Biraz bekledi, sağına baktı kimse yok, soluna baktı kimse yok. Kadına
yaklaşarak “sizde mi Kartepe arabasını bekliyorsunuz?” diye sordu. Kadın
bu bahaneyi pek sevmemişti, pekalâ da biliyordu; bu, kendisi ile konuşmak
için uydurulan bahaneydi. Suratsız ve isteksizce
-Evet, dedi.
Hiç sevmezdi yapış yapış olan insanları. Konuşmak için illâki bir neden
bulurlar ve sizi kendi dünyalarının bir parçası yapmaya çalışırlardı.
Kafasını diğer tarafa çevirerek adama “Sizinle konuşmak istemiyorum.
Boşuna uğraşmayın!” mesajı vermek istedi. “Bir an önce şu otobüs gelse de
binsem” diye düşündü.
-Ben on yedi senedir Kartepe’de oturuyorum. Otobüsleri hiç zamanında
gelmez. Siz yeni mi geldiniz Kartepe’ye?
Duymazlıktan geldi. Adam aldırmadı, sanki cevap vermiş gibi konuşmasına
devam etti.
-Eskiden günde üç sefer otobüs çalışırdı. Şimdi binalar çoğaldı, insanlar
çoğaldı da otobüs sayısı arttı. Heyyy bee neler çektik! Kar yağdı mı
buraya araba çıkmazdı, biz de yayan giderdik. Yiyeceğimizi toptan..
Lâfı yarım kalmıştı. Beklenen otobüs gelmişti. Kadın hemen kendini
otobüsten içeriye attı ve kartını okuttuktan sonra hızlıca arkalara doğru
ilerledi. Adam tekrar gelip onu bulmasın, kafasını şişirmesin istiyordu.
Arka sıralarda bir yer bulup oturdu. Gözündeki güneş gözlüklerine dua
ederek adama bakındı. Böylelikle bakındığını fark etmemiş olacaktı. Neyse
ki adam bir kaç tanıdığına rast gelmiş de ön sıralara takılmıştı.
Lâf olsun muhabbetlerle aklı sıra kadınlara asılan erkeklerden, iki
lâfladıktan sonra kırk yıllık dostmuş gibi telefonunu vermek isteyip
görüşmek isteyen kadınlardan hep uzak durmuştu. Başını camdan yana
çevirerek dışarı bakmaya başladı. İç içe geçmiş evler ve iç içe girmiş
hayatlar onu sıkıyordu. Ancak yapacak bir şey yoktu, alt tarafı bir
memurdu. Emekli olunca, ikramiyesine üç beş de bankadan kredi çekerek,
bir zamanlar gecekondu olan ama şimdi müteahhitlerce yağmalanıp, “satlık
lüküs daire”lerle dolan bu semtte bir ev sahibi olmak adına ikâmet eder
olmuştu. Gecekondu sahiplerini bir anda mezbeleden kurtararak, bir
zamanlar özendikleri hayatları sağlayan dairelere kavuşturan sistemin
içinde yaşamaya başlamıştı. Buralardaki hayat için kültür şoku mu dersin,
buldumcukluk mu dersin, ne dersen de yozlaşmanın adı konulamaz gürültüsü
büyük şehirlerin bulaşıcı hastalığı olmuştu. Her geçen gün bu semtlere
yenileri ekleniyordu. Her eklenişte, şehirlerin her büyümesinde insanlar
çorak topraklar gibi yarılıyor, halden hale geçiyor, başkalaşıyor ve
tıpkı botanikçilerin kullandığı bir kelime olan çöğür gibi yabanilik,
yozlaşma yayılıyordu.
Kadın bu gürültünün içinde çırpınıp duruyordu. Çoğu zaman kendisine
kızıyordu “Şart mıydı ev sahibi olmak için buralara gelmek?” Büyük
şehirde yaşıyorsan, paran da yoksa ancak bir zamanlar kenar mahalleler
olan ve sonradan konuta açılan bu yerlerde ev sahibi olma şansını
yakalıyordun. Başka çözüm yok ki! Çekmiş oldukları ev kredisini ödeyince
ne yapıp edip bu evi satıp uzaklaşmak istiyordu. Canı sıkılıyor içi
daralıyordu.
