Distopik Boşluk
“ Bir efsaneye göre, yılanların en zeki olanları kalbini bedeninden
ayrı bir yere gizler. Bu yüzden bir yılanı öldürmeye kalkışacaksan,
dışarıda olduğu bir gün yuvasına gitmen ve atan kalbini bulup iki parçaya
ayırman gerekir. “
Kedi sobanın önüne atılmış minderin üstünde uyuyordu. Soba, sıcak hava
üfleyen, yeni nesil elektrikli sobalardandı ve oldukça küçük olan salonu
ısıtmaya yeterli oluyordu. Kedinin beyazlığı, üzerinde uyuduğu minderin
kırmızısı ile daha da belirgin bir hale gelmişti. Dışarıdaki fırtına
şiddetlenip, yağmurun ama en çok dalgaların sesini yükselttiğinde kedi
gözlerini açıp, başını kaldırdı. Sessiz bir miyavlayış döküldü ağzından.
Gücüm yetmez ki, diyen bakışlarını görebilse hoşuna giderdi, o esnada
kedinin karşısındaki kanepede uyumakta olan Nazlı’nın. Üstüne aldığı
battaniyeye sıkıca sarılmış, başı kanepenin yastığından yana düşmüş
uyuyordu. Okurken uyuyakalmış olmalıydı ki, göğsündeki açık sayfası soluk
alışverişleriyle hafifçe titriyordu. Adı Nazlı’ydı. Dışardaki fırtınaya
karşın uyuyabilmiş, dingin soluklanışıyla kediyi de uykuya sürüklemişti.
Kedi evin verandasına asılmış rüzgâr çanlarının sesinden hoşlanmıyor,
fırtınanın etkisiyle yükselen sesini duymamanın çaresini bulamadığından
uykuya sığınıyor gibiydi. Nazlı’nınkinin aksine rahatsız bir uykuydu onun
ki. Önünde yattığı sobanın yaydığı sıcaklığın keyfini alaşağı eden çanın
sesi canını sıkıyor gibi arada bir gözlerini açıp, huzursuzca
kırpıştırıyordu. Gün çekilip, hava kararalı çok olmuşsa da henüz saat
erken sayılırdı. Patilerini öne uzatıp gerinen kedi, kalkmakla yerinde
kalmak arasında ikircikli bir titreyişteyken, Nazlı’nın uykusunda
mırıldandığını işitip dikkat kesildi. Sarı – yeşil gözlerini dikkatle
üzerinde gezdirdi. Oraya gidip, ayakucuna çıkıp uzanmakla yerinde kalmak
arasında kararsız kalmış gibiydi. Hareketlenecekken yükselen dışarısının
uğultusu olduğu yere sinmesine neden oldu. Birkaç gün öncenin erken
baharını andıran havası aklına düştü o sıra.
Birkaç gün öncenin erken baharı andıran havası, o günün sabahında yerini
çok da soğuk olmayan bir yağmura bırakmıştı. Çalıştığı binadan çıktığında
hızını azaltmış yağmurun altında biraz yürümenin iyi geleceğini
düşünmüştü Nazlı. İçinde yükselen bunaltıyı bir parça hafifleteceğini
düşünmüştü çok da uzun sayılmayan yürüyüş mesafesinin. Çantasındaki
şemsiyeyi çıkarmamasının sebebi içini karartan günü, her adımda ve
saçlarının arasına düşen her damlada geçtiği yollara serpebileceği umudu
olmuştu. Zihninde dolanıp duran fikri içsesi fısıldamıştı beklenmedik bir
anda. Kendine yakalanmış hissetti, içsesinin reddedemeyeceği cümleyi
işittiğinde: belirgin bir biçimde bir distopyanın içindeymişsin gibiydin;
saklama, yok sayma, bir yolunu bul! Doğruydu. Sıkışma, bir dakika daha
dayanamayacakmış gibi hissetme, o boğulma duygusu. Böyle devam edemezsin,
demişti içses peşinden. Bunda da haklıydı. Yürümeyi sürdürürken bir
yandan da seçenekleri düşünmüştü. Her şeyi bırakıp, ara verme diyelim
hadi buna, uzaklaşabilme olasılığını tartmıştı bir yandan da. Olurdu
olmazdı derken yağmurun hızlanıp, kendisini enikonu ıslattığını fark
edememişti. Yanından geçen, şemsiyelerinin altına sığınmış insanların
bakışlarını da gördüğü yoktu. Gidersin gidemezsin, gidilir gidilmez,
yapılır yapılmaz tartışması süredururken içinde, onu eve götürecek araca
bineceği durağa ulaşmıştı. İlk kez sabırsızlanmamış, bir an önce eve
ulaşmayı istememiş, araca binip kitabını açıp okuma arzusu duymamıştı.
