kedilerin krallara
baktığı yerde bir yangının içinde
gencölmenin şiiri
ya da
bu dünyadan ergin günçe geçti mi...
dadal günçe'ye
"Ben yeni bir çocuk oldum elmalar asılı her yerimde"
Kediler krallara bakınca akşam basarmış ortalığı"
"Yaz kötü başlamıştı, zaten hep kötü başlar"
yangındaki elmalar ve kedilerin gözleri :
bir yazıya da yazdan başlamalı. belki de sonundan bir yazın. bir şiire
sonundan. kışsa zordur bir yazı anlamak diyordu turgut uyar peki uzun
sürmüş bir yazı ölümlerle teğellenen bir yazı kolay mıdır anlamak... hem
de hep kötü başlayan ve hep uzun süren bir yazı. bin yıl sürecek bir
yazı. kimsenin kimseye tahammülünün kalmadığı hafızaların silindiği linç
kültürünün olağanlaştığı ölüm yaşam sürgünlükler ve bilcümle kötülüğün
her yerimize nüfuz eden kötülük dayanışmasının korkunun gözlere sığmadığı
ataletin sıradanlaştığı artık hiç bir şeyin bizleri şaşırtmadığı nefes
almanın bir şans mı alışkanlık mı olduğunun birbirine karıştığı mutlak
bir şimdiye ayarlandığı saatlerin... öyle öyle işte her şeyi öyle
algılamamızı istedikleri...
öyleyse başa dönmeli geçerek bir yangının içinden. her yerinde elmalar
asılı bir çocuğun geçtiği yerlerden geçmeli. o çocuğun içinden
geçenlerden. geçerken şiirlerle o yangının içinden yangını ve suyu
kendinden bir yere varmalı. kedilerin krallara eğilip bükülmeden kapkara
gözleriyle dimdik bakabildiği yerlere.
ve gezdirmeli yangını suyu rüzgarı elmaları atları çiçekleri ve bir de
görüş alanları daralsa da irtifa kaybetse de hiç düşmeyecek uçakları.
şiiri. tahakkümüne ceberutluğuna karşı iktidarların ille de çocukları ...
çocukluğu saflığı. masumiyeti. arkaik bir duygusallığı lirizmi değil de
ironiyi. duyguları. ve fakat çocukluğu uzun süren bir şiiri. yangın
çiçeklerinden parmaklarına rüzgarın çitleri aşarak içimize bir ferahlık
olan işaret parmakları kırılan çocukların gösterdikleri yoldan
ilerleyerek. unutulmuş patikalardan çay ocaklarından orta yerlerine bir
parkın. yangın yerlerine tarihin. çalar saatlerin çocukların kabusu
olduğu bir geceye. ve çölün ortasında yeşeren otlara. suları şırıl şırıl
ışıltılı bir çeşmeye. çocukluğun gencölmenin bir kader değil de olağan
bir hal aldığı ergin günçe şiirine...
ergin günçe şiiri deyince ilk akla gelenler mi... bilindik söylemle bir
zamanlar çocukluğu saflığı masumiyeti duygusallığı öne çıkan lirik
şiirler yazmış ki “gencölmek” kitabı için söylenir. sonraları ise
“türkiye kadar bir çiçek” ile sınırlarını verili şiir ortamının belirlediği o
söylemi daha doğrudan politik çağrışımlara ve günün politik diline daha
kolay tercüme edilebilen 'istendik’ çizgiye geldiği şiirler yazan bir
şairden bahsedilir.
oysa öyle midir durum. yirmili yaşlarda yazdığı ve 1964 yılında ilk
baskısı yapılan “gencölmek” kitabında ve “türkiye kadar bir çiçek”te hem
tarihi hem matematiği elden bırakmadan dili deforme eden bir üslupla
karşılaşırız ergin günçe şiirinde. dile müdahale yoluyla yeni çağrışımlar
yeni söz öbekleri keşfetme arayışında bir deneysellik ve şiirin ortasında
okuyanı çırılçıplak bir algıyla şaşkına çeviren ezber bozan yıkıcı ironik
bir dille ve üslupla kendi poetikasını oluşturabilmenin yollarını arayan
bir şiirle de...
"Bir yangın başladı bayram gecesi
Çocuklar çılgın eğleniyordu
Akşamlara kadar düşündüm
Aklım adıma gelmiyordu"
“gencölmek”te ikinci yeni şiirinin etkisinde gelişen deneysellik
arayışları “türkiye kadar bir çiçek”te de sürer. “gencölmek”te daha
kendine dönükmüş gibi gözüken ve fakat içinde gezdirdiği bıçağı yeri
geldiğinde içindeki yangının tam ortasında yaşadığı topluma da çeviren ve
kimi zaman kanırtarak içimizde gezdiren bir şiir. ve fakat elmaları
kuşları suyu rüzgarıyla ve ille de kedilerin rüyasını dansını asla
yanından eksik etmeyen türcü tekçi insan merkezli olmayan her yerde çiçek
açan canlıların dünyasına bi pencere bi kapı ...
belki de doğrudan çağrışımlara da açık bir dille yazmayı tercih etmiştir.
eder. belki dönemin koşulları siyasal ortamın oluşturduğu gerilim ironiye
fırsat vermemiştir de diyebiliriz kimi şiirlerinde. ve fakat asla bir
slogana bir bildiri diline düşmez şiirleri. arkadaşlarının ölümlerinden
bahsettiği "politik” politik eleştirel şiirlerinde de ironik bakışını
sürdürür. o hep saklı durur bir yerlerde.ellerinde elmalarla çocuklar
nanik yapar göz kırpar geçip gider şiirlerin ortasından.
bir direniş hafızası olarak da okunmalı okunabilmeli günçe 'nin şiirleri.
bir direniş hafızası oluşturuken de kitabın tam ortasından sorduğu
şaşırtıcı sorularla “bir soru sorma kafa tutma yangını”yla eleştirelliği
ironiyi o çocuksu naif acemi dili terk etmeyen.
