RÖPORTAJ - TANITIM

Semih Özcan 







BİREYİN KENDİYLE İLETİŞİMİ : Z KUŞAĞI



Cumhuriyetin ilk yıllarında olsaydı doğaldı. Batılılaşma anlayışı doğrultusunda Klasik Batı Müziği bir süre devlet desteği de gördü. Sonraki yıllarda bu destek gitgide azalsa da, en azından devletin televizyonunda bu müziğin belleklerde yer edinmesi sağlandı, çeşitli programlarla.. Özel sektörün sponsor olarak çeşitli etkinliklerde bulunduğu da gözlendi yine bu dönemde.

Özellikle 80 sonrası arabeskin yükselen egemenliğiyle Klasik Batı Müziği ciddi bir gerileme yaşadı. 90 sonrasındaysa özellikle yeni gelen kuşaklar için neredeyse ‘bilinemeyen bir müzik türü’ne dönüştü. Arabeskin ve genç kuşak için her zaman tanıdık gelen pop müziğin dışında farklı müzik türüne yönelme, önce protest sonra da bir tür onun da uzantısı niteliğinde rap müzikle sınırlı kaldı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında olsaydı doğaldı dedim, günümüzdeyse genç bir insanın böyle bir ortamda klasik müziğe yönelmesi, eğer müzisyen bir aileden gelmiyorsa ya tümden olanaksız ya da gerçekten de olağanüstü bir özellik gerektiriyor.

Tuna Tüney, işte bu olağanüstü kimliği kişiliğinde barındıran önemli bir isim.

11 Ağustos 2003 İstanbul doğumlu yani henüz 18 yaşında. Ailesinde müzikle profesyonelce ilgilenen yok. Klasik Batı Müziğiyle tek yakınlığı evde bu müziğin duyulabilmesi. Genelde müziğe olan ilgisi ise annesine ait olan bir orgla başlıyor. Ve o, daha çocuk yaşta Klasik Batı Müziğine yöneliyor. Altı yaşında piyano dersleri almaya başlıyor ve 9 yaşına geldiğinde İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı yarı zamanlı piyano bölümünü kazanan geleceğin başarılı bir piyanist adayıdır. Bu dönemde çeşitli kentlerde verdiği sayısız konser ve resitallerin yanısıra İstanbul ve İzmir Senfoni Orkestrası eşliğinde konçertolar seslendirmeye başladığında henüz 12 yaşındadır. Aynı konservatuarın tam zamanlı lise bölümünü de, yaşamında önemli bir yer tutacak olan Prof. Eser Bilgeman Şakir’in öğrencisi olarak bu yıl bitirir. Meraklısı için bir de dipnot; sadece iki hafta Almanya’da bulunmasına karşın, bu yaşta anadil düzeyinde Almanca, ileri düzeyde İngilizce ve başlangıç düzeyinde Rusça biliyor.

Yakın zamanda yaşamımıza yeni bir kavram girdi: Z Kuşağı. Tuna Tüney’in çalışmalarına baktıkça ve kendisiyle konuştukça, kendisiyle birlikte bu kuşağın yani kendi kuşağının ayırdedici özelliklerini daha iyi anlıyoruz. Çünkü kendisi kuşağının en başarılı temsilcilerinden biri. Zaten amacım da Z kuşağının zirveye yükselen, farkını ortaya koyan kimliklerini açığa çıkarmak. Tuna böyle bir yazı/röportaj dizisinin en başarılı ilk örneği olarak karşımda duruyor.

Öncelikle onu ve kuşağını tanımak için konuşmaktan çok yaptıklarına bakacaksınız. Zaten az konuşan biri. Hani ağzından cımbızla laf alınanlardan. Yaptıkları ise inanılmaz boyutlarda. Böylelikle ilk özelliği çıkıyor karşımıza. Sürekli çalışan, sürekli önüne amaçlar koyan ve bu amaçlara mutlaka ulaşan bir kişi ve kuşak. Orkestra eşlikli konserleri, resitalleri, davetli solist olarak katıldığı konserler; kazandığı ulusal ve uluslararası ödüller hiç de az değil. Şu an yaşı on sekiz ama ustalık sınıfı eğitimi aldığı hepsi birbirinden değerli hocaların sayısı on altı. Bunlardan biri de Moskova Tchaikovsky Konservatuarı’nda Prof. Ruvim Ostrovsky. Ve en önemlisi bu yıl lise sonrası lisans eğitimini yapması için Moskova’daki bu konservatuardan davet alıyor. Şimdi önünde bir büyük yol açılmış durumda. Dünyanın en önemli konservatuarında yüksek öğrenim hakkını kazanmış bir genç yetenek. Yalnız küçük bir sorun var; para. Bu yurtdışı eğitimini sağlayacak bir sponsora acilen ihtiyaç var. Bir zamanlar bu ülkede ‘dahi çocuklar yasası’ diye bir yasa çıkmıştı. Sonra bu yasa bir daha indirilmemek üzere rafa kaldırıldı. Özel sektör deseniz, bir dönem sanata da yatırım yapıyordu. Ama spor gibi çok karlı bir iş görmediğinden olsa gerek, o kesim de desteğini çekti. Kısacası, şu ya da bu şekilde bu dev olanağın kullanılabilmesi için sponsor şart.

