti. Artık çok yorulmadan kazanıyor ve gittikçe servetine servet katıyordu. Çocukluğu, köyde çoğunlukla sahip oldukları altı süt ineğini yaymakla geçerdi. Okulun olduğu zamanlarda okuldan çıkınca, yaz günlerinde ise tüm gün “hayvanlar yayılsın, bol süt versin” diye tembihlediği annesinin sözünü tutar, elindeki bir sopayla ineklerin peşlerinde dolaşırdı. Çok sıcaklarda onları koruluğun gölgesine çeker, kendisi ise elindeki sopayla koruluğun içine dalarak en sevdiği savaş oyununu oynardı. Yaşı ilerlediğinde bu görevi kendinden küçüklerine devrederek yaşının gerektiği işleri yapmak üzere şehre gitti. Önceleri okuma hevesi ile okula başladı. Bir yakınlarının yanında kalıyordu. Biraz yük olmaktan biraz cebinde parasının olmayışından ezilip büzülüyor ve kendi başının çaresine bakmak istiyordu. Okumak meşakkatli bir işti. Hemen bir çırpıda bir şeyler olup para kazanılmıyordu. Okumaktan vaz geçerek bir yakınlarının oto sanayisindeki işinde çırak olarak işe başladı. Önceleri araba lastiklerini getirip götürüyor, ortalığı temizliyordu. Sonraları eli iş tutmaya başladıkça ustalaştı, para kazanmaya başladı. Hele ki ufacık bir malzemeyle büyük bir iş yapmış gibi iyi para kazanmaktan zevk alıyordu. Para kazanmak hoşuna gitmişti. Kazandığı paraları harcamadı, biriktirdi. Sonra köye dönüp bir kısmını kredi ile bir kısmını biriktirdikleri ile sütten değil etten para kazanmayı tercih ederek bir besi çiftliği açtı. İşler önceleri iyi gidiyordu. Bir süre sonra hayvan yeminin fiyatlarının artması, komşu köylere kadar gelen bulaşıcı bir virüs hastalığının hayvanlarına bulaşmaması için harcadığı ilaç ve aşı parası onu besicilik işinden soğuttu. Uzun süredir köyde yaşamaktan da bıkmıştı. Bir yolunu bulup elindeki inekleri satıp bir kaç hastalıklı hayvana az miktarda para harcayarak köyün muhtarı ve veterinerinin desteğini de alarak tarım teşkilatına gelir kaybına yönelik bir rapor hazırlatarak, aldığı krediyi en az zararla kapatıp kurtuldu. Birbirleriyle kaçak kesilen ağaçlardan, usulsüz birleştirme yapılan arazilerden, verilen ziyafetlerden, torbalarına doldurduğu yumurtalar, süt ve etlerden oluşan bir dizi ali cengiz oyunu içerisinde birbirlerine göbekten bağlı oldukları için işleri hiç de zor olmadı. Yeni bir iş arayışında sahil kenarı kasabaların birinde önce küçük bir pansiyonla işe başladı, Allah vergisi işbilirliği sayesinde kısa sürede bu işini büyüterek tatil köyü işletmesine dönüştürdü. Kazandığı parayla çevrede bir kaç oteller zinciri kurdu. Para sel gibi akıyordu.

Artık dinlenme zamanı gelmişti. Kendisine zaman ayıracak onun gibi olan insanların yaptığını yapacaktı. İsim portföyü de oldukça kabardığından eş dost toplantıları, açık hava partileri, açılışlar gibi bir dizi seremoninin içindeydi. Yavaş yavaş sanat işlerine de el attı. Bir kaç müzayededen değerli sayılan bir kaç parça eşya topladı. Onları evinin göz zevki verecek en uygun yerlerine koydu. Bu yerler, gelen gidenin görebileceği yerlerdi. Kültürlü bir zengin olma yolunda ilerliyordu. Bu nedenle sahip olmanın kişiye yarar sağladığını sandığı nesneleri evinin her köşesine dolduruyor ve bunlarla gurur duyuyordu.