şiirinde yerel folklorik ögeler sıklıkla görülse de popülist arkaik bir
söylemin tuzağına düşmüyor hiç bir zaman günçe. kendi öznel bakışıyla
doğa çocuk ölüm temaları üzerinden geliştirdiği çağrışımsal imgelerle
“kendine has” bir eda bir ses bir poetik duruşu da sürdürüyor günçe. yer
yer hüzne bata çıka melankoliye de varabilen karamsar bakış yer yer
direnişe ve tümünü bir arada buluşturan ironik bir dile dönüşüyor.
iki genç şair ve kırılganlığın poetikası :
"Bir tanrı ister elbette, elbette bir Tanrı ister.
Bahçenin tam da ortasına yerleşmiş olan bir Havuza"
"Gökyüzüne yaslanıp saatimi kuruyorum
Kimsecikler duymasın bir Tanrı bulduğumu" -
ergin günçe -
"tanrı bir ürpertidir çocuğun yüreğinde
her tanrı biraz baba gibidir
bir sonraki kuşakta yer almasına karşın yazdıkları ayrıksı şiir ve kıyıda
kalmayı tercih eden duruşları ile ortaklaşan ve edebiyat tarihinde yok
sayılmaları görmezden gelinmeleriyle benzeri dışlayıcı tavırlara maruz
kalan arkadaş z.özger ile de yakınlıklar içeriyor günçe 'nin şiiri.
arkadaş z. özger şiirindeki etken temalar bir saflıkta cisimleşen
çocukluk halleri ve çağrışıma dayalı ironik üslup ve politik eleştirel
dil neden ergin günçe'den geliyor olmasın.
her iki şair de şiirlerinde uygarlığın eseri ve esiri olan "insan"ı diğer
canlılara hükmeden kendini dayatan bir üst belirleyici merkezi bir
konumda değil de nesneler dünyasının eşit bir figürü olarak görür. doğada
yer alan diğer canlılardan ağaçtan kuştan kedilerden elmalardan bir
farkları kalmamıştır. emrinde değildir doğa. o da doğanın bir parçası
eşitleyici bir figürüdür. aynı durum tanrılar için de geçerlidir. tanrı
yeryüzüne indirilir sokakta gezdirilir çarşıda pazarda parklarda
çocukların arasında dolaşan gayet dünyevi gayet ironik bir figür olarak
hem de.. evrenin sonsuzunda ölümlü yaratıklardır tanrılar. ne tanrının ne
insanın yeri başımızın üstünde değildir.
yaşadıkları yoğun politik ortamın gerilimine karşın şiirlerinde
terk etmedikleri ironik dil ikisini bir yerde buluşturuyor. iki şair de
zaman zaman ikinci yeni şiirinin etkisinde kalsalar da şiire getirdikleri
deneysellik arayışları ve ironik dilleriyle henüz yirmili yaşlarda kendi
poetikasını oluşturabilmiştir. diyebiliriz.
arkadaş z.özger şiirlerinin kitaplaşma serüveni ve şiirinin başından
geçen haller ile ergin günçe şiirlerinin yayımlanma serüveni de
benzerlikler içermektedir. edebiyat kanonlarının biçimlendirdiği verili
ortamının günçe 'nin “gencölmek” kitabına uyguladığı görmezden gelme ve
gizli sansür mekanizmasına arkadaş 'ın şiirleri de maruz kalmıştır.
eğilip bir çiçeğin gözünden dünyaya bakacak kadar kırılgan ve bir
yangının içinden elmaların arasından bir kara kedinin gözleriyle dikerek
gözlerini kralın gözlerine kralın bakışlarını delip geçecek kadar da
asi... çocukluğu uzun süren asi ve kırılgan iki çocuk. şiirin asi
çocukları...
günçe'nin “gencölmek” kitabı cemal süreya'nın deyimiyle hayatı dönüştüren
şiirler olarak addedilerek dönemin politik bakışının kurbanı olmuştur.
1964 yılında dost yayınlarınca yapılan baskısından sonra 1988' e kadar
basımı yapılmamıştır. ki 1988 yılında can yayınlarınca günçe'nin
ölümünden sonra yapılan toplu şiirleri içinde yer alabilmiştir “gencölmek”.
ki o da günçe'nin uçak kazasındaki ölümünün üzerinden beş yıl geçtikten
sonra gerçekleşebilmiştir. ki oğlu dadal günçe ile yapılan bir söyleşiden
öğrendiğim kadarıyla “gencölmek” ve “türkiye kadar bir çiçek” kitaplarını
ayrı ayrı basılmasını istiyormuş ergin günçe öyle gönderilmiş can
yayınlarına. ve fakat nedense hem gecikmeli hem de toplu baskısı yapılır
şiirlerinin. yine dadal günçe söyleşinde belirtilen bir de yarım kalan
girişim var. 2008 yılında ankara'da kısa adı “çağşad” olan “çağdaş
şairler ve yazarlar derneği”nce yayıma hazırlanan ve bandrol alamadığı
için basılıp dağıtılamayan kitap. kitabın sonraki baskısı ise yky
tarafından 2014 yılında yapılır. ergin günçe'nin öngörüsü de haksız
çıkarmaz onu. "ölümümden 20-30 yıl sonra okumaya başlarlar herhalde ".
