Öykünün, diye başlasam olmazdı. Masal da diyemiyordum, çünkü masallar
eninde sonunda herkesin yüzünde bir gülümseme oluştururdu. Öykünün özgül
hüznü, masalın akıldışı neşesi işimi görmezdi. Belki hikâye. Mutlaka
hikâye. O, kederi de alırdı içine gülüşü de. Yeterli miydi, emin
olamıyordum. Sonuçta, iyi yönetilememiş duyguların ve hepten yetersiz
kalmış düşüncelerin bozduğu bir grup insandık. Ve bu grubun yaşamının
kenarından köşesinden geçen veya dip köşe aldırmadan tam ortasından
vurup, vurduğu yerde bir göçük oluşturan bir olayın hikâyesini anlatmaya
cesaret edecek - şimdilik - benden başka kimse yoktu. Diğerlerinin
kendilerine bile diyemediklerini, diyemedikleri o yerden – zihnin sotası
mı desem, kalbin zulası mı yoksa – çıkarıp ve daha çok kurup açık
edebilecek tek kişiydim. İlkin öykü demeye niyetlenmiştim. Öyküleştirme
çabasının dilime, bir türlü yok edemediğim bir şiirsellik eklemesinin
başıma bela açacağını, haddini aşan cümlelere meyletmeme neden olacağını
nihayetinde fark etmem, iyi oldu. Özgül olanın bir ilineğe dönüşmesi,
haksızlık olurdu. Hepimiz için. Kendimi derhal durdurdum. Masalsı bir
yanı yok değildi, ama olan bitenden sorumlu tutacağım bir kötü adam
bulamayacağım gibi, öyle birini yaratamazdım da. Fenası iyi adam da
yoktu. Canavarlar vardı ama. Canavarlaşmış arzular. Bizi biz olmaktan
çıkarıp, biz olmayan bir dolu sözü bize ekleyen ağzı ateşli ejderhalar.
Yok, masalın altından kalkamazdım. Geri dur, dedim kendime. Yapabildiğini
yap. Becerebiliyorsan, işte hikâye şuracıkta! Hikâyeye soyundum. Onun da
zor olacağını düşünememişim. Zorluk bendendi. Bu yüzdendi işte o sıkıntı.
Belliydi. Sıkıntı büyüyecekti. Belli olmayan, ne kadarlığına beni içinde
tutacağıydı. İçinde olmak, aynı kalmamak demekti. Beni dönüştürecekti.
Ondandır, Kant’ın tanımladığı “analitik doğrular“gibi hissediyordum
kendimi bir süredir. Neresinden baksan kendine çıkan, söylenmişin içinde
söylenmemiş bir şey barındırmayan o aleni önermelerden farksızdım: “Bütün
babalar erkektir.” Yüklemin özne içinde içerilmiş olması. Analitik bir
doğru, hadi önerme diyelim buna, olmanın üzerime tam oturduğunu
görebiliyordum. Hiçbir potluk yoktu, ne de bir sarkma vardı. Tamı tamına
böyleydim. Doğaldır ki sıkıntının büyüyecek gibi görünmesi, sıkıntılı bir
durum değildi nazarımda. Bütün sıkıntılar sıkkınlık içerir. Yıllardır ilk
kez bir mayıs ayının içinde olmak heyecan duymama neden olmuyor; yanında
geçtiğim hanımellerinin, iğdelerin, ıhlamurların yaydığı kokular
hafifmeşrep bir gülüşü yüzüme yapıştırmıyor, öğleden sonraları
indiriveren yağmurlar tenime değmiyordu. Bu da sıkıntı değildi, sebebini
üç aşağı beş yukarı bilir gibiydim. Sebebi dile dökebiliyorsanız en
azından bir sentetik doğrunuz var demektir ki, bu ferahlıktır zihne.
Anlatılması gerekeni anlatmanın yolunu bulamamak, ki bu ilk oluyordu
bana, usulca hikâyeden utanmaya başlamama neden oluyordu. Ben utanırsam,
diğerleri silinip giderdi. Endişe etmeme kızıyordum bir yandan da.
Silinmeye, silinip gitmeye razı gelmişlerse kendileri bilirdi. Ben
kendimden mesuldüm. Bizden değil. Biz deyince, manzara komik görünüyordu:
Hikâyeyi kuramayan ben, öyküsünü anlatamayan öteki, masalı reddeden
diğeri. Yaşamasızlık engeli, canımıza okumuştu besbelli. Analitik
varlığımı kabullenip, sentetik cümlelerimi ceplerime gizleyip, başımı
alıp zihnimin sessizliğine çekilmem gerektiğini görmüştüm nihayetinde.
Hikâyeyi durdurdum, öykü ve masalı sahiplerine terk ettim. Ama umudumu
yitirmedim. Eğer anlatılması gerekiyorsa, illa anlatılacaksa… Bildim ki,
günü geldiğinde her birimizin birer hikâyesi, birer öyküsü, birer de
masalı olacak. Yettiği kadar keder, yüzümüzün aldığınca gülüş,
belleğimizin gücü kadar şiir. Sebebini üç aşağı beş yukarı bilir
gibiydim. Sebebi dile dökebiliyorsanız en azından bir sentetik doğrunuz
var demektir ki, bu ferahlıktır zihne.
dizin
üst
geri
ileri
4
SÜJE
/
Melek Ekim Yıldız /
yirmi beş eylül iki bin on sekiz
/
30