Yeni, yepyeni bir kuşağın çok genç bir temsilcisi ama geçmişten hiç mi kopuk değil. Onlarla bağ kurmaya, yakınlık kurmaya çalışıyor. Ailesine göre çocukluğunda da yaşı ilerlemiş olanlarla daha iyi anlaşıyor.

‘’O bestecilerin yaşadığı kuşaktan farklı, bambaşka bir dönemde yaşadığımız bir gerçek. Fakat o bestecileri icra ederken elimden geldiğince bestecinin yaşadığı dönemi yaşatmaya çalışıyorum’’ diyerek bu durumu çok iyi özetliyor.

Tuna’nın piyanoyu çalışında kendine özgü, farklı bir yorum hemen hissediyorsunuz. Tuşlarından çıkan notalar kulağınıza değil, yüreğinize iniyor. Tüm hücrelerinizle notalarda dolaşıyorsunuz.

Bu da ister istemez repertuar seçimini akla getiriyor:

‘’Repertuar oluştururken kendine yakın bulduğun besteciler var mı?‘’ diyorum..

‘’Genelde repertuar oluştururken hocamın fikirleri büyük önem taşıyor. O dönemde bana en faydalı gelecek, eksiklerime odaklanacak şekilde bir eser seçimi yapıyoruz. Bunlar dışında çalışmaktan çok zevk aldığım bir besteci Bach diyebilirim.’’

İşte burada kendisinin ve yine kuşağının bir başka ayırdedici özelliğini veriyor.

Bizim kuşak ve bizden öncekiler kolay bulduğumuza, en azından rahatlıkla başarabildiğimize yöneldik. Aslolan başarılı ‘görünmek’ti. Oysa Tuna’nın anlayışında bir tür ‘’yüzleşme’’ var. Hani hep ağızlara sakız olur ya, evet, düpedüz yüzleşme bu. Kolaya kaçmak değil, zor olanı, zorlandığını repertuar olarak önüne koyabilmek. Ve bu zorla yüzleşerek, kitleler önünde onları yorumlayarak kolaya dönüştürmek. İşte bu bizde olmayan önemli bir özellik.

Bach konusuna gelince, farkında olmadan bir ortak beğeni noktamız çıktı kendisiyle. Hani bir film adı vardır, Brams’ı Sever misiniz? diye. İşte ben ne zaman bu adı duysam konuşmadan duramam. ‘’O da iyidir, hoştur ama ben Bach’ı daha çok severim’’ diye. Bach’ı yorumlayacak parmaklar tuşlara dokunuşta özel bir özen ister. En coşumcu sandığınız notaların arasına ilmek ilmek işlenmiş ince bir hüzün vardır. Ayrıntı vardır. Kolay lokma değildir Bach. Kulvar değil, yorum farkı ister.

Teknoloji anormal hızla gelişiyor, değişiyor. Özellikle dayattığı sanal alem, tüm dünya görüşlerini tersyüz edercesine yepyeni bir yaşam biçimine tıkıyor her birimizi. Teknolojideki bu ivme müziğe nasıl etki ediyor? Bunu sormadan duramazdım.

‘’Çok şeyin dijitalleştiği bu çağdan müzik de nasibini alıyor, tekno müzik gibi. Tüm alanlarda sanalın ağırlık kazanması da işin ayrı bir boyutu, pandemi koşullarına girmiyorum bile. Teknolojinin vardığı bu noktada müziğin geleceğini nerde görüyorsun?’’

‘’Dediğiniz üzere, birçok şey gibi müzik de çok gelişiyor. Fakat gelişiyor mu? Yüzyıllar önce yazılmış beş sesli fügler, inanılmaz senfoniler, danslar, operaların yerini bilgisayarda oluşturulan bir müzik tutabilir mi bilmiyorum. Bütün müzik dallarına saygım sonsuz, hepsinden faydalanmaya çabalıyorum. Fakat gelecekte de yine en yaratıcı olarak kalacak müziği, klasik müzik olarak görüyorum.‘’

Son soruya verilen yanıt, Tuna Tüney farkını çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Tuna ve içinde bulunduğu kuşağın, biz ve bizden öncekilerden ayrıldığı en temel nokta işte burası.

‘’Müzik için ‘iletişim kurma sanatı’ diyorsun. Peki içinde bulunduğun toplum sence iletişim kurmaya hazır mı? Kendi adına zorluk çekiyor musun? Kendini yeterince anlatabiliyor musun?’’

‘’Evet, müzik için iletişim kurma sanatı diyorum fakat bu iletişim sadece sandalyelerde oturup müziği dinleyenlerle olmak zorunda değil bence. Besteciyle de bir iletişim söz konusu. Hatta insanın kendisiyle de iletişimi çok büyük bir önem taşıyor bana göre. Bütün bunlar önünde olunca, iletişim kurulacak biri her türlü bulunabiliyor.’’

İşte aramızdaki en temel fark. Yıllardır iletişimsiz, kimseyle konuşmadan yaşadık. Konuşma sandığımız, geleneksel yapı içinde bize dayatılan sözleri karşımızdakine dayatmaktı. Çünkü en temel iletişimi tarihle ve kendimizle kuramamıştık. Yeni gelenler bizim yapamadığımızı yapıyor.




içindekiler    üst    geri    ileri   




 13