-Kaç senedir Kartepe’de oturuyorsun?
“Hay allahım kurtuluş yok.” Aynı adam yanında oturuyordu. Ne ara
yanındaki kalkmıştı da bu adam gelip oturmuştu buraya. Midesinin
bulandığını hissetti. Otobüsün geçtiği cadde üzerindeki bütün evler
üzerine üzerine geliyordu. Otobüs yol aldıkça birinden kurtulup diğerinin
altında kalıyor gibi oluyordu. Cevap vermekten başka çaresi olmadığını
anladı,
- İki, dedi, duyulur duyulmaz.
- Haaaa, anladım yenisin sen. Bak benim dört çocuk var dördünü de ev
sahibi yaptım. Bir tanesi polis, Erzurum’da. Onu da ayırmadım, ona da ev
aldım. Şimdi kiracı oturuyor. Hayırsız bir kere baba sağ ol demez! Senin
kaç çocuk var?
“Tövbe, tövbe. Adamı şimdi boğacağım ya da çığlık çığlığa bağıracağım.
Bana ne senin çocuklarından. Bana ne senin çocuklarına aldığın evden. Bu
millete ait devlet arazilerine babanızın malıymış gibi gelip oturdunuz,
şimdi mülk zengini oldunuz. Benim babam, anam vergisini öderken siz de
nereyi parsellesek hesabı yaptınız. Ben böyle sistemin... Alırsınız tabi
çocuklarınıza daire. Bize de babamızdan bir zamanlar adab-ı muaşeret
denen görgü kurallarından başka bir şey kalmadı. Miras kalan bu
kuralların içinde sayenizde tutuklu kaldık, mahkûm olduk. Biz bu
mahkûmiyetimizi çocuklarımıza aktarmamanın yollarını arayıp, eğitimden
medet umarken siz geğire geğire konuşur, sonradan görmeliğin çakırkeyif
hallerini etrafa saçarsınız. Mülk serhoşları!”
- Şimdi benim hanım bu duruma çok üzülüyor. Anladın sen dediğimi.
Kadının cevap vermesini dahi beklemiyor habire konuşuyordu. Şimdi de
karısını anlatıyordu. Hafifçe başını kaldırıp adama baktı. Bakışlarında
içi geçmişliğin çapkınlığını yakaladı. Kıyıda sürükleyecek taş, çakıl
kalmamasına rağmen ısrarla kıyıya vuran dalga misali ruhunun son
demleriyle çırpınıyordu. Kadın sustukça o daha coşuyor konuştukça
konuşuyordu.
- Benim hanım ne zaman eve gitsem ya seccadenin üzerinde namazda ya da
açmış kur’an okuyor. Be kadın bi gün de hoş geldin, sefa geldin de.
İmanlı insan iyi olur dedik, arkadaşları ile kur’an okumalarına gitmesine
izin verdik, şimdi bizi gözü görmüyor.
Bunları gözleri sofraya konan yemeklere bakan aç insan bakışlarıyla
dolaştırırken, ağzını da yeni tadacağı lezzetlerin iştahıyla yayarak
anlatıyordu. “Karının, senin kartlaşmış olmana rağmen vazgeçemediğin
isteklerinden, bitmeyen libidondan kaçmak için kendine o yolu seçtiğinin
farkında bile değilsin diye bağırmak istedi. Tiksinmişçesine irkildi,
oturduğu yerde toparlandı,
-Bana da babamdan adab-ı muaşeret kaldı. Ne olduğunu sanırım bilmiyorsun.
Şimdi izin ver çıkacağım.
Adam kadının ne dediğini anlamaya çalışmanın şaşkınlığında kadının ayağa
kalkmasıyla afalladı. “Haa, heee ...Hımmm. İyi günler size.” derken dahi
söyleyecek, muhabbet edecek bir ton sözü istemese de sırıtarak yutkundu.
Kadın otobüsün düğmesine başmış, gelen durakta inmişti bile.