Gezdik dolaştık. Hava çok güzeldi, akşam üzeriydi, güzel pembeliklerle
doluydu gökyüzü. Beyazlıklar, mavilikler ve giderek çoğalan karanlık.
Sanki göğsüm gökyüzüyle doldu, o kocaman boşluk sığdı göğsüme,
ferahladım, içim açıldı. Geceye kadar gezdik; yemek yedik, çay içtik çok
güzel bir yerde, göl kenarında. Sazlar rüzgarla yatıyorlardı, bir o yana
bir bu yana. Karşı kıyı ışıklar içinde kaldı zamanla.
Karşı kıyıda Akıl Hastanesi vardı. Onun ve annemin yattığı akıl
hastanesi. O, eğlenceli hastane anılarını anlatıp beni güldürmeye
çalışıyordu.
Ne zaman Gölbaşı’na gelsem, annemi hastanede ziyarete geldiğimiz o günler
gelir aklıma.
Serince bir yaz günüydü, annemi ilk kez ziyarete gitmiştik; büyük bir
korku kalbimde ve gözlerimde; sahipsizlik, utanma ve acı. On bir, on iki
yaşlarındaydım, kırlarda dolaşıyordum beklerken ziyaret saatini ve rol
yapmaya çalışıyordum; çiçeklere, böceklere, suya bakıp “Aaaa ne
güzel” diyordum. Ama en ufak bir hatırlayışta, duygularımda bir hareket
olduğunda bir testere çalışmaya başlıyordu kalbimde. Bir ileri bir geri,
kalbimin kan kırmızı parçaları dökülüyordu, yığılıyordu bir yerlere. Bu
acıya katlanamıyordum ama ağlamıyordum da; babamı, kardeşlerimi üzmek
istemediğim için… Kimin dizine koyacaktım ki başımı, kim ağlama diyecekti
ki bana. Rüzgar yamaçlardaki otları titretiyor, saçlarımızı yüzümüze
gözümüze doluyordu; Alabildiğine güçlü geniş esiyor, bir yaz esintisi
olarak, bizdeki durgunluğa tam bir zıtlık oluşturuyordu. Hastaneyi
göremeyeceğimiz bir yere, gölün kıyısına oturduk. Gülmeye çalışıyorduk,
gülmek zorunlu muydu? Bu gülmeler rüzgarın üşüttüğü birer maske olarak
yapışıp kalıyordu bir zaman yüzlerimizde. Göle taşlar attık, çiçek
topladık, sazlıklara baktık. Hastane yirmi otuz metre gerimizde duruyordu
öylece; Sanki insansız, boş, yaşamsız, sanki acınası. Annem oradaydı,
inanamıyordum. Birazdan görmeye gideceğimiz bir yabancı, yabancı bir
kadın. Her zaman her yerde bana yabancı annem, burada daha fazla yabancı.
Kimlerle beraberdi acaba, nasıl şaşırıyordur, ama asıl şaşıran bendim:
Annem bir topluluğun üyesiydi işte ilk kez. Bu hastanenin hastalarından
biriydi annem.
Karnım ağrıyor, korkuyorum, hepimiz korkuyoruz. Ceketine sıkı sarıl baba,
sıkı sarıl ceketine.
Göl gözlerini dikmiş bakıyor olana bitene, kaygısız salınıyor,
küçümsüyor, korkaklar diyor. Suyun sesinde bile suskunluk var, ufak bir
ses havayı yırtıyor, rüzgara karışıyor. Böyle yerlere gelmeyeli yıllar
oldu. Büyüteçle bakıyormuşum gibi; Toprağa dokunmak, taşlara dokunmak,
böceklere böyle yakın olmak. Sıcak toprak, dingin. Buraya bu sebeple
gelmemiş olsaydık, piknik yapmaya gelseydik herkes gibi. Herkes gibi
olmaya çalıştım hep, olunmuyor.
- Baba ayaklarımı suya sokayım mı?
- Zamanımız kalmadı kızım, ziyaret saati geldi.
Keşke gitmesek, burada, ayaklarımı suya soksam. Tüm sessizliği irkilten
bir ses megafonda ziyaret saatinin başlamış olduğunu söylüyor. Bizi
çağırıyor.
Okulda iğne vurulmaya giderken de böyle karnım ağrırdı. Hiç konuşmadan
yürüyoruz yokuş yukarı. Karşıda hastahanenin büyük beyaz demir kapısı. Ne
kadar da kalabalık. Ürkek bakıyor herkes birbirine. Ürkek, çekingen,
suçlu sanki. Şu binaya gireceğiz, annem…
Siyah beyaz bir fotoğrafta ne güler, ne gülmezmiş gibi bakan kadın benim
annem. Ve ben hayatı tersinden annemden