ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







ÇÖĞÜR


Biraz bekledi, sağına baktı kimse yok, soluna baktı kimse yok. Kadına yaklaşarak “sizde mi Kartepe arabasını bekliyorsunuz?” diye sordu. Kadın bu bahaneyi pek sevmemişti, pekalâ da biliyordu; bu, kendisi ile konuşmak için uydurulan bahaneydi. Suratsız ve isteksizce

-Evet, dedi.

Hiç sevmezdi yapış yapış olan insanları. Konuşmak için illâki bir neden bulurlar ve sizi kendi dünyalarının bir parçası yapmaya çalışırlardı. Kafasını diğer tarafa çevirerek adama “Sizinle konuşmak istemiyorum. Boşuna uğraşmayın!” mesajı vermek istedi. “Bir an önce şu otobüs gelse de binsem” diye düşündü.

-Ben on yedi senedir Kartepe’de oturuyorum. Otobüsleri hiç zamanında gelmez. Siz yeni mi geldiniz Kartepe’ye?

Duymazlıktan geldi. Adam aldırmadı, sanki cevap vermiş gibi konuşmasına devam etti.

-Eskiden günde üç sefer otobüs çalışırdı. Şimdi binalar çoğaldı, insanlar çoğaldı da otobüs sayısı arttı. Heyyy bee neler çektik! Kar yağdı mı buraya araba çıkmazdı, biz de yayan giderdik. Yiyeceğimizi toptan..

Lâfı yarım kalmıştı. Beklenen otobüs gelmişti. Kadın hemen kendini otobüsten içeriye attı ve kartını okuttuktan sonra hızlıca arkalara doğru ilerledi. Adam tekrar gelip onu bulmasın, kafasını şişirmesin istiyordu. Arka sıralarda bir yer bulup oturdu. Gözündeki güneş gözlüklerine dua ederek adama bakındı. Böylelikle bakındığını fark etmemiş olacaktı. Neyse ki adam bir kaç tanıdığına rast gelmiş de ön sıralara takılmıştı.

Lâf olsun muhabbetlerle aklı sıra kadınlara asılan erkeklerden, iki lâfladıktan sonra kırk yıllık dostmuş gibi telefonunu vermek isteyip görüşmek isteyen kadınlardan hep uzak durmuştu. Başını camdan yana çevirerek dışarı bakmaya başladı. İç içe geçmiş evler ve iç içe girmiş hayatlar onu sıkıyordu. Ancak yapacak bir şey yoktu, alt tarafı bir memurdu. Emekli olunca, ikramiyesine üç beş de bankadan kredi çekerek, bir zamanlar gecekondu olan ama şimdi müteahhitlerce yağmalanıp, “satlık lüküs daire”lerle dolan bu semtte bir ev sahibi olmak adına ikâmet eder olmuştu. Gecekondu sahiplerini bir anda mezbeleden kurtararak, bir zamanlar özendikleri hayatları sağlayan dairelere kavuşturan sistemin içinde yaşamaya başlamıştı. Buralardaki hayat için kültür şoku mu dersin, buldumcukluk mu dersin, ne dersen de yozlaşmanın adı konulamaz gürültüsü büyük şehirlerin bulaşıcı hastalığı olmuştu. Her geçen gün bu semtlere yenileri ekleniyordu. Her eklenişte, şehirlerin her büyümesinde insanlar çorak topraklar gibi yarılıyor, halden hale geçiyor, başkalaşıyor ve tıpkı botanikçilerin kullandığı bir kelime olan çöğür gibi yabanilik, yozlaşma yayılıyordu.

Kadın bu gürültünün içinde çırpınıp duruyordu. Çoğu zaman kendisine kızıyordu “Şart mıydı ev sahibi olmak için buralara gelmek?” Büyük şehirde yaşıyorsan, paran da yoksa ancak bir zamanlar kenar mahalleler olan ve sonradan konuta açılan bu yerlerde ev sahibi olma şansını yakalıyordun. Başka çözüm yok ki! Çekmiş oldukları ev kredisini ödeyince ne yapıp edip bu evi satıp uzaklaşmak istiyordu. Canı sıkılıyor içi daralıyordu.