Boş, görmesiz bakışlarını yağmur damlalarının düştüğü küçük su
birikintisine dikmişti sadece. Bilmesi gerektiğini düşünmüştü: Distopya
olduğum yer mi, yoksa içim mi?
Ertesi gün harekete geçmiş; istifa dilekçesini – sözleşmeyi ihlal ettiği,
bunun sonuçları olacağı tehditlerine kulak tıkayarak – şirkete teslim
etmiş, annesinden evin anahtarını ve bitmeyecek gibi gelen talimatları
almış, kediyi ve eşyalarını hazırlamış yola düşmüştü. Yağmurlu bir
akşamüstünde başlamış bir yolun gerçekte nerede sona ereceğinin
bilinmemesinden kaynaklanan çekiciliğine bırakmışlardı kendilerini. Nazlı
da kedi de. Kedinin huysuzluk etmemesini, nereye gideceklerini sezmiş
olmasına bağlamıştı Nazlı. Denize mesafesini güvenli, suyun sesini
istenir bulduğu o evi hep sevmişti kedi. Şehirdeki apartman dairesinde
kovaladığı hayali yaratıkların yerini, gittikleri evin bahçesinin gerçek
varlıklarına bırakıyor olmasının yanında, tırmanacak bir dolu ağacın
varlığı da etkendi bu sevgide.
Eve ulaşma, yaşanılır hale getirme, hava koşulları için düzenleme derken
on gün geçmişti. Birkaç gün önce başlayan yağmurların fırtınayı
çağırabileceğini düşünmediklerinden eve kapanmak her ikisinin hoşuna
gitmedi önce. Sonra, sobanın yaydığı sıcakla gevşeyen okumalar,
gerinmeler, uzunlu kısalı uykular, huzurlu huzursuz rüyalar başlayınca
bundan da keyif almayı öğrendiler. Evin önündeki büyük limon bahçesinin
sahibi olan huysuz ihtiyarın torunu Ayşegül’ün önce temkinlilikle, sonra
kabullenme ve daha da sonrasında memnuniyetle karşılanan ziyaretleri
günün eğlencesine dönüşmeye başladı. Lisenin ilk yılını okuyan Ayşegül
için bu beklenmedik ikili, hayatındaki önemli bir değişiklik olmuştu.
Önceleri belirgin bir çekingenlik hissetmiş ve Nazlı’nın ama daha çok
kedinin soğuk duruşlarına aldırmayacak ölçüde ilginç bulmuştu onları.
