Boğucu ve nemli bir geceydi. Gök, yakamoz sürüsü kuyruklu yıldızlardan
kalabalık. Herkes kaydıklarını sanırken, parıltılı kuyruklarıyla aslında
zirveye koşuştururlar, gönül saraylarının en yüksek yerine tırmanmak
için…
Güneş kavruğu kırmızı kilden bir damın boşluğa bakan kenarında durmuş
dünyanın sonunu bekliyordu Mahir. Karanlık yüzlüydü zaman ve devasa
boruyu üflemek üzereydi İsrafil.
Simsiyah saçları, iri bedeniyle, sakallı bir ormancının, yaralayıp avluya
sürüklediği bir ayıya benziyordu. Ateşlenmiş ve kirliydi avuç içleri.
Kendi gövdesinden vahşi bir kaçış sırasında paralanmış, lime lime olmuştu
elbiseleri. Alacalı bulacalı camdan uğurböcekleri vardı cebinde. Onun için
altından da değerliydi bu boncuklar.
Sonsuz geceleri, metruk bir evin kilden damında geçiren bir geçimsizdi
Mahir. Ruhu paramparça bir adamdı. Geçmişi silinmiş biri. Oysa daha bir
yıl öncesine kadar onunla birlikte düşlemişti dünyayı. Şimdiyse bir
hiçti. Yok, yok, bir dilenciydi belki de. Kavurucu güneşin altında şefkat
dilenen, avutulamayan biri. Sokağın kuytusunda bir tutam sevgiye karşılık
satılığa çıkarır gibi ellerini, birbiri ardından teker teker vermek ister
gibi parmaklarını, avuç açan biri.
Sanki bir şey anlatmak istercesine, gece ve gündüz aralıksız titrerdi
dudakları. Belki de hiç kimsenin duymaya hazır olmadığı bir hikayeydi
anlatmak istediği. Şu karşıdaki denizden dalga dalga saldıran monsun
yağmurları dışında bir dinleyici bulması zordu hikayesi için. Bunaltıcı
ve uzun günah çıkarma merasimlerini bile sabırla ve dikkatle dinleyen
rahipler gibiydi monsunlar.
Şehre bir kuşbakışı, zamana mesafe ve daralan ruhuna mekân kazanmak için
gelirdi damın çatısına. Belki de sızılı hatıralardı, mesafe kazanmak
istediği.
Bazen burada durup şehrin huzursuz, titrek ışıklarını seyrederdi.
Bu damın üzerinde sanki kendi tarihinin temelinde durduğunu hissediyordu,
geçmişinin burada başlayıp geleceğinin burada bitmesi gibi, her şeyin
ezeli ve ebedi noktasında olmak gibi.
“Takımyıldızları bugün sessiz. Diğer gecelerden farklı olarak bu gece
bana alkış tutmuyorlar. Gözleri kıvılcımlı yine de. Onları seyrederken
sanki sonsuzluğun kulağına bir şeyler fısıldayabilirim hissine
kapılıyorum. Çakmak çakmak gözlerine bakıp, kelimelerimi ve yakarılarımı
onların kulaklarına fısıldayarak, bu sonsuz gecenin bitmesini onlardan
dileyerek…
Sanki başımı azıcık bu tarafa çevirsem, karanlıkta ağzından ateş püsküren
ejderhayı görebilirim; sokaklarında bilmem kaç başıboş köpeğin acı acı
uluduğu, bilmem kaç milyon insanın terli çarşaflarında uyuyamadığı,
sahici aşklar üzerine düşler kuramadığı ve içinde bilmem kaç huzursuz
ateşin titrediği, geceye batan şehri kastediyorum.
Ben de bu şehrin bir parçasıyım, dik yamaçlardan geniş nehir ağızlarına
yokuş aşağı tutunmaya çalışan bu şehrin sürüklenen bir parçası…”
Hayatında tutamaklar arayan biri için zor zanaattı, yokuş aşağı kayan
bir şehrin parçası olmak.
Yamaçlara tırmanan maymun sürüsü gibi yüksek binaları, fareler gibi hızla
çoğalan insanlarıyla bataklıklı bir çangılı andırıyordu şehir.
Sonra tıka basa dolu valizleri ile yeni yabancılar geldiler. Karıncalar
sürüsü gibi dizilmişlerdi ufkun önüne. Göğüslerini tiril tiril ince
kumaşların örttüğü uzun boylu, alımlı kadınlar bu şehre sözde soyu devam
ettirmek için gelmişlerdi.
Neyle yaşadıklarını ve nerede geceyi geçirdiklerini kimsenin bilmediği,
üstlerinde vahşi savanların tozu bu insanlar, ölü ormanlardan, bilinmeyen
bir uzaktan koparak sahile doğru yürüyüşe geçtiler.
