Son günlerin gündemi olan çay paketi konusunu sayfamda hiçbir şekilde
espri konusu yapmadım. Sel ve yangın bölgesinde çay fırlatan el de o çayı
yakalamak zorunluluğu hisseden eller de canımı yakmıştı. Son kullanma
tarihi geçmiş bir paket makarnaya oyunu satan birilerini anımsamadan
geçemedim.
Yıllardır her sabah uyanır uyanmaz çay demleyen ben, bundan böyle artık
çay içmemeye çay yerine kahve içmeye karar verdim. Kafamıza ne zaman
kahve fırlatılırsa bu kez kahve de içmeyeceğim.
1978 veya 1979 yıllarıydı. Ben bir kadın derneğinde aktif üyelerdendim.
Bir de paraleline denk gelen gençlerin oluşturduğu dernek vardı. Biz
kadınlar her iki derneğe de üye olabiliyorduk. Ne de olsa hem genç hem
kadındık.
Şu anda net anımsayamıyorum. Ya TÖB DER ya da İLK-SAN seçimleriydi.
Şeflerimiz bu seçimi biz almalıyız çok zorunlu kalmadıktan sonra KUTSAL
İTTİFAK yapmamalıyız demişlerdi. Gençtik ve deneyimsizdik. Deneyimli
olanlar ise bizim deneyim kazanmamız değil kazan(a)mamamız için yoğun
çaba gösteriyorlardı. O zamanlarda anlaşılır bir durum değildi fakat
şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Taban bilinçlenirse tavan sarsılacaktı.
Üst yönetime göre belki de en büyük tehlike buydu.
Ben o yıllarda hem okul okuyor hem de Kamu İktisadi Teşebbüs (KİT) diye
adlandırılan bir kurumda çalışıyordum. Hem işyerinde hem de üyesi
bulunduğum (STK) Sivil Toplum Kurumunda baskı görüyordum. İlki ne kadar
anlamlı ise de ikincisi o kadar anlamlı değildi sanki.
Bir şeyler yanlış gidiyordu lakin geniş yığınlar hiç de farkında
değillermiş gibi davranıyorlardı. Ben okulumu bitirmek ve psikoloji veya
felsefe okumak niyetindeydim. İyi de bunlar yaşamımızda öğrenilemez
miydi? Bir yolu olmalıydı, bir yolu… Fakat nasıl?
Bir gün işyerinde kurduğum komite arkadaşım Fatoş servisime gelerek
“çabuk izin alıp buradan gitmemiz gerek” dediğinde içimden işyerine
baskın yapılacak diye düşünmüştüm. Hayır, böyle bir şey yoktu. Acilen
derneğe gitmemiz gerekiyordu.
Fatoş’la yolda durum değerlendirmesi yaptık. O gün cumaydı. Hafta sonu
derneğin veya sandığın seçimleri olacaktı. Derneğe çokça battaniyeler,
yataklar toplanmıştı. Ankara dışından gelen delegeler burada
ağırlanacaktı. Gündüz çay ve kumanya hazırlayacaktık. Gece saat 24.00’e
kadar açık büfe çay ve diğer içecekler…
Delegeler kafalanacaklardı. Erkek arkadaşlarımız bizi hizmetçi olarak
görüyorlardı ki biz dışarıdan gelen delegelere hizmet edecektik.
Nöbetleşe yapmalıydık. Sabah erkenden salon ve diğer odalardaki yer
yatakları toplanacak, kahvaltı hazırlanacak, bulaşıklar yıkanacak v.s.
v.s.
Fatoş’la birlikte Sıhhiye’ye yürüdük kestirme yollardan İzmir Caddesi ve
caddeye açılan ilk sokaktan derneğimizin binasına gelmiştik. Bir hayli
yol yürümemiz nedeniyle çoğu zaman arızalı olmasından kaynaklı hiç
kullanmadığımız asansöre binerek 4. Katta indik. Derneğin kapı altından
yoğun bir sigara kokusu gelmekteydi. Tokmağı çevirip kapıyı açtığımızda
içerisinin dumanla dolu ve göz gözü görmez durumunda olduğunu dehşetle
izlemiştik. Üstlerinde yatabilmek için lokal olarak kullandığımız masalar
birleştirilmiş masaların altlarında da insanlar yatmak için ranzaya
dönüştürmüşlerdi. Çoğunu parmakları sararmış ellerinde sigara vardı.
Nedense kül tablası kullanmıyorlar yerlere kül serpiyorlardı. Nasıl olsa
kendileri değil birileri temizleyecekti.
Parkelerde yer yer sigara yanıkları vardı. Dehşet içinde izliyordum.