ve fakat baştan bir tercihi de vardı günçe'nin. kimseler okumasa da
yazmaya devam edeceğim diyen bir şairdir de günçe.
arkadaş z.özger şiirlerinin ilk baskısı kendi tercihi dışında 1974
yılında nadas yayınlarınca "şiirler", 1984 yılında mayıs yayınlarınca
"sevdadır "adıyla yayımlanmıştır. özger şiirlerinin kendi istediği isimle
"sakalsız bir oğlanın tragedyası" olarak basılması ise ancak ölümünün
41.yılında gerçekleşebilmiş ve yayınlarınca aynı adla basılabilmiştir.
ergin günçe'den bir şiirle :
"Düşüncemde kaf dağı
Dudaklarımda bir düş bir kuruntu
Acıları başlıyor arkadaşların
Sanki daha dün ölmüş"
iki şairin de ölümü trajiktir. birinin ölümü üzerindeki sır perdesi
örtülüdür hala. karanlık ve faili meçhul. diğeri bir uçak kazasında.
ergin günçe'nin ölümü hem trajik hem de ironiktir. ölüm ve yaşam iki ayrı
pratikler olarak görülmez günçe şiirinde. ölüm içinde yaşam dans
etmektedir. o dans o şiir. o şiirin büyüsü mahmud derviş’i de doğrular
niteliktedir.
ne diyordu derviş "şiir bir uçağı düşüremez ama pilotun kafasını
karıştırabilir". daha ne söylenebilir.
iki şairin de yaşadıkları dönem benzerlikler taşımaktadır. dünyada esen
68 gençlik hareketlerinin rüzgarı türkiye‘yi de etkiler. her şey güzel
başlar oysa. özgürlük rüzgarları eser her yerde bir derin nefes alınır
bir ferahlık filan olur. soğukta gitar çalan ve sigarasını güneşten yakan
çocukların zamanıdır. akşam evine dönmeyen çocukların.. yağmayan bir kışa
havladığı köpeklerin.
"Bir Mürdüm ağacının eteklerinden
Günlerin kısaldığı bir Kenti izliyorum
Yaşıyoruz az çok ben göğsüm ve köpeğim
Biri oldukça hüzünlü ,Sis içinde bir kayık
Öteki oldukça hüzünlü,suda taş kaydırıyor
Yağmayan bir Kışa havlıyor köpek "
"Boynu vurulmuş Kuşak, Tuzağa düşürülmüş delikanlılık" ki taylan özgür. deniz
yusuf hüseyin ki birinin soyadı adı cevahir. ıslıkla ve gürül gürül
söyleyerek şarkılarını marşlarını geçerler güneşi uzun günlerden aya
çapraz geçerler..
sonra ölümlere bırakır o güzellikler o şarkılar yerini. arkadaş
ölümlerine. hapislere. sürgünlüklere... ve kötü başlayan ve uzun süren
bir yaza...
bence o çocuk öyle gülmemeli :
"mayıs günleri için ağıt" şiirinden :
"Ortalık karışıktır
Yusuf 'un ütüsüz gömleği bizde
Hüseyin yüzümde bir rüzgar Hüzün kaldı
Deniz bir koyu ateşle tutuşup yandı işte"
sezai karakoç'a göre "kırık bir verlaine vardır bu çocukta” cemal süreya
'ya göre ise" bir savaşçı gibi değil de bütün hesaplarını vermiş eski bir
uygarlık gibi konuşmaktadır". ferit öngören'e göre "bir ruh temizliği"dir
günçe'nin şiirleri. mahmut temizyürek'e göre ise "kendisi için çocuk
oluşu” poetika olarak seçmiş ilk şairimizidir.
o artık "hayatı dönüştürmekten dünyayı dönüştürmeye terfi etmiştir” cemal
süreya'nın gözünde. gencölmenin türkiye kadar çiçeğe dönüştüğü yerdir
bahsettiği.. oysa hayatın dönüşümünün de dünyanın dönüşümünün de birlikte
yürüyen pratikler olduğunun bilinciyle sorular sorar şiirlerinde günçe.
solun sol sosyalist politikanın hayatı dünyayı yanlış okuduğu
durumlardır. sürer.
yücel kayıran'a göre de "altmış sekiz kuşağının devrimcileri ilk kez
ergin günçe şiirinde ete kemiğe bürünüp, dokunulabilir” halde görünürler
tarih sahnesinde. bu sol politik bir şiirdir ve toplumcu gerçekçi şiirin
dışında ve karşısında kurulmuştur."
politik eleştirel ve ironik söylemi hep sürdürür günçe. imkanın ve
imkansızlığın sınırlarında gider gelir. günçe'nin “kişi kendi ölüm
törenine katılmalıdır" diye dile getirdiği günler "insan boş bir
tabancadır bakarsın bir gün patlar” diye eklediği “bir soru sorma kafa
tutma yangını”yla dolaşır içimizde. sürer yangın. hayatta dünyada ve her
yerde. sürmekte.. .