Ziyaretlerindeki inadı, kabullenmeye ve hoş karşılanmaya dönüştüğünde,
vazgeçmemiş oluşuna sevinmişti içten içe. İçeri buyur edilip oturduğunda
ayaklarının dibine gelip kendini sevdirmek için debelenen tombul kediyi
okşarken de, Nazlı’nın kentten getirdiği kitapları karıştırırken de
inadında haklı olduğunu anlıyordu. Eli boş gelmiyordu. Bazen birkaç köy
yumurtası, biraz keçi sütü, dedesinin bahçesinden – besbelli habersiz –
topladığı henüz sarıya dönmemiş limonlardan getirmiş oluyordu her
seferinde. Nazlı bunu yapmasına gerek olmadığını söylese de, Ayşegül
orada geçirdiği keyifli, uzun ve her seferinde yeni bir şey öğrenmeyle
sona eren saatlerin karşılığını vermek zorunda hissediyor olmalıydı
kendisini. Kediyi eğlenceli buluyordu. Nazlı’nın bakışlarındaki, adını
koyamadığı, üzünce benzer solgunluğu anlamlandırması gerektiğini
düşünüyordu. Çok konuşkan değildi Nazlı. Genellikle Ayşegül’ün hevesle
anlattıklarını cansız bir tebessümle dinliyor, akıl istendiğinde
çoğunlukla sessiz kalıyor ama yine de Ayşegül’ün varlığından rahatsız
olmuşa benzemiyordu. Nazlı’nın sabah saatlerinde sahilde uzun yürüyüşler
yaptığını annesinden duymuştu, o vakitte okulda olma zorunluluğu canını
sıkıyordu bunu duyduğundan beri. Okul sonrası uğradığı günlerden birinde,
Nazlı eline kitap tutuşturup, hadi biraz okuyalım dediğinde, okuldaki
zorunlu okuma saatlerinde duyduğu sıkıntıyı duymadığını fark edip
şaşırmıştı. İlk kitabı ikincisi izlemiş, okul sonrası Nazlı’nın demleyip
ince belli bardaklara doldurduğu çay eşliğinde sessiz sessiz okumayı
sevmeye başlamıştı. Nazlı’nın müzikten uzak durması dikkatini çekiyor,
nedenini sormaya cesaret edemiyordu. Tıpkı onu üzen, belki de bu kış
vakti buraların ıssızlığına sürükleyenin ne olduğunu soramadığı gibi.
Distopya’sını içinde getirmişti elbette. Bunu daha ilk günlerinin
sabahında sahilde yürürken fark etmişti. Karanlık ve boşluk duygusu,
varlığını ilk hissettirdiği gün olduğu gibi, oradaydı yine. İçine
çöreklenmişin uzun tarihini gözden geçirmenin ve sonrasında onu olması
gereken yere, tarihin derinliklerine gömmenin kolay olmayacağının
farkındaydı. Önemli olan yapabilir hale gelmekti. Geldiği yerin ek
sıkıntılarından sıyrılırsa, asıl problemle saf bir karşılaşmayı mümkün
kılabilirse, devam edebilecek gücü toplayabileceğini düşünmüştü. Belki de
henüz erkendi. Kendinden çıkardığı, belli ki hayati, bir şeyin yerine
konulabilirliğinin imkânıydı ihtiyaç duyduğu. Hissizliği ürkünç boyutlara
ulaşmasa belki buna soyunmayı aklına getirmeyecek, kendisini kaplamasına
izin verdiğinin, deyim yerindeyse tarafından işgal edildiğinin varlığına
alışarak yaşamayı öğrenecekti. Ne pahasına?
Fırtınaya eklenen gök gürültüsüyle sıçradı uykusundan Nazlı. Aynı anda
kedi de. Bakışları buluştu ama Nazlı’nınkiler hala uyur uyanıklığın
sersemliğindeydi. Hafifçe doğruldu. Ağrıyan boynunu ovuşturdu. Kalkıp
pencereden dışarı baktı. Ağaçlar tutunduğu kökten her an ayrılacakmış
gibi sarsılıyor, gök delinmişçesine yere akıyordu. Ürktü gördüğü
manzaradan, perdeyi çekti. Saate baktı, genelde bu saatlerde Ayşegül
gelirdi bir koşu. Kolunun altında ders kitapları, gözlerinde gülücüğü
eksik olmayan bir ışıkla. Bu havada gelemez, diye seslendi kediye. Kedi
oyun arkadaşından mahrum kalacağının bildirilmesine surat astı, gidip az
önce Nazlı’nın boşalttığı kanepeye kıvrıldı. Gök patladı o sıra.