Gördüğüm manzara korkunçtu. Bu insanlar kentlerde, kasabalarda, köylerde
öğretmenlik yapıyorlardı. Esas korkunç olanına ise mutfak bölümünde tanık
olacaktım.
Ankara Belediyesi Zabıta Müdürlüğünde çalışan Nurseli isminde bir kız
arkadaşımız çay ocaklarının başındaydı ve ayakta duruyor, önünde kocaman
bir tepsiyle bardakları çay doldurmaya hazır etmişti. Bir eli belinde yüz
hatları acıdan mı, ağrıdan mı ayırt edemeyeceğim bir şekilde kasılmış
bize tuhaf tuhaf bakıyordu. Biz onun gözünde kurtarıcıydık. Yüzü
kızarmaktan çok morarmış ve alnında boncuk boncuk terler birikmişti.
Üzerinde kendisine çok büyük gelen kirli, boyası atmış çok eski ve kaba
bir erkek ceketi vardı. Nereden bulmuştu bu ceketi acaba… Nurseli, bizi
görünce yanındaki sandalyeye çöktü ve “iyi ki geldiniz arkadaşlar
sabahtan beri böbrek sancısından kıvranıyorum. Bir öğretmen gelip de
buradan çayını kendisi almadı. Mahvoldum ben…” diye yakınmaya başlamıştı.
Mutfağımıza ilaveten demlikler ve semaverler getirilerek çay ocağına
dönüştürülmüştü. Tüm odalar ve salon insanlarla doluydu. Kimi yerde
yatıyor, kimi bağdaş kurmuş felsefi tartışmalar yapıyordu. Kolay değildi
bu işler zira memleketi kurtaracaklardı.
Ben Nurseli arkadaşın belini incitmeden ovdum, canı çok yanıyordu ve
mutlaka hastaneye gitmesi gerekiyordu. Yalnız başına nöbet tuttuğu için
gidememişti. Biz ikimiz bu işleri yapabilirdik. O nedenle arkadaşımızı
oradan göndermemiz gerekiyordu. Daha önce de sorunluydu, belki de böbrek
taşı düşürecekti.
Üstümde yeni aldığım çok güzel bir mont vardı. Arkadaşıma yakışmayan kaba
erkek ceketini çıkartarak montumu giydirdim. Belediye Hastanesine gitmesi
için ısrar ederek dernekten gönderdik.
Arkadaşımızı kapıdan çıkartarak asansöre bindirdikten sonra geriye
döndüm. İlk iş olarak pencereleri açarak havalandırmam gerekiyordu. Yerde
yatanları üstüne basmamak için bir sağa bir sola zikzak çizerek
pencerelere ulaşıp içeriyi havalandırmaya çalışıyordum. Bu yetmezdi
kapıları da açarak estirirsem o zaman temiz hava girebilecekti. Efendiler
bu durumdan rahatsız olmuş olmalılar ki söylenmeye başlamışlardı bile…
Ben, homurdanmaları duymazlıktan gelerek mutfağa yöneldim. Bardakları
dezenfekte ederek yeniden yıkamaya karar vermiştim. Çayların bayat olup
olmadıklarını kontrol edecekti ki arkamdan bir ses duydum, irkildim ve
geriye baktım. Masaları ranza konumuna getirerek masanın altında uzanmış
bir genç “haydi kızlar, çay getirin bana…” diye emir fili kullanmıştı. O
anda tepemin tası atmıştı. Kim tutar Züleyha’yı!…
Ben sakinliğimi koruyarak “birazdan bardakları iyice yıkadıktan sonra
size seslenirim gelip çayınızı alırsınız hoca efendi” dedim. “Hayır, ben
evimde bile kendime bir bardak çay doldurup içmiş adam değilim. Sen bana
çay getireceksin güzel kız” demesi bardağı taşıran son damla olmuştu.
Demek ki Nurseli bu magandaları böyle alıştırmıştı. Yapacak başka bir şey
yoktu. Çayı bardağa doldurup kafasından aşağıya dökerek servis
yapacaktım. Ama olmazdı çay bardağındaki çay iyi yakmazdı ve ben
demlikten boşaltmalıydım ki kesin çözüm üretebileydim. Demlik de olmazdı
çaydanlığı kaptım ve öğretmenin üzerine yürüdüm. “S….. git lan, babanın
hizmetçisi yok burada. Vereceğin 1 oyla kimse kurtulmayacak. Al başına
çal” diye bağırıyordum. Öğretmen aniden çevik bir hareketle yerinden
doğrularak odaların birine kaçtı ve kapıyı içeriden kilitledi.