"Şimdi karanfil denen o kırmızı
Eskiden yayla tavşanında kandı
Alıp karanfil takmışız yakamıza
O çok daha başkadır karanfilden "
"yaşamın mor kağıdı için bir şiirimiz" adlı şiirinde kitabın ortasından ve
yangınlardan geçe geçe içimizde dolaştırdığı bıçağa sorular sordurur günçe. ezber bozan, felsefi bir bakışın ürünü olan ancak kendini yıkan
bir felsefenin politikanın da ezberini bozan sorulardır. felsefenin bilgi
bilginin iktidar ile ilişkisi nasıl işler ise işlesin de bilmeyenin bilgi
sahibi olmayanın doğa ile çıplak ilişkisi çırılçıplak yatay bilgisi yok
mu sayılmalıdır...
"İşte size bunları bir trenden yazıyoruz
Elleri eprimiş annesi bir karslı arkadaşın
Niçin yaşıyoruzu nereden bilecektir
Anlamı var mı yok mu güneş falan doğdu battı."
bir tanıtma yazısı şiirinde felsefe ile hem hal olma hali sürer. felsefe
ile politika arasında gidip gelen bumerang şiirde bir imgeye ontolojik
bir soruya dönüşür.
"Felsefeyi bir ermiş gibi gönülde tutan neyse
İşte ondan var bizde
Başımız beladadır.her türlü ölümlere bu yüzden soyunduk biz.
Ömer de yaşasaydı
Üçümüz bir olurduk."
(....)
"Şehrin meydanlarında ol; cuma günü saat on'da "
Halk
kendi söylevini herkesten iyi söyler.
Üretim ve üleşim geri kalmış bir saat
Bir kurtuluş yok işte.
Bir de bunu anladık."
üretim ve üleşim geri kalmış bir saat diyor ya günçe belki de o saat hiç
olmamalı. durmalı orada. ya da sökülüp atılmalı yerinden. bir iktisatçı
ve planlamacı da olan günçe zor zorular soruyor tarihe. üretimin ve
tüketim kavramlarında vücut bulan cisimleşen kapitalizm ve günümüzün
tüketim çılgınlığını ve eşitsiz paylaşımdan doğan sınıfsal farklılıkları
o günlerden deşifre eder günçe. bu sorulara gelmeden şiirde demli çay ve
nargile içmekten bahseden günçe "tenekeler içine sardunyalar dikelim"
demekten de vazgeçmiyor hala. çünkü kimsenin kimse üzerinde tahakküm
kurmadığı, kimsenin kimseye kendini dayatmadığı, kimsenin kimseyi
ötekileştirip dışlamadığı, gün yüzü gören çocukların güneşlendiği
zamanlar, eşitçe üleşimin paylaşımın asıl adalet duygusunun ait olduğu
yer tenekeler içinde sardunya dikilen evlerde belki de oralardadır hala.
neden olmasın.
"küçük bir tarih dersi" şiirinden :
"Bütün bu romalılar külle yıkanırlardı.
Sıfırı bilmezlerdi, Hukukçu ve Duvarcıydılar
Her suyun üstüne bir kemer yapmışlardır
İştahları açıktır.her şeyi yerlerdi,"
tarih ile fesefe ölüm ile cebir hayat ile geometri biyoloji ile botanik
yöresel ile folklorik mitolojik ile antropolojik ögeler ve sürekli yoluna
çıkılan matematik ile zerdaliler yangın ile elmalar tepemizde diklenip
duran güneş ile çiçekler ve de yağmur kuşları ile ceplerinde elmalarla
bir yangının içinden öylece geçip giden gidip gelen bir çocukluk bir
hakikat arayışı bir tahtarevalli bir kaydırak bir kum saati değil midir
ergin günçe'nin şiiri. hakikat arayışı ile ontolojik sorular sonsuz ile
nesneler. nesnelerin özneleştiği öznesi ile sürekli yer değiştirdiği
ironisi sürekli bir imge evreni belki de...
"Bir borazan sesiyle başladım ve bitirdim
Eski bir şarkıydı bu, udla bestelenmişti
Belli ki Uşşak makamında. Belli ki Nevres Bey'in
Şarkıda güller vardı,soldular ve öldüler"
elmalı ay kahverengi şiirinde olduğu gibi. hem sonuna kadar fantastik bir
evrende gezdirir bizi hem de kapımızın dibimizde olur tüm bu olup
bitenler. bir çocuğun gözünden hayal gücünün nasılda sınırsızlaştığını
görürüz. filin üzerine çıkıp elma çaldırır şiire. fil mi ormanda filan
değildir kapıda elbet kapıda. her daim hazır ve nazır. trenle inilen bir
şehirde. şehir bu durur mu hep yerinde. şehir de binmiş vapura ver elini
başka şehirlere. sonra ne görelim ormanda yitirilen bir borazan şimdi bay
ayın dudağında... ezgiler ki sesleri hiç gitmiyor kulaklarımızdan.
duymuyor musunuz. bir de o mandolin sesi.. işte ergin günçe şiiri de
öyledir sizi alır kendi oluşturduğu imge evreninde gezdirir. oradan başka
evrenlere geçmek mi . onu da size bıraksın değil mi...
" Biz daha doğmamıştık
Şimdi de sayılmayız ya
Bir filimiz vardı kapımızda
Üstüne çıkıp elma çaldığımız (....)