Şiddetinden daha korkunç olan elektriğin kesilip, onları karanlık ve
üşüme tehlikesiyle baş başa bırakmasıydı. Mum arandı, mum bulundu. Panik,
çakmağı üçüncü çakışında ancak yakabilmesine neden oldu. Sonunda yanan
mumun getirdiği görece aydınlıkta bakındı çevresine. Loş ışık, zaten
küçük olan salonun biraz daha küçülmüş görünmesinin nedeniydi. Canı sıcak
bir şey, yani çay istedi. Üşenmeyip demlesem mi yoksa sallama çaya razı
olsam mı diye düşündü. Sallama çay, kent sabahlarına özgüydü. Kısıtlı
zamanda, alelacele ağza atılan birkaç lokmayı ıslatıp, çay içmeden evden
çıkmadım avuntusunu yol boyunca yanında taşımak için vardı. Mutfağa geçip
çayı koydu. Çalmaya başlayan telefonun sesi kediyi yine uyandırdı.
Ekranda Ayşegül’ün adı belirince şaşırdı. Bu saatte gelmeye kalkmasın
deli kız, diye düşündü. Nazlı abla seni merak ettim, iyi misin diyen sesi
endişesini yatıştırdı. Elektrik de gitti, korkmadın değil mi, diye
soruyordu. İyiyiz, dedi. Merak etme. Ürkütücü bir gece, diye ısrar etti
Ayşegül. Böyle gecelerin ne getireceği belli olmaz. Kızın zaman zaman
böyle yaşından büyük sözler etmesi şaşırtıyordu Nazlı’yı. Bakışlarında da
doğal bir bilgelik gizliyor gibiydi. Nazlı’ya bakarken, onun
göremediklerini gördüğünü düşündüren bir ışık parlıyordu gözlerinde.
Elinden geldiğince teskin etti Ayşegül’ü. Telefonu kapattı ve son
sözlerini düşündü. Sana doğru çalışıyorlar. Kuşağına özgü bir jargon
olabileceğini söyledi kendine bu sözlerin. Yine de aklına takılı kaldı
cümle: Sana doğru çalışıyorlar. Hafifçe titredi. Sobanın sönmesi, soğuğu
hissedilir kılmıştı. Aceleyle çayı demleyip, battaniyenin altına girdi.
Kedi sokuldu, Nazlı izin verdi.
Kalbinden kendini çıkarttın mıydı, boşalan yeri doldurmak için harekete
geçerler, demişti bir keresinde de Ayşegül. O zaman da, Nazlı’nın ne
demek istediğini anlamaya yönelik sorularını cevapsız bırakıp, bilmiş
bilmiş yüzüne bakmıştı. Sana doğru çalışıyorlar’ın önceki bu cümleyi
anımsatmasının tek nedeni, her iki söylemin de Ayşegül ya da başka biri
için oldukça tuhaf olmasıydı. Evin camlarına vuran uğultuyla irkildi,
çayın demlendiğini haber veren kokunun duyumuyla sakinleşmeye çalışarak
kalkıp kapıyı, pencereleri kontrol etti. Kapı – kalbinden kendini
çıkarttın mıydı…- kilitli, pencereler – sana doğru çalışıyorlar -
kapalıydı. Ne tuhaf kız, diye söyleniyordu çayı doldururken. Düş gücü
tuhaftan yana meyleder. Fırtınanın gürültüsünü, uğultusunu aşan sesler
işitir gibi olduğunda, bunu kendisine hatırlatması gerekmişti. Mumun
titreyen alevine bakarken güldü. Bacak kadar kıza da bak sen, dedi.