Zaman zaman geçmişiyle başbaşa kalıp çocukluğunu, köyünü, koruluktaki ağaç askerlerinin olduğu anılarını düşünürdü. Bunun için kendine ait odasının bir duvarında asılı olan ve ona bu anılarını anımsatan, onu geçmişe götüren Şeker Ahmet Paşa’nın “Ağaçlar Arasında Karaca” tablosu vazgeçilmeziydi. Doğal bir manzarayı duvarına astığı tablodan seyrederken duyduğu zevk, kendi oluşturduğu bir dizi kazan-seyret gibi ekonomik bir yasaydı. Kazandıklarıyla simbiyoz ilişki içindeydi ve o ilişkide kendini tanıyordu. O gün yine geçmiş anılarında yolculuk etmek için tablonun karşısındaki koltuğuna oturdu. Tablodaki ağaçların arasındaki ışıklı yol nereye çıkıyordu? Nasıl bir dünyanın yolunu aydınlatıyordu? Öylece düşünür ve o tablonun derinliklerinde çocukluğu ile düşünceler içinde saatlerce yolculuk ederdi. O gün ilk defa orada duran karacayı avlamak istedi. “Karaca ormanın karanlık yerindeydi. Peşine düşersem ışıklı yola doğru kovalamalıyım ama o beni karanlığa doğru çekecek. Korulukta oynarken de en çok ağaçların karanlığında kaybolmaktan korkardım. Olsun. Yakalayacağım onu!” Ne kadar oturdu farkında değildi ama bir türlü karacayı yakalayamamıştı. Canı sıkıldı, televizyonun kumandasına dokundu, haber kanalları ülkenin değişik yerlerinde çıkan orman yangınlarının haberlerini veriyordu. “Önemli değildi ağaç dikersin yeniden orman olur. Yanan yerler değerli. Yeni projelerin önü açılıyor. Hepsi yanacak değil ya nasıl olsa söndürürler” diyerek televizyonu kapattı. Tekrar tablonun karşısına geçti ve yolculuğuna başladı karacanın peşine düşmüş bir avcı değil elinde bir ağaç dalı ile ormanda ilerleyen on - on bir yaşlarındaki çocukluğuylaydı. Kendi etrafındaki ve arkasındaki ağaç askerlerine elindeki tüfek yerine koyduğu dal parçasıyla karşısında kalan düşman ağaç askerlere ateş emri verdi. Emrindeki ağaç askerlere “ilerle!” emrini vererek ağaçların arasında ışıklı yola doğru ilerlemeye başladı. Her geçtiği ağaçla birlikte ordusuna katılan asker sayısı artıyor ve kendini daha güçlü hissediyordu. Bu güçle tekrar seslendi “ Hiç durmadan mücadele edeceğiz, yorulmak yok.” Ormanın içerisinde kâh siper alarak kâh öne fırlayarak ışıklı yola doğru ilerliyordu ki birden karşısındaki düşman asker ağaçların arasından avına çıktığı karacayı gördü. Birden içindeki avcı çocukluğunun yerini aldı. Elinde tüfeğiyle karacanın peşinden koşmaya başladı. Sık ağaçların arasında nefes nefese ormanın derinliklerine doğru karacanın peşinden koşarken terini dahi silmek için durmuyordu. Yakınlaştığında ise onu ürkütmeden silahını ona doğru doğrultmak için temkinli davranmak istiyor bir türlü gerçekleştiremiyordu. Ormanın derinliklerine doğru karacanın peşinden ilerlerken kimi zaman çocukluğundaki gibi kaybolma korkusu sarıyordu. O korkuyla ilerlerken birden ormanın derinliklerinden gelen acı çığlıkları duydu. Ormandaki kuşların, karacaların, tavşanların, yaban kedilerinin, böceklerin, domuzların ve diğer yaşayan tüm canlıların çığlığıydı. Kendisinin korku hissi gibi onlar da bir şeyden korkarcasına çığlık atıyordu. Kulakları sağır eden bu çığlıklar karşısında elleriyle kulaklarını kapadı. Tepesinden kuşlar uçtu, yaban keçileri, tavşanlar, yaban kedileri, domuzlar ve onların yavruları, böcekler, küçük orman canlıları geliyordu ve en arkada alevler içindeki karacayla beraber annesini gördü. Annesi, çocukluğundaki o altı süt ineğiyle beraber ona doğru yanarak yürüyordu. Yüzünde, acıdan çok “Neden?” diye soran bir ifade vardı. Arkasındaki orman kızıl alev rengine bürünmüş sanki ağzından alev çıkaran ejderha gibi her şeyi yakarak ilerliyordu. Orman, annesi, inekleri ve avlamak istediği karaca yanıyordu. Kaçmak istedi, karaca tam karşısındaydı. Olanları bir anda unutup onu avlamanın tam bir fırsat olduğunu düşünerek omzundaki tüfeği indirdi. Karaca gözlerindeki acı dolu yaşlarla ona bir şeyler söyledi, “Hissedebilen her şey canlıdır ve yaşamaya senin gibi hakkı vardır. Bilerek ve isteyerek yaptığın her yok oluş için sen anlayıncaya kadar seninle, anılarında olacağım. Ta ki düşünme ve uygulama yeteneğinle her şeyi anlayıp düzeltinceye kadar.” Şaşırdı, korktu, kaçmak istedi kıpırdayamadı. Alevlerin yakıcı sıcağını hissediyordu. Karaca, o güzel gözleriyle alevler içindeki bedeniyle yanında duruyordu,. Şimdi o ağlıyor, çığlık atıyordu ama kimselere sesini duyuramıyordu. Çırpınıyordu, bir an karaca ona yaklaştı “Yaşaman gerek!” diyerek burnuyla onu alevlerin içine doğru ittirdi.

“İyi misin? Saatlerdir odandan çıkmadın merak ettim.” Karısının sesiyle kendine geldi. Kadın bir eliyle kocasının kendine gelmesi için onu omzundan sarsıyordu. “Ter içinde kalmışsın. Ne oldu? Hasta mısın?”

“Yok bir şeyim. Uyuya kalmışım. Havada sıcak terlemişim sanırım. Aklıma gelmişken şu duvardaki tabloyu senin kardeşin istiyordu değil mi? Ver ona.”

“Hangisi şu orman olan mı? Çok sevinecek.”

Son bir kez göz ucuyla tabloya baktı. Şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Ağaçların arasındaki karaca yoktu.

2021 Ankara

_____________________

*Bu öyküdeki kişilerin ve olayların gerçekle ilgisi yoktur.


içindekiler    üst    geri    ileri   





 46