ÖYKÜ

Josef H. Kılçıksız  





 

Kuyrukluyıldız Sohbetleri


Boğucu ve nemli bir geceydi. Gök, yakamoz sürüsü kuyruklu yıldızlardan kalabalık. Herkes kaydıklarını sanırken, parıltılı kuyruklarıyla aslında zirveye koşuştururlar, gönül saraylarının en yüksek yerine tırmanmak için…

Güneş kavruğu kırmızı kilden bir damın boşluğa bakan kenarında durmuş dünyanın sonunu bekliyordu Mahir. Karanlık yüzlüydü zaman ve devasa boruyu üflemek üzereydi İsrafil.

Simsiyah saçları, iri bedeniyle, sakallı bir ormancının, yaralayıp avluya sürüklediği bir ayıya benziyordu. Ateşlenmiş ve kirliydi avuç içleri.

Kendi gövdesinden vahşi bir kaçış sırasında paralanmış, lime lime olmuştu elbiseleri. Alacalı bulacalı camdan uğurböcekleri vardı cebinde. Onun için altından da değerliydi bu boncuklar.

Sonsuz geceleri, metruk bir evin kilden damında geçiren bir geçimsizdi Mahir. Ruhu paramparça bir adamdı. Geçmişi silinmiş biri. Oysa daha bir yıl öncesine kadar onunla birlikte düşlemişti dünyayı. Şimdiyse bir hiçti. Yok, yok, bir dilenciydi belki de. Kavurucu güneşin altında şefkat dilenen, avutulamayan biri. Sokağın kuytusunda bir tutam sevgiye karşılık satılığa çıkarır gibi ellerini, birbiri ardından teker teker vermek ister gibi parmaklarını, avuç açan biri.

Sanki bir şey anlatmak istercesine, gece ve gündüz aralıksız titrerdi dudakları. Belki de hiç kimsenin duymaya hazır olmadığı bir hikayeydi anlatmak istediği. Şu karşıdaki denizden dalga dalga saldıran monsun yağmurları dışında bir dinleyici bulması zordu hikayesi için. Bunaltıcı ve uzun günah çıkarma merasimlerini bile sabırla ve dikkatle dinleyen rahipler gibiydi monsunlar.

Şehre bir kuşbakışı, zamana mesafe ve daralan ruhuna mekân kazanmak için gelirdi damın çatısına. Belki de sızılı hatıralardı, mesafe kazanmak istediği.

Bazen burada durup şehrin huzursuz, titrek ışıklarını seyrederdi.

Bu damın üzerinde sanki kendi tarihinin temelinde durduğunu hissediyordu, geçmişinin burada başlayıp geleceğinin burada bitmesi gibi, her şeyin ezeli ve ebedi noktasında olmak gibi.

“Takımyıldızları bugün sessiz. Diğer gecelerden farklı olarak bu gece bana alkış tutmuyorlar. Gözleri kıvılcımlı yine de. Onları seyrederken sanki sonsuzluğun kulağına bir şeyler fısıldayabilirim hissine kapılıyorum. Çakmak çakmak gözlerine bakıp, kelimelerimi ve yakarılarımı onların kulaklarına fısıldayarak, bu sonsuz gecenin bitmesini onlardan dileyerek…

Sanki başımı azıcık bu tarafa çevirsem, karanlıkta ağzından ateş püsküren ejderhayı görebilirim; sokaklarında bilmem kaç başıboş köpeğin acı acı uluduğu, bilmem kaç milyon insanın terli çarşaflarında uyuyamadığı, sahici aşklar üzerine düşler kuramadığı ve içinde bilmem kaç huzursuz ateşin titrediği, geceye batan şehri kastediyorum.

Ben de bu şehrin bir parçasıyım, dik yamaçlardan geniş nehir ağızlarına yokuş aşağı tutunmaya çalışan bu şehrin sürüklenen bir parçası…”

Hayatında tutamaklar arayan biri için zor zanaattı, yokuş aşağı kayan bir şehrin parçası olmak.

Yamaçlara tırmanan maymun sürüsü gibi yüksek binaları, fareler gibi hızla çoğalan insanlarıyla bataklıklı bir çangılı andırıyordu şehir.

Sonra tıka basa dolu valizleri ile yeni yabancılar geldiler. Karıncalar sürüsü gibi dizilmişlerdi ufkun önüne. Göğüslerini tiril tiril ince kumaşların örttüğü uzun boylu, alımlı kadınlar bu şehre sözde soyu devam ettirmek için gelmişlerdi.

Neyle yaşadıklarını ve nerede geceyi geçirdiklerini kimsenin bilmediği, üstlerinde vahşi savanların tozu bu insanlar, ölü ormanlardan, bilinmeyen bir uzaktan koparak sahile doğru yürüyüşe geçtiler.