Biz trenle inerdik bazan şehre
Şehir de vapurla başka şehirlere giderdi
Şirisi bir borazan yitirdi ormanda
Borazan şimdi Bay Ayın dudağında."
burada bir derin nefes alıp “gencölmek” şiirine dönelim öyleyse.
günçe'nin ilk kitabına da adını veren “gencölmek” şiirinde ölüm ile
cebirin hayat ile geometrinin ontolojik dansına tanık oluruz. insan
merkezli olmayan bir şiirin nefes aldığını nefes almaya başladığını
görürüz. insan merkezli olmayan öznelerin nesnelerin sürekli yer
değiştirerek şiire dahil edildiğini. uygarlıktan bunalan insana doğadan
bir esinti bir serinlik katıldığını bir nefes getirildiğini şiire.
ay çocuklar martılar köpekler atlar erik ağaçları ateşler yine ateşler.
"büyük ateşler ve kuytu köyler" arasında bir bahçe. korkuluk ve nar
ağacı. iyi giydirilmiş ve ölüme hazır bir korkuluk. belki de bir ironi bu
çocukların yerine ölüme gitmesini istediği korkuluk. ve "alınlarına vişne
çiçekleri yağan o kızlar, delikanlılar ve lohusalar" etrafı nesneler ile
örülü uzayıp giden bir çocuksu bir ironik evren. ve fakat içinde ölümler.
ölümler.. bizim ölüme değil de ölümün bize alışmasının şiiri.
şiirden bazı dizeler :
"Ölüm alışsın artık bize
Bir dans gibi bahçemize gelsin
Gelsin otursun ılık minderimize.
Bence o çocuk öyle gülmemeli
Ay kar gibidir pencerede ".
ve “kara kelebek defterim" şiirinde de insan merkezli dünyaya itirazlar
sürer.
"Ölü beyazlığıyla bir tavuk sokakta
Yalnız bir ağlama çevrede avlu boş
Bir kuş ölse yerinde duyuyorum sanki"
(....)
Yangın yerinde bulduğumuz gümüş paralar
Artık bir neşe veremeyecek bize aşkta
Ölü bir kartalla yüzen durgun sular
O da vurulunca gök boşaldı
Tanrı güneş çözüyor üstümüze bayrağını
Bir kanlı yaprak oluyor şimdi sıramda
Ağlama defterimde kuruttuğum
Kara ova kelebekleri "
ve tüm şiirlerinde sürer ergin günçe'nin modern uygarlığın ‘medeniyetin,
esiri olan dünyayla insanla ve verili edebiyat ortamı ile hesaplaşması.
bunu hem şiirlerindeki nesneler dünyasında hem de şiirlerine seçtiği
başlıklarda görebiliriz. “eski şiir” ve “şehirli şairler antolojisi”
şiirleri ile şiirde ki arkaik bakışa, arabeske, popülist duyarlıklara,
adına lirizm dense de duygusallık formunda cisimleşen ağlak bir
romantizme, içi kof imgelere, şairlerin sırça köşk bakışlarına eleştirel
ironik sivri bir dille ve can alıcı sorularla sürdürür itirazını.
ve yangındaki elmaların kedilerin ağaçların "kuşlara yem serpen bir
akşamüstü yorgunluğu" ile sürüp giden şiirler…
ve "bir dostu ölü götürmek" kült şiirlerinden biri olmalı ergin günçe'nin.
üzerine hiç bir şey söylenemeyecek akıcılıkta çıplaklıkta sahicilikte bir
hakikatin şiiri.
"bir dostu ölü götürmek
Boş bulunup gülersen
Bir Ölümü görünce
Ocağa Tütsü atarsın
pencerene sürme çek
Ölünün babasıyla
Uzunca bir rakı iç
Anmadan eski günleri
Bırak biraz Ay doğsun
Dört arkadaş bir olup
Tahta kutu içinde
Ölünüzü götürün
İncirlerin altına
Dönersen ıslık çalarsın
Yol uzun, Su karanlık
Otur bir çardak altına
Bırak biraz Yağmur yağsın"
ve "çocuklar için faşizm” olmazsa olmaz şiiri ergin günçe'nin. “faşizmi
çocuklar da anlayabilir” diye başlayıp "çocuk faşizmi yanağında tanır"
ile süren şiir. çünkü ömrü faşizmle mücadele içinde sürgünlüklerle
hapisle geçen ergin günçe'den başkası bakamazdı çocukların gözlerinden.
ve göremezdi çocukların yüzündeki o ifadeyi. gözlerindeki o öfkeyi.
şiddet karşısındaki gözlerinde biriktirdikleri o ne söylersen söyle o
olmayan ve hep eksik kalacak şeyi. dildeki bakıştaki. sokaktaki okuldaki
sıradaki içimize sinsice ve açıktan üzerimizde tahakküm kuran ceberut
faşizmi. bir gücün zamanla bir tahakküme dönüştüğü o sıradan faşizmi.