Kalbindeki hazırlığı o zaman hissetti. Geleceği içine almak için yer
açmaya çalışıyor gibi esnetiyordu kendisini göğüs kafesindeki et yığını.
Panikle doğruldu yerinden. Bana doğru çalışıyorlar! Kedi de tuhaflığı
hissetmiş, kuyruğunu tedirgince hareket ettirmeye başlamıştı.
“ kabul et! ”
Sesi işitir işitmez dondu. Buz gibi bir korku yaladı içini, dışını.
Rüzgârın uğultusu bu, diye avutacak gibi oldu kendini. Tekrar işitti.
“ kabul et, incindiğini…”
Kediyi kaptığı gibi yatak odasına koştu. Yatağa girip yorganın tepesine
çekti. Korkusundan korkan kedi, koşma esnasında tırnaklarını koluna
geçirmiş olmalıydı ya, kolundaki sızlamayla karışık yanmaya aldıracak
halde değildi. Dikkat kesilip dinledi. Sadece rüzgâr, sadece cama vuran
yağmur, sadece rüzgârın uğultusu. Bir de kalbindeki bariz hazırlığın
gıcırtısı vardı. Yanılsama, dedi. Dediğiyle rahatlayacak gibi oldu.
Demesine kalmadı.
“ kabul et! “
“ incindiğini…”
“ kabullen ve onar! “
Saatlerce sürebilirdi. Fırtına, yağmur, ses…
“ inat etme, kabullen…”
Saatlerce sürdü. Dinlemekten ve itirazdan yorgun düşene, gözlerindeki
ağırlığı taşıyamaz hale gelene dek sürdü. Teslim oldu sonunda, cevap
verdi.
İncindiğimi değil, incitildiğimi, dedi uyku onu sarmadan hemen önce.
Ertesi sabah uyandığında, dayak yemiş gibi hissediyordu. Kedi ortalıkta
yoktu. Güçlükle kalktı. Fırtına dinmişti ama gökyüzü hala koyu griydi.
Oraya geldiği günden beri ilk kez sahilde yürüyüşe gitmeyecekti.
Bacaklarında derman yoktu, içi mecalsizdi. Ayşegül’ün gelme saatine kadar
toparlanması gerektiğini düşündü. Bir açıklamaya ihtiyacı vardı.
Ayşegül o gün de geri kalan dört gün boyunca da görünmedi. Aramalarına,
aradığınız numara kullanılmamaktadır karşılığı aldıkça endişesi arttı.
Altıncı gün, daha fazla dayanamayacaktı, köye inip her zaman alışveriş
yaptığı markete Ayşegül’ü sormaya karar verdi. Adını zikrettiğinde
şaşkınlıkla baktı bakkalın karısı. Hangi Ayşegül? Limon bahçesinin
sahibi, köy enstitülü İhsan dedenin torunu Ayşegül. Kadın düşünürse
hatırlayacakmış gibi gözlerini kıstı. İhsan dedenin torunu yok ki, dedi.
Kafasız kadın, diye söylendi bakkaldan çıkarken. Sırayla eczaneye,
kasaba, gözlemeci kadınlara en sonunda köyün muhtarına sordu. İhsan
dedenin torunu da yoktu, köyde Ayşegül adında o yaşlarda bir genç kız da.
İnsanlar delirdiğini düşüneceklerdi, bu belliydi de, delirmediğinden
kendi de emin olamadı.
Kalbinden kendini çıkarttın mıydı, boşalan yeri doldurmak için harekete
geçerler!
Sana doğru çalışıyorlar!
Eve döndü. Kitabını alıp kanepe geçti. Battaniyeyi çekti üstüne, kedi
zıpladı kucağına.
Gelsinler bakalım, dedi. Bahçedeki otların arasından gelen sürünmeyi
andıran sesi işitmedi. Yine de gelsinler bakalım, dedi. Kitabı açtı…