Sahilde uyuklayan ejderhaya gönüllü yem olmak için gelmişlerdi adeta.
Üstelik ejderhanın düşmanca bakışlarını görmezden gelerek, onun
tarafından yavaş yavaş yutulacaklarının madun bilinciyle yürüyorlardı
sahile doğru.
Kasırgaların katil haydutlar gibi kudurduğu vakitlerde, bu felaket ne
zaman sona erer, diye, en tatlı uykularından uyanıp kara kara düşünürdü
Mahir.
Yokuş aşağı yuvarlanan şehrin deniz tarafından ne zaman yutulacağını,
toprağın, insanların giderek artan ağırlıklarının altında çöküp,kendi
içine ne zaman göçeceğini düşünürdü.
Azra ile karşılaştığından beri artık uyanmıyordu en tatlı uykularından.
Son nefesini vermek için onu bu kilden dama getirdiğinden beri, tam sekiz
gün boyunca baş ucunda ölmesini beklediği zamanlardan beri, korku ile
endişe arasındaki farkı anladığı günden beri uyanmıyordu en tatlı
uykularından.
Çünkü, denizin tabanına değecek kadar derine batmış bir adamın rahatlığı
vardı üstünde. Çünkü dip ve dipsizlik oradaydı, daha ötesi yoktu, daha
fazla boğulamaz, daha fazla batamazdı insan.
İyileri kendine alıp, kötüleri yeryüzüne bırakmıştı Tanrı. Oysa, ne de
güzel güzel yaşıyorlardı birlikte. “Böceğim” diyordu ona. Bir uğur böceği
gibi tünerdi parmaklarına.
Onu, daha çok, ince geceliğini giymiş, göğsünde çırpınan o küçük serçeyle
temmuz gecelerinden hatırlıyordu. Türlü türlü çiçeğin tutuşan renklerle
kırlara serildiği bir temmuz sabahında ilk nöbetine yakalanmıştı Azra.
İşte o gün, zamanın öte yakasına tam bir yıl sürecek bir yaz yolculuğu
başlamıştı. Vedanın ilk ürpertisi yürümüştü Azra’nın yüzüne.
Azra’nın ölümüyle birlikte, Mahir’in yaşadığına, hatta var olduğuna dair
son tanık da ayrılmıştı yeryüzünden.
Sekizinci günün sonunda, gözleri iki karanlık çukur gibi, sözcük tutmayan
bir hüzün vardı yüzünde. Ve ahraz bir ölümsüzlükle dolaşıyordu ezelden
beri odasında biriken sesler. Özellikle Azra’nın son sekiz gününün
seslerini ve iniltilerini kaydetmişti zaman.
O gecedeki karanlık gökyüzünü unutmuyordu Mahir. Unutmuyordu, yüksek ateş
nedeniyle solgun yüzünde boncuk boncuk beliren tuzlu ter damlalarını
Azra’nın.
Unutmuyordu, uyuyan bebeği uyandırmak korkusuyla, parmak uçlarına basarak
göğüs kafesinden sessizce ayrılan yaşamı, gidişiyle hayatının tam
ortasında açılan derin obruğu, iplikleri birbirine dolanmış balıkçı
ağından kendini kurtarmaya çalışırken umarsızca çırpınan mavi pullu küçük
balığı…
“Cebimde camdan uğurböcekleri unuttuğum zamanlardı Azra. Aklımın gökyüzü
kadar havada olduğu, kalbimin yerçekimine direndiği zamanlar. Gökten ölüm
düştü sonra. O gün bugündür yerdeyiz. Dünya almıyor bizi içine. Ayıp
sanıyorum, senden sonra yeni bir güne başlamayı. Bir çift dileğim var
senden, kırma beni! Yağmur sonraları sadece benimkilere değsin parmak
uçların, sadece bana sakla kavuşmak gibi gülmeyi…”
O gün dalgıç polisler getirilmişti nehrin sazlıklar ve hayıtlarla kaplı
kıyısına. Önünde ne varsa deli akıntısına katarak sürükleyen nehrin
içinde bir ceset belirmişti o gün. Anlaşılan, çaresizlik yakışmıştı
zamana, Mahir’e ise karanlık nehrin suları…
Azra geceleri yüzünü avuçlayıp derin bir nefes gibi “sevgilim!” dedikçe
işte o deli çağrının peşinden gitmişti Mahir.
Azra geceleri yüzünü avuçlayıp derin bir nefes gibi “sevgilim!” dedikçe,
buğu buğu boşalmıştı sesler gökyüzüne ve o sesleri sonsuza kadar
kaydetmişti Tanrı.