Önlerine
deniz çıkınca durdular. Çok su var, dedi içlerinden biri. Çok,
kendileriydi
aslında. Öyle çoktular ki yan yana sıralansalar sahil boyunca uzayacak
bir zincir oluşturabilirlerdi. Bıkkınlık ve umutsuzlukla birbirlerine
bakıyorlardı. Yüzleri onca yaralı olmasaydı, yorgunlukları elle tutulur
bir görünüm kazanabilirdi. Her bir bereli yüzde ışıldayan göz, şimdi ne
olacak sorusunun aynasıydı diğerlerine tuttuğu. Çok su var, dedi biri
yine. İlerleyemeyiz. Aynı anda dönüp, düşe kalka geldikleri yola
baktılar. Arkalarında bıraktıkları yolun daha da gerisindeki korkuyu
düşündükleri belliydi. Öndekilerden biri, dönüp yarenlerine baktı önce,
sonra acele etmeden oturdu sahilin henüz ısınmamış kumuna. Diğerleri de
birer ikişer onu izledi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Gün ışımış ancak
denizin üstüne doğacağı belli olan güneş henüz yüzünü göstermemişti.
Sabah
serinliğiyle titreyenler birbirlerine sokulmaya başladı. Ufukta güçlükle
seçilen karşı kıyıya bakmaya başlayanların yanında, bulduğu omuza başını
yaslayıp gözlerini kapatarak tedirgin bir uykuya dalanlar da vardı.
Gözünü karşıya dikmiş olanlardan biri, karşıya geçemeyiz; bu saatten
sonra geri de dönemeyiz diye düşündü. Geri dönmektense ölmeyi tercih
edecek yol arkadaşlarına baktı göz ucuyla ardından. Kaç kişiyiz, merakı
yola çıkmalarından bu yana ilk kez düştü aklına. Sayacak oldu ilkin,
ardından ne fark eder diye düşünüp yanı başındaki kadının dizlerine koydu
başını. Gözlerini kapatmadan önce denize baktı ve mırıldandı: şu su
kadarız işte.
Yol boyunca çoğalmışlardı. Zihnin ve korkunun ipini ilk kıran üçe beşe,
geçtikleri her köyde, her kasabada, her şehirde eklendikçe eklenmişti
yenileri. Peşlerine düşene şöyle bir bakıyor, bakmalarıyla acıyı
tanımaları bir oluyor; adımları arasında yeni bir adıma yer açıyorlardı.
Kendilerini arsız bir sarmaşığa benzeten de vardı aralarında,
kurtuluşun türküsünü yalnızca kurtulmaya ahdetmişlerin işitebileceği bir
koroya da. Dayağın, horlanmanın, insan yerine konmamanın kaderi olduğuna
inanarak onlarca yıl geçirmiş olanlar yanında, saçlarına zamansız
takılmış gelin çiçeklerinden can havliyle kurtulup kaçmışlar da sayıca
çoktu içlerinde. Yanlarında olanlar kadar, olmaya dermanı yetmeyenlerin
acılarını da sürüyorlardı peşleri sıra.
Onca yol, dağ, tepe, dere geçtikten sonra şimdi iki uçsuz bucaksızın
arasında kalakalmışlar. Arkalarında geçmenin onlarca gün sürdüğü ova,
önlerinde ilerlemeye yol vermeyen deniz. Çareyi uykuya sığınmada
görenler, çarenin nerede olduğunu bulmaya kafa yoranlar, cezalarının bu
dünyaya gelmekle başlamış olduğuna iyiden iyiye kanaat getirmiş olanlar,
vazgeçmişler ve asla vazgeçmeyecekler; Aziz Thomas’ın dediği gibi, hızla
yayılıp büyüyen yabani otlar: kadınlar. Önlerinde uzanan ve geçit
vermeyen su kadarlar. Kötülüğün eril elinden sıyrılıp, diğerinin derdini
derdi bilmiş; yarayı yaralanmış onarır diyen sesi yüreğinde işitmiş;
kanla ve ezayla ısınan ocaklarını terk etmiş kadınlar onlar.
Güneş denizin üzerinde yükselip günü aydınlattığı kadar ısıtmaya da
başladığında uyuyanlar uyandı. Önlerinde kımıldanan o büyük engelin hala
orada durduğunu görüp, bakışlarını birbirlerinden gizlediler. Umut gibi
umutsuzluk da bulaşıcıydı çünkü. Sessizlik bitmeyecekmiş gibi
görünüyordu. Derken bir esinti, bir büyük dalga ve söz aynı anda koptu.
Kimisi suya yürüme taraftarıydı kimisi de ovayı işaret ediyordu ısrarla.
Tartışma uzayıp giderken, küçüklerden biri, kırık kolu yanlış kaynamış
olan, suya atıverdi kendini çığlık çığlığa. Derken nereden geliverdiği
belli
olmayan
bir neşe sardı sahili. Su ve kadınlar birbirine aktı. Var oldukları andan
bu yana kimliklerini hiçleyen korku yitip gitti. Neşe ile otalandı
bedenlerinde, yüreklerinde dağlanmış ne kadar yara varsa.
Akşama doğruydu. Hayatımın en güzel günü diye düşünüyordu her biri.
Kıyıya çıkıp birbirilerine baktılar. Söz’e gerek yoktu, anlaştılar.
Diğerinin acısını okşayarak sokuldular birbirlerine. Vedasız uzandılar
deniz ile ova arasındaki boşluğa. Başlarının altında taştan bir yastık
binlerce yıllık o uykuya daldılar. O günden bu yana, binlerce kadından
yapılmış o dağ uyur oracıkta. Yorgunluğu ve bıraktıklarını almış üstüne.
Uyur da uyur. Dağ gibi...