-Kaç senedir Kartepe’de oturuyorsun?

“Hay allahım kurtuluş yok.” Aynı adam yanında oturuyordu. Ne ara yanındaki kalkmıştı da bu adam gelip oturmuştu buraya. Midesinin bulandığını hissetti. Otobüsün geçtiği cadde üzerindeki bütün evler üzerine üzerine geliyordu. Otobüs yol aldıkça birinden kurtulup diğerinin altında kalıyor gibi oluyordu. Cevap vermekten başka çaresi olmadığını anladı,

- İki, dedi, duyulur duyulmaz.

- Haaaa, anladım yenisin sen. Bak benim dört çocuk var dördünü de ev sahibi yaptım. Bir tanesi polis, Erzurum’da. Onu da ayırmadım, ona da ev aldım. Şimdi kiracı oturuyor. Hayırsız bir kere baba sağ ol demez! Senin kaç çocuk var?

“Tövbe, tövbe. Adamı şimdi boğacağım ya da çığlık çığlığa bağıracağım. Bana ne senin çocuklarından. Bana ne senin çocuklarına aldığın evden. Bu millete ait devlet arazilerine babanızın malıymış gibi gelip oturdunuz, şimdi mülk zengini oldunuz. Benim babam, anam vergisini öderken siz de nereyi parsellesek hesabı yaptınız. Ben böyle sistemin... Alırsınız tabi çocuklarınıza daire. Bize de babamızdan bir zamanlar adab-ı muaşeret denen görgü kurallarından başka bir şey kalmadı. Miras kalan bu kuralların içinde sayenizde tutuklu kaldık, mahkûm olduk. Biz bu mahkûmiyetimizi çocuklarımıza aktarmamanın yollarını arayıp, eğitimden medet umarken siz geğire geğire konuşur, sonradan görmeliğin çakırkeyif hallerini etrafa saçarsınız. Mülk serhoşları!”

- Şimdi benim hanım bu duruma çok üzülüyor. Anladın sen dediğimi.

Kadının cevap vermesini dahi beklemiyor habire konuşuyordu. Şimdi de karısını anlatıyordu. Hafifçe başını kaldırıp adama baktı. Bakışlarında içi geçmişliğin çapkınlığını yakaladı. Kıyıda sürükleyecek taş, çakıl kalmamasına rağmen ısrarla kıyıya vuran dalga misali ruhunun son demleriyle çırpınıyordu. Kadın sustukça o daha coşuyor konuştukça konuşuyordu.

- Benim hanım ne zaman eve gitsem ya seccadenin üzerinde namazda ya da açmış kur’an okuyor. Be kadın bi gün de hoş geldin, sefa geldin de. İmanlı insan iyi olur dedik, arkadaşları ile kur’an okumalarına gitmesine izin verdik, şimdi bizi gözü görmüyor.

Bunları gözleri sofraya konan yemeklere bakan aç insan bakışlarıyla dolaştırırken, ağzını da yeni tadacağı lezzetlerin iştahıyla yayarak anlatıyordu. “Karının, senin kartlaşmış olmana rağmen vazgeçemediğin isteklerinden, bitmeyen libidondan kaçmak için kendine o yolu seçtiğinin farkında bile değilsin diye bağırmak istedi. Tiksinmişçesine irkildi, oturduğu yerde toparlandı,

-Bana da babamdan adab-ı muaşeret kaldı. Ne olduğunu sanırım bilmiyorsun. Şimdi izin ver çıkacağım.

Adam kadının ne dediğini anlamaya çalışmanın şaşkınlığında kadının ayağa kalkmasıyla afalladı. “Haa, heee ...Hımmm. İyi günler size.” derken dahi söyleyecek, muhabbet edecek bir ton sözü istemese de sırıtarak yutkundu.

Kadın otobüsün düğmesine başmış, gelen durakta inmişti bile.

Ankara-2016
 

 dizin    üst    geri    ileri  


 



 20 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi sekiz eylül iki bin on altı  / 18