HERKESİN
KİTAPLIĞINDA BULUNMASI GEREKEN BİR BAŞYAPIT :
AİLENİN, ÖZEL MÜLKİYETİN VE DEVLETİN KÖKENİ
Marxist kuramın en önemli kitaplarından biridir Engels’in bu çalışması.
Yayımlandığı günden beri sürekli ilgi görmüş, neredeyse bütün dünya
dillerine çevrilerek ilgiyle okunmuştur.
Engels, bu yapıtında tarih öncesi uygarlık aşamalarını “yabanıllık’’ ve
“barbarlık’’ başlığıyla derinlemesine inceledikten sonra, ikinci bölümde
müthiş değer taşıyan “aile’’ kavramına değinir; bu yapıtın en önemli
saptamalarını da bu bölümde vererek alışılagelmiş ataerkil anlayışı deyim
yerindeyse ters-yüz eder:
“Öncelikle kadının ikincilliği, evrensel, öncesi belli olan-sonsuz bir
durum değil, üretim ilişkilerinin karmaşık biçimlenişi içerisinde oluşan
tarihsel-toplumsal bir olaydır.
Bu ikincillik, kadının maddi yaşam araçlarının üretimi ve yeni kuşakların
üretimi süreçleri içerisindeki konumuyla bağlantılı olarak
biçimlenmiştir.
Geçim kaynaklarının ortaklaşa olarak geliştiği küçük ölçekli toplumlarda
gerek bireyler, gerekse toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki ilişkilere
eşitlik ilkesi damgasını vurur.
Her durumda, özel mülkiyet ve devletin biçimlenişiyle kadın cinsinin
ikincilleşmesi arasında bir koşutluk saptamak söz konusudur; toplumsal
olgular bunu yeterince kanıtlamıştır.”
Engels’in bir başka önemli görüşü, kadın-erkek eşitsizliğinin özel ve
kamusal alanlar ile ilkinin kadınlara, ikincisininse erkeklere özgü
kılınacak biçimde ayrışması ve kamusal alanın özel alan karşısında
öncelik kazanmasıyla bağlantısını keşfetmesidir. Kendi deyişiyle,
“Yabanıl savaşçı ve avcı, hane içerisinde ikincil yeri işgal etmekten ve
kadına öncelik tanımaktan mutluydu. Daha “kibar” çoban, servetine
dayanarak ön plana çıkıp kadını geri plana itti. Kadın bu durumdan
yakınamazdı. Aile içerisindeki işbölümü, erkek ile karısı arasındaki
mülkiyet dağılımını düzenlemişti. Bu işbölümü değişmeyecek, ancak aile
dışındaki işbölümü değiştiği için eski domestik ilişkiyi altüst edecekti.
Eskiden kadını hane içerisinde üstün kılan nedenin kendisi, yani domestik
işlere hasredilmiş olması, bu kez hane içerisinde erkeğin üstünlüğünü
gündeme getirmişti: kadının ev işi erkeğin geçimi sağlamadaki çabası
karşısında önemini yitirdi. İkincisi her şeydi, ilkiyse önemsiz bir
katkı…”
Engels’e göre; “yabanıllık’’, doğa ürünlerinden onları hiç değiştirmeden
yararlanmanın ağır bastığı dönemdir. “Barbarlık’’, hayvan yetiştirme,
tarım ve insan faaliyeti sayesinde doğal ürünlerin üretimini arttırmayı
sağlayan yöntemlerin öğrenilmesi dönemidir. “Uygarlıksa’’, insanın doğal
ürünleri hammadde olarak kullanmayı öğrendiği dönem; sanayi ve ustalık
dönemidir. Kadının toplumsal kimliği de tam bu aşamalarda belirlenerek
günümüze kadar gelir.
İnsanlığın gelişimindeki belli başlı üç aşamaya denk düşen, belli başlı
üç evlilik biçimi saptanmıştır: Yabanıllığa grup halinde evlilik,
barbarlığa iki-başlı evlilik, uygarlığa ise tek-eşlilik denk düşmektedir.
Engels, tek-eşliliğin eş aldatma ve fuhuşla ‘tamam’landığını da araya
sıkıştırmadan edemez.
Grup halinde evlilik, erkekler sınıfıyla kadınlar sınıfının blok halinde
evliliğini ifade etmektedir. Evlilik ve cinsel ilişki konusunda,
akrabalığa dayanan bir takım yasaklamaların söz konusu olması ile grup
halinde evlilik olanaksızlaşmış ve bunun yerini iki-başlı aile almıştır.
Bu tür bir evlilikte bir erkek, bir kadınla yaşar ama çok-karılılık
hakkına da sahiptir. Yine de iktisadi nedenlerle bu durum çok rastlanır
değildir. Kadından beklenense tam bir sadakattir. Evlilik bağı, iki
tarafça da kolaylıkla çözülebilir ve çocuklar anaya aittir.
Engels’e göre iki-başlı aile, barbarlık döneminin tipik, belirleyici aile
biçimidir. Bu türden bir aileyle, aile kurumu kendi evrimini
tamamlamıştır. Artık başka bir aşamaya geçilebilmesi için başka
‘devindirici güçler’e gereksinim vardır. Bu gereksinim, üretim
ilişkilerindeki gelişmelere koşut olarak ortaya çıkan yeni ‘toplumsal
güçler’le karşılanmıştır.
İki-başlı ailenin anayurdu Amerika’dır. Yeni aile türünün anayurdu ise
farklı toplumsal gelişmeler için gerekli koşulları sağlayan Eski
Dünya’dır.
Hayvanların evcilleştirilmesi ve sürüler yetiştirilmesi, bu kıtada
zenginlik kaynağını geliştirmişti. Bu gelişmeyle birlikte avcılık bir
zorunluluk olmaktan çıkmıştı. İşte bu zenginlik kaynağı, yeni toplumsal
ilişkilerin de başlangıcını oluşturdu.
Ortaya çıkan yeni servetin mülkü, ilk olarak topluluğa (kitaptaki
ifadesiyle ‘gens’e) aitti. Ancak henüz çok erken dönemlerde bile, sürüler
aile başkanlarının özel mülkiyetine geçmişti. Engels burada müthiş
saptamasını yapar: ‘’Kölelerde olduğu gibi…’’
Hiç kuşku yok ki kölelik de, yeni ve ileri bir aşamanın ifadesiydi. Zira
aşağı aşamadaki bir barbar için kölenin bir anlamı yoktu. Düşman
yenilirse, erkekler ya öldürülür ya da topluluğun yeni üyesi olarak
yaşamını sürdürürdü. İnsan emek-gücünün kendine yetenler dışında bir
artı-değer yaratabileceği araçlar ve üretim modeli henüz yoktu.
Oysa; hayvancılık, madenlerin işlenmesi, dokumacılık ve tarım,
emek-gücüne bir değişim değeri de kazandırmaktaydı.
Sürüler aile mülkiyetine geçince, sürü kadar hızlı çoğalamayan aile, yeni
emek-gücüne gerek duyar oldu. Bu gereksinim de kölelik kurumuyla
karşılandı.
Yeni üretim ilişkileri eski iki-başlı evlilik kurumu ve analık hukukuna
büyük darbe vurdu. Bu dönemdeki işbölümü uyarınca erkek, yiyeceği ve
bunun için zorunlu çalışma aletlerini sağlamakla yükümlüydü. Dolayısıyla
üretim araçlarının sahibi erkekti. Evliliğin bozulması durumunda erkek,
sahip olma sıfatıyla, üretim araçlarını, hayvan sürüsünü ve köleleri
götürebiliyordu. Ancak işin garibi, hali hazırda geçerli olan töreye göre
çocuklar onun mirasçısı olamıyorlardı.
Servetlerin artışı, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli
bir yer kazandırıyor; bir yandan da geleneksel miras düzenini çocuklar
yararına değiştirmeyi zorunlu kılıyordu. Çünkü birikmiş servet aile
içinde kalabilmeliydi. Bu noktada ortaya çıkan mülkiyet, erkek egemen
toplum ilişkisi ile erkek egemen-miras ilişkisi dikkate değerdir. Zira
soy zinciri anaya bağlı kaldıkça, miras yoluyla servetin aile içinde
kalmasının düzenlenmesi söz konusu değildi. Öyleyse ilk değiştirilmesi
gereken buydu. Böylelikle kadın tarafından hesaplanan soy zinciri ve
analık miras hukuku kaldırılıp, yerine erkek tarafından hesaplanan soy
zinciri ve babalık miras hukuku kuruldu.
Evlilik ile miras arasındaki ilişkinin netleşmesi bakımından Engels’in
verdiği örnek gerçekten çok çarpıcıdır. Buna göre, çocukların hukuksal
mirastan yoksun bırakılamayacağı yani saklı payının bulunduğu ülkelerde
çocuklar, evlenebilmek için ana-babasının onayını almak zorundadır.
Evlenebilmek için ana-babanın onayının gerekmediği İngiltere gibi
ülkelerde ise ana-babanın, belki çocuğun evleneceği kişiyi belirleme
hakkı yoktur ama, tam bir vasiyetname özgürlüğü vardır. Yani her iki
biçimde de bütün sistem, mirası elde edecek kişinin sıkı denetimini
sağlamaktadır.
Engels’in şu saptaması, bugün bile yüzümüzde bir tokat gibi patlamıyor
mu? “Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi
oldu. Evde bile, yönetimi elinde tutan erkektir. Kadın aşağılandı,
köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının
özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da klasik çağda görülen
bu aşağılanmış durumu, giderek süslenip püslendi, aldatıcı görünüşlere
sokuldu, bazen yumuşak biçimler altında saklandı; ama hiçbir zaman
ortadan kaldırılmadı.’’
Bu gelişim içerisinde ortaya çıkan yeni aile tipi tek-eşli ailedir.
Babaları kesinlikle bilinen çocuklar yetiştirmek üzere erkek egemenliği
üzerine kurulmuştur. Babalığın kesin olarak bilinmesi gereklidir çünkü
çocuklar, dolaysız mirasçı olarak bir gün babalarının servetine sahip
olacaklardır.
Bu evlilik tipinde evlilik bağı sağlamlaşmış, tarafların ikisinin de
istedikleri zaman kolayca çözemeyecekleri bir duruma gelmiştir. Kural
olarak bu bağı sona erdirmek erkeğe tanınmış bir haktır.
Tek-başlı aileye ilk olarak Yunan’da rastlanır. İlkçağın en uygar ve
gelişmiş halkı içinde tek-eşlilik, hiçbir biçimde bireysel cinsel aşkın
meyvesi değildir. Evlilik, eskiden olduğu gibi büyükler tarafından
kararlaştırılmaktadır. Yani evlilik doğal koşullar değil iktisadi
koşullar üzerine kurulmaktadır.
Alman İdeolojisi’nde Marx’la birlikte ilk işbölümünü erkekle kadın
arasında döl verme bakımından yapılan işbölümü olarak saptayan Engels,
“Tarihte kendisini gösteren ilk sınıf çatışmasının, erkekle kadın
arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle;
ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına
alınmasıyla ortaya çıkmıştır. Karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel
ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra,
günümüze kadar uzanan ve bazılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının da
acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda
görece bir gerileme olduğu çağı açar. Karı-koca evliliği, uygarlaşmış
toplumun hücre biçimidir!” diyerek bir anlamda taşı gediğine koyar.
Yani kurumlaşan karı-koca evliliği, beraberinde ‘hetairisme’yi olduğu
kadar ‘eş aldatma’yı toplumsal bir kurum haline getirir. Engels bu
aldatıcı aile kavramıyla şöyle alay eder: “Üç bin yıllık karı-koca
evliliğinin vardığı yüce sonuç işte budur!”
Durmuş-oturmuş ve erkek egemenliği altındaki karı-koca evliliği, özü
gereği karşılıklı aşkı olası kılamıyordu. Çünkü evlenme akdi, büyüklerin
düzene koyduğu bir uzlaşma işi idi. Cinsel aşk yönetici sınıflar için,
tarihsel bakımdan ilk kez, ortaçağın şövalye aşkı olarak ortaya çıktı ve
tahmin edilebileceği üzere karı-koca evliliği ile hiçbir ilgisi yoktu.
Evlilik her halükarda, eşlerin sınıfsal durumu üzerine kurulmuştur; bu
şekliyle bile tarafların dışında kararlaştırılmış olma özelliği taşır.
Evliliğe ilham veren tek şey, mülkiyetin sürekliliğinin sağlanmasıdır.
Kadının değeri, mülkiyet ile ölçülmektedir ve yapacağı evliliğin sahibi
egemen sistemdir.
Egemen sınıflar için evlilik ilk olarak siyasal bir iştir. Çünkü yeni
birleşmelerle gücünü artırmak için iyi bir olanaktır. İkinci olarak
iktisadi bir iştir. Salt bir ‘sözleşme’ olarak evlilik hukuksal bir
‘işlem’dir. Sözleşmenin kurulabilmesi için belirlenmiş geçerlik koşulları
vardır, bu koşullardan hiç biri aşktan söz etmez.
Oysa evlenmenin her şeyin üstündeki tek nedeni, kadın ve erkek tarafların
birbirlerine duydukları karşılıklı aşk olmalıdır. Ancak aşk, egemen
sınıflar arasında ya hiç görülmemiş ya da sadece romanlara konu
olabilmiştir.
Yükselen burjuvazi, kurulu pek çok düzeni sarsarken, evlenme konusunda da
tarafların özgür seçiminin varlığını ön koşul olarak getiriyordu. Yine de
bu seçme özgürlüğü, kendi sınıfları içinde yapacakları tercihle
sınırlıydı. Karşılıklı aşk ve özgür iradeye dayanmayan evliliklerinse
ahlaksızca olduğu ilan edilmiş oldu. Engels,
böylelikle aşk evliliğinin
bir insan hakkı olarak kabul edildiğini belirtir. Ancak ona göre, bu
hakkın, diğer bütün insan haklarından bir farkı vardır. Diğer insan
hakları pratikte sadece egemen sınıfa, burjuvaziye özgü haklar olarak
kalıyorken; kadın-erkek ilişkilerinde iktisadi etkiler altında bulunan
egemen sınıf gerçekten özgür ve aşka dayalı evlilik yapma hakkından
aslında yoksun kalmaktaydı. Bu özelliğiyle ‘aşk hakkı’ sadece ezilenlere,
mülksüzlere, yoksunlara özgü bir hak olarak tektir!
Engels’in şu saptaması, artık iyice çürümüş mülkiyet ilişkilerine
tarihsel bir tokat gibidir: “Evlilik akdinde özgürlüğün tam ve genel bir
biçimde gerçekleşmesi için, kapitalist üretim ile bu üretimin kurduğu
mülkiyet koşullarının ortadan kaldırılmasının, bugün bile eşlerin seçimi
üzerinde o kadar büyük bir etkisi bulunan bütün ikincil iktisadi
düşünceleri bir yana attırması gerekir. O zaman, karşılıklı aşktan başka
hiçbir neden kalmayacaktır.”