Sonra ne mi oldu? İçerideki tüm konuklar yerlerinden doğrularak
yataklarını yuvarlayıp battaniyelerini katlayarak bir köşeye üst üste
istif etmeye başlamışlardı. Birisi de eline çalı süpürgesi diğer de
derneğimizin gırgırıyla (GIRGIR 70’li yılların inanılmaz güzel bir
icadıydı) yerleri süpürmeye çalışıyorlardı. Kül tablaları boşaltılarak
masalar ve sandalyeler eski haline dönüştürülüyordu. Derin bir sessizlik
hâkimdi. Herkes işini konuşmadan yapmaktaydı.
Konuklar tek tek mutfağa gelerek çaylarını doldurarak masalarının
başlarına oturuyorlardı. O gün akşama kadar çay ve oralet servisi
sürmüştü. Derneğin üyelerinin çoğu işyerlerinde çalıştıkları için akşam
iş çıkışı kalabalık oluşmaktaydı. Genel merkez ve Ankara Şube Yönetimin
toplantısı olacaktı. Alanı çok iyi dizayn etmek durumundaydık. Fazlalık
eşyaları köşelere çekerek alanı daha randımanlı kullanacaktık.
Her asansör gürültüsünden sonra kapı zili çalıyor içeriye 3 veya 5 kişi
giriyordu. Yönetim kurulu üyeleri salondaki konuklara selam vererek
odalarına girdiler. Fatoş’la ben de salonun bir köşesinde oturup
sigaralarımızı içiyorduk. Ankara Şube Yönetim odasının kapısı açılarak
yüzü hiç gülmeyen ve dahası yüzünün mimiklerini bile yok etmiş başkan
bana dönerek “Züleyha hocam, odama gelir misiniz” demişti.
Fatoş arkadaşım da benimle gelmek istediyse de başka “siz oturun bizim
işimiz Züleyha arkadaşla” deyince ben sigaramı kül tablasına basarak
yürüdüm, odasına gittim. Kapıyı vurmadan girdim. Başkan devasa masasında
oturuyordu eliyle kapıyı kapatmamı işaret edince kapıyı kapattım.
Koltukların birine oturmamı söylediyse de ben ayakta kalmayı tercih
ettim.
Başkan “bak Züleyha, böylesi durumlarda ilkelerimizden,
kişiliklerimizden, onurumuzdan feragat etmek durumunda kalabiliriz. Bu
insanların çoğu köy öğretmenleridir. Bir kıza veya kadına nasıl
davranılacağını bilemezler. Biz bunların oylarıyla yönetimi alacağız. Bu
bir mevzi kazanmaktır. Bu hedefe giden her yol mübahtır. Bizim, senin bu
davranış nedeniyle disiplin kurulunda yargılamamız gerekirdi. Lakin ben
bu kararı almak istemiyorum. En azından bu konunun çözüme odaklı
olabilmesi için senin 3 ay bu derneğe gelmemen gerekiyor. Emeklerini göz
ardı edemem fakat lütfen beni anlamaya çalış biz seni istemediğimiz halde
KARA LİSTE’ye almak zorundayız” demişti.
Ben o anda şaşkınlığımı gizlemek, kızgınlığımı ve kırgınlığımı
dizginlemek durumundaydım. Gözlerimi gözlerine dikerek “güle güle kirlen”
diyerek geri döndüm ve kapıyı gürültüyle kapattım.
Daha sonra ne oldu diye soracaksınız. Bizimkiler tek başlarına yönetimi
alamadılar ve kutsal ittifak’ı gerçekleştirdiler. Sonra 12 Eylül tepemize
balyoz gibi indi.
Aradan 20 yıl geçmişti. Bu yönetimden birisiyle Ankara Batıkent’te bir
spor merkezinin sahibi olarak karşılaştım. Yükünü tutmuş olmalıydı, gelir
düzeyi iyiydi. Yazlıklar, kışlıklar, son model arabalar alınmıştı.
Beni tanımıştı ve yüzünde o daha önce gördüğüm ifadeyle bana elini
uzattığında ben tokalaşmadım. Sağ eli boşlukta kalmıştı, yüzü utancından
kızarmıştı. Demek ki utanma bilinci vardı.
“Siz düşmanınıza bile yapmayacağınız bir davranışı ve bugünkü
söylenişiyle YARGISIZ İNFAZ’ı neden yaptınız” diye sordum. Son derece
sakin bir ifadeyle “bizler 80 öncesi çok eleştirdiğimiz insanlardan
farklı olmadığımızı tam olarak 20 yıl sonra öğrendik. Psikolojideki
değerlendirmeyle açıklamam gerekirse biz düşmanlarımıza benziyormuşuz”
dedi.