Sahilde uyuklayan ejderhaya gönüllü yem olmak için gelmişlerdi adeta. Üstelik ejderhanın düşmanca bakışlarını görmezden gelerek, onun tarafından yavaş yavaş yutulacaklarının madun bilinciyle yürüyorlardı sahile doğru.

Kasırgaların katil haydutlar gibi kudurduğu vakitlerde, bu felaket ne zaman sona erer, diye, en tatlı uykularından uyanıp kara kara düşünürdü Mahir.

Yokuş aşağı yuvarlanan şehrin deniz tarafından ne zaman yutulacağını, toprağın, insanların giderek artan ağırlıklarının altında çöküp,kendi içine ne zaman göçeceğini düşünürdü.

Azra ile karşılaştığından beri artık uyanmıyordu en tatlı uykularından. Son nefesini vermek için onu bu kilden dama getirdiğinden beri, tam sekiz gün boyunca baş ucunda ölmesini beklediği zamanlardan beri, korku ile endişe arasındaki farkı anladığı günden beri uyanmıyordu en tatlı uykularından.

Çünkü, denizin tabanına değecek kadar derine batmış bir adamın rahatlığı vardı üstünde. Çünkü dip ve dipsizlik oradaydı, daha ötesi yoktu, daha fazla boğulamaz, daha fazla batamazdı insan.

İyileri kendine alıp, kötüleri yeryüzüne bırakmıştı Tanrı. Oysa, ne de güzel güzel yaşıyorlardı birlikte. “Böceğim” diyordu ona. Bir uğur böceği gibi tünerdi parmaklarına.

Onu, daha çok, ince geceliğini giymiş, göğsünde çırpınan o küçük serçeyle temmuz gecelerinden hatırlıyordu. Türlü türlü çiçeğin tutuşan renklerle kırlara serildiği bir temmuz sabahında ilk nöbetine yakalanmıştı Azra.

İşte o gün, zamanın öte yakasına tam bir yıl sürecek bir yaz yolculuğu başlamıştı. Vedanın ilk ürpertisi yürümüştü Azra’nın yüzüne.

Azra’nın ölümüyle birlikte, Mahir’in yaşadığına, hatta var olduğuna dair son tanık da ayrılmıştı yeryüzünden.

Sekizinci günün sonunda, gözleri iki karanlık çukur gibi, sözcük tutmayan bir hüzün vardı yüzünde. Ve ahraz bir ölümsüzlükle dolaşıyordu ezelden beri odasında biriken sesler. Özellikle Azra’nın son sekiz gününün seslerini ve iniltilerini kaydetmişti zaman.

O gecedeki karanlık gökyüzünü unutmuyordu Mahir. Unutmuyordu, yüksek ateş nedeniyle solgun yüzünde boncuk boncuk beliren tuzlu ter damlalarını Azra’nın.

Unutmuyordu, uyuyan bebeği uyandırmak korkusuyla, parmak uçlarına basarak göğüs kafesinden sessizce ayrılan yaşamı, gidişiyle hayatının tam ortasında açılan derin obruğu, iplikleri birbirine dolanmış balıkçı ağından kendini kurtarmaya çalışırken umarsızca çırpınan mavi pullu küçük balığı…

“Cebimde camdan uğurböcekleri unuttuğum zamanlardı Azra. Aklımın gökyüzü kadar havada olduğu, kalbimin yerçekimine direndiği zamanlar. Gökten ölüm düştü sonra. O gün bugündür yerdeyiz. Dünya almıyor bizi içine. Ayıp sanıyorum, senden sonra yeni bir güne başlamayı. Bir çift dileğim var senden, kırma beni! Yağmur sonraları sadece benimkilere değsin parmak uçların, sadece bana sakla kavuşmak gibi gülmeyi…”

O gün dalgıç polisler getirilmişti nehrin sazlıklar ve hayıtlarla kaplı kıyısına. Önünde ne varsa deli akıntısına katarak sürükleyen nehrin içinde bir ceset belirmişti o gün. Anlaşılan, çaresizlik yakışmıştı zamana, Mahir’e ise karanlık nehrin suları…

Azra geceleri yüzünü avuçlayıp derin bir nefes gibi “sevgilim!” dedikçe işte o deli çağrının peşinden gitmişti Mahir.

Azra geceleri yüzünü avuçlayıp derin bir nefes gibi “sevgilim!” dedikçe, buğu buğu boşalmıştı sesler gökyüzüne ve o sesleri sonsuza kadar kaydetmişti Tanrı.


içindekiler    üst    geri    ileri   




 25