"Nerde bir kuvvet birikmişse haksız
Nerde bir zart zurt cart curt
Nerde elimizden kapılmışsa ekmek
Sınıfta ,sokakta, evde, çarşıda
İşte çocuklar faşizm ordadır”
dese de ergin günçe oysa o derinlerdedir ilklerimize hafızamıza ufkumuza
bilincimize geleceğimize geçmişimize tüm zamanlarımıza nüfuz eder. ve en
çok da çocukların yanağına inen bir tokatta hissedilir. en çok ve en
derin de çocuklarca hissedilebilir.
ve “çocuk yılı törenleri kapanış söylevi” şiirinde görürüz faşizmin
çocuklarda açtığı yaraları :
"Çocuk törenlerini kapatıp gidiyoruz
Portakal küfesini taşıyanla
Sübyan Koğuşunda üşüyenle
Sanayi Çarşısı çırakları
Sorular ve yanıtları öfkelerimizdir"
iktidarların çocuğu bir temsil nesnesi olarak algılamasına itiraz ediyor
günçe. çünkü iktidarlar sadece törenlerde görme arzusundadırlar
çocukları. peki temsil edilmeyenler. törenlere katılamayanlar... işte o
çocukları da ergin günçe görür. hani o çocukluğu yoksullukla geçen liseyi
fabrikada işçi olarak çalışarak, üniversiteyi aldığı burslarla okuyabilen
yokluğun yoksulluğun hallerinden anlayan şair ergin günçe.
tek tek bilir yerlerini o çocukların ve hepsini çağırır çocuk yılı
şenliğine. sübyan koğuşlarındakileri portakal kutuları taşıyanları
ayakkabı boyayanları sanayideki çırakları.. ve hepsi tarlalarda çalışanlarla bir
olur.. ve ergin günçe adına sorarlar soru.. hiç çocuk olmamış ve çocukları sadece
törenlerde bir ipe dizili halde görmeye tahammül edebilenlerin çocukluğu
olmuş mudur hiç. ağaçlara kuşlara kedilere taşlara salyangozlara
bulutlara aya yıldızlara yalınayak bir şarkıya sulara elmalara ille de
elmalara ve kokusuna o elmaların karışıp gitmişler midir hiç...
ve hala kediler ve krallar :
peki ya kediler ve krallar ....bir de o mevzu vardı değil mi..
kediler krallara bakabilir diye bir kitap yayımlanır 1990 yılında. yazarı
enis batur. birden çok yayınevince de bir çok baskıları yapılır. isminden
dolayı yoksatan arayınca kolay bulunamayan bir kitap işte bu kitaptaki
kediler ve kralların hikayesine bir de ergin günçe şiirinde rastladım."
bir kral mı önemli bir kedi mi " şiiri. ve o şiirden şu dizeler.
“Gecenin bu ucunda yalnızlığından
O kedi bir krala bakıyor ağzı yeni süt
Daha dün doğmuş daha tüyleri kokuyor
Durmuş koskoca krala bakıyor
Kediler krala bakınca akşam basarmış ortalığı”
diye sürer şiir.. ve
“Kimi kediden olur kimi kraldan besbelli
Kral kedinin gözlerinden kaçar kedi kralın gözlerinde şimdi”
ve şu dizelerle biter şiir.
“Kediler bu dünyaya göre değil diye bir yalan uydurmuş
Isıtamıyor bu güneş onları deyince bir çocuk
-N'apalım yeni bir güneş mi bulalım şimdi n'apalım
O kadar zengin miyiz yoksullar almış yürüyor
Bir kral mı önemli bir kedi mi derindir
Her gece uykumuza bir güvercin oldu bu”
kediler krallara bakabilir sözü bir ingiliz atasözü olarak da bilinir.
the cat can look at the king. ve lewis carrrol'un alice harikalar
diyarında da geçer. oysa 1960’lı yıllarda yazılan bir şiirde ergin
günçe'nin şiirinde (1) geçmiş olması ve bu ülkede bir kitapta bir şiirde
geçmesi önemli. ergin günçe'nin “gencölmek” kitabı 1964 yılında
yayımlanıyor. enis batur'un "kediler krallara bakabilir"i (2) ise 1990
yılında. aynı adlı metne internet sayfalarından da erişilebilmektedir.
“gencölmek” kitabının 1988 yılına kadar baskısı yapılmıyor. yapılamıyor.
metinde türkiye ve dünya edebiyatından bir çok edebiyatçının şairin
kedi sevgisinden bahsedilmekte. ergin günçe'nin adı ise anılmamakta. ki dadal
günçe’den öğrendiğimize göre yakın arkadaşlıkları da vardır enis batur
ile ergin günçe'nin.
tüm bunları mı. niye mi. içimden geçenler ve sesli düşündüklerimdir
sadece. gerisi elbet edebiyat tarihçilerinin işi. "kediler krallara
bakabilir ve hatta tırmalayabilir bile” ve :
“Günlerden eylül, aylardan uzun eşek
Bir tabanca çıkarıp kendimi vuruyorum”
Ve bir sorudur sürer.
“Bir kral mı önemli bir kedi mi derindir
Her gece uykumuza bir güvercin oldu bu”
ve “Günlerden Eylül, Aylardan Ergin Günçe”dir :
"Olmadık bir sokak ırmağa akar
Pat diye biter yaz geri dönerim
Göğsümün çanı duyulmaz olur
Bunu artık kimseye bildiremedim "
İşte eylülde bitti bütün eylüller gibi
Yaz uzak bir arkadaş gibi unutulur yakında
Mektupların arası zamanla uzar"
______________________________
DİPNOTLAR :
(1) BİR KRAL MI ÖNEMLİ
BİR KEDİ Mİ
Gecenin bu ucunda yalnızlığından
O kedi bir krala bakıyor ağzı yeni süt
Daha dün doğmuş daha tüyleri kokuyor
Durmuş koskoca krala bakıyor
Kediler krala bakınca akşam basarmış ortalığa
Ben böyle düşünmem akşamın belli saatleri vardır
Çoğu bir kedi gibi pencerede ölüyor
Yüreksiz sevişirler dudakları lâle sanki
Sanki yere gömmüşler o uzun buzlu martı
Çocuklar yakalarında kış günleri ve alacakaranlık
Toplanmışlar gözleriyle cıvıl cıvıl olmuşlar
Kimi kediden olur kimi kraldan besbelli
Kral kedinin gözlerinden kaçar kedi kralın gözlerinde şimdi
Kediler bu dünyaya göre değil diye bir yalan uydurmuş
Isıtamıyor bu güneş onları deyince bir çocuk
– N’apalım yeni bir güneş mi bulalım şimdi n’apalım
O kadar zengin miyiz yoksullar almış yürüyor
Bir kral mı önemli bir kedi mi derindir
Her gece uykumuza bir güvercin oldu bu
(Gencölmek, Ergin Günçe, 1964)
(2) KEDİLER KRALLARA
BAKABİLİR
Yedi-sekiz yıl önceydi, Ankara’da Ulus Meydanı yakınlarındaki Kediseven
Sokağı’nın adı değiştirilince, Orhan Duru’nun Soyut dergisinde incelik
dolu bir yazısı çıkmıştı. Hayli sonra, onun 1950’lerde bu sokak üzerine
bir de şiirini görüp okuyacaktım. Nurullah Ataç da, Günce’sinde,
Kediseven Sokağı’ndan söz eder: “Bunlar güzel adlar doğrusu, ne var ki
kolay değil böylesini bulmak. Böyle adları kolay kolay bulamadıkları için
de ölüleri düşünüp adlarını koymaya kalkıyorlar.” Yanılmıyormuş Ataç, bu
satırları yazışından 20 yıl sonra Kediseven’in adı değiştirildi ve
gerçekten de o kolaycı yöntem benimsendi. Paris’te de bir Balık Avlayan
Kedi Sokağı vardır. Bir romana başlığını da veren bu dar, küçük sokakla
oyalanmayalım şimdi: Sokak isimleri, başka bir yazımızın konusu olacak
nasıl olsa. Ataç’ın, Tevfik Fikret’i tepeden tırnağa haşladığı Kedi
başlıklı denemesini bilenler az değildir. “Kimsenin zevkine karışılmaz,
kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim, ama ben, kedi sevmeyenlerle
anlaşamam” cümlesiyle başlayan ve Ataç’ın sivri mizahçılığını belgeleyen
bu güzelim deneme, bir yandan da “birinin huyu diğerine benzemeyen”
kedilere adanmış bir methiyedir.
Gerçekte kedi, yazarlarımızın öteden beri yakından ilgilendikleri bir
‘konu’ olmuştur. Necatigil’in “bir kedinin ağzından sahibine yazılmış
özgün bir hiciv metni” olarak tanımladığı Kânî’nin Hirrename’sinden Bilge
Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’ne gelinene dek geçen 250 yıl içinde
edebiyatımızda sık sık bir soba bulup, yanıbaşına kıvrılmıştır kediler.
Tıpkı birer soru işareti gibi. Orhan Veli’nin “Ciğercinin Kedisi ile
Sokak Kedisi” teması üzerine kurulu şiirinde toplumsal bir taşlamaya,
Erhan Bener’in Kedi ve Ölüm’ünde kişioğlunun yılgı üslubuna, Ece Ayhan’ın
Bakışsız Bir Kedi Kara’sında özgün bir dil dünyasına elçi olmuştur kedi.
Dünya edebiyatında da özel bir yeri vardır: Colette’i ya da Eliot’ı
kedilerden ayırmak elde midir? Poe’da, Baudelaire’in şiirinde ya da
Celine’in romanlarında kedi bazen gotik, baten de lirik bir kahraman
olarak edebiyat tarihinin koridorlarında gezinir. Özellikle de geceleri.
Kimi zaman da gelir aklın sınırlarını zorlar, usta kalemi yakalamaya
görsün: Alis Harikalar Diyar›nda böyledir örneğin: “işe bakın!
Gülümsemeden yoksun kedi çok görmüştüm, ama kediden yoksun gülümsemeye
hiç rastlamamıştım!” der Alis. Pek haksız da sayılamaz açıkçası: Kimsenin
karşısına, Lewis Carroll’ı okumadan önce, boşlukta parça parça ve yavaş
yavaş oluşan ve yiten bir kedi çıkmamıştır herhalde. Nitekim, kitabın bir
yerinde, Kral ile Cellât arasında müthiş bir tartışma doğurur bu:
“Gövdesi olmayan bir kafa”nın kesilip kesilemeyeceği konusunda uzlaşmaya
çalışadursunlar, kafa bütün bütüne yok olur. Ne olursa olsun,
kediseverlerin çoğu gibi, Ataç ile Lewis Carroll da bir noktada
birleşirler: Kediler kesinkes aptal değildirler. Ama bu, onların akıllı
olduğu anlamına da gelmez. Kedi, Alis’e bu farkı bütün açıklığıyla
gösterir: “Şimdiii, köpek kızınca havlar, sevinince de kuyruğunu sallar
biliyorsun. Bense, sevinince hırlar, kızınca kuyruğumu sallarım. Demek ki
ben deliyim.”
Yazarların kedili sayfalarından kimbilir kaç bin sayfalık bir antoloji
hazırlanırdı, bunu bilmek güç. Tahmin etmesi bir o kadar güç olan bir şey
de, “kedili resim”lerden oluşturulacak bir müzenin boyutlarıdır. Kendi
payıma, değişik bir konudur diye biriki kez kedi resmi yapmış sanatçıları
almazdım böylesi bir müzeye: Ondan vazgeçememiş, sanat serüvenlerine onu
gözde bir tema olarak katmış ressamların ürünlerine açardım “Kedili
Resimler Müzesi”ni. Şüphe var mı, Leonardo’nun, Leonor Fini ve Balthus’ün
resimleri geniş yer tutardı burada. Hele Balthus’ün “Kediler Kralı”,
Akdenizli Kedi, Kedili Çıplak, Aynalı Kedi gibi tablolarını bir duvarda,
yanyana düşünün! Az ileride Klee’nin birkaç küçümen resmi, Jacques
Prevert’in güzelim kolajları sergilenirdi. Orhan Peker’e bir başına ayrı
bir oda ayırırdım. Çizgi romancılara da yer açar, Frizzy Cat’i, muhakkak
birkaç Steinberg’i, Piyâle imzasını kovalayan Piknik’i sıralardım
duvarlara. Asıl önemli iki parçayıysa müzenin dibindeki büyük bir salonun
iki ayrı köşesine yerleştirirdim: Louvre’daki VII. yüzyıl Mısır sanatının
ürünü bronz kediyle Giacometti’nin sanata bel bağlayan insanlar oldukça
durgun yürüyüşünü sürdüreceğine inandığım zarif, kırılgan, biraz da
kederli kedisi, orada, büyük bir sessizlik içinde beklerlerdi. Bunca isim
sayışıma bakıp homurdanacak okurlar çıkabilir. Ne yaparsınız ki bu
insanlar yaşadılar, yaşıyorlar. Kedileri sevmek tek ortak tutkuları
sayılamaz üstelik: Kediseven Sokağı’na adını veren kişiyi ya da kişileri,
Louvre’daki bronz heykeli yapan usta sanatçıyı adıyla sanıyla bilmiyorum
gerçi. Ama anonim olmaları, onları ötekilerden ayırmıyor: Yaratmayı,
yaratıcılığı iş edinmiş, başka türlü yapamamış insanlar bunlar. Daha
başkaları da var şüphesiz, benim hayal kurmamı beklemeyip gerçek bir
“Kedi Müzesi” açan ve porselen, cam, tahta, resim, heykel, mücevher
ayırdetmeden eski yeni bütün kedileri bir araya getiren sevdalılar, hayal
âleminde bile olsa tek seçiciliği bana bırakmayacak, kendi kedisever
yazar ve ressamlarını öne sürecek tutkulular var. Bir de, elbette, kedi
sevmeyenler var. Her şey iyi de, diyeceksiniz, kedi sevmek nedir? Kedi
sevmek insanları, sokakları ve şeyleri sevmekten farklı bir şey mi? Bilge
Karasu, “Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği)
kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir”
der ya bir masalında, ben bu farklı sevme biçimini bundan daha iyi
tanımlayan cümleye rastlamadım bugüne dek. Sahip olmayı yadsıyarak, ya
da, sahip olmamayı göze alarak sevmek insanoğluna pek güç gelir: Sevgiyle
mülkiyet duygusu öteden beri ortakyaşardır onda, sevgi bağını çoğu kez de
tek yanlı, gerçek bir bağ haline sokmaya alışmıştır. Sevdiği kişinin
bağımsızlığına da, kendi bağımsızlığına da kolay kolay katlanamaz. Bunu
eleştiri, suçlama konusu saymamak gerek gene de: İnsanlar, eninde
sonunda, kedi sevenler ve sevmeyenler olarak da pekâlâ ikiye
ayrılabilirler. Bir de, belki, benim gibi, yolun sonuna varamayacağını
bile bile kedi sevmeyi öğrenmeye çalışanlar vardır.
Kedinin sevgi “anlayışındaki farklılık, gülünç gelebilir ama, farklı bir
mantığa bel bağlamasından gelir. İnsanlar, kendi doğalarının terimleriyle
sevgisiz, hain ya da bencil sayarlar ya kediyi, onun herhalde bu tür
kaygıları yoktur. Oynaşmak; sevmek, sevilmek istediği an buradadır.
İstemediğinde çekip gider, sizin doyumunuz yarıda kalmış, ona vız gelir.
Değişik çağlarda, değişik uygarlıkların insanları için “iyi” ve “kötü”
kutuplarında değerlendirilmiş olması da bu yanına bağlanabilir. Kuzey
Amerika yerlilerinden Pawnee’ler için dokunulmaz bir kutsallığı vardı
kedinin: Beceriyi, hızlı idraki, hatta dehâyı simgeliyordu. Sumatra
yerlileri ise, tam tersine, onu cehennem uyruklu saymışlardı. Karakedi
bir yana, Müslümanlar için uğurlu; İrlanda geleneklerine göre uğursuz
olmasa bile tekinsiz bir yaratıktı. Mısırlılar ise bir tanrı gözüyle
bakmışlardı kediye. Gene de, Budistler kadar kediden uzak durmaya çaba
gösteren inanmışlar olmamıştır dense yeridir. Onun, yılanla ‘birlikte,
Buda’nın ölümünden duygulanmayacak kadar mağrur davranmış olması
bağışlanamamıştır.
Kediler mağrurdurlar gerçekten de. Alis’in dediği gibi onlar “krallara
bakabilirler” ve bir şairimizin tamamladığı gibi “hatta onları
tırmalayabilirler” de.
Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden öğrenebilecekleri bir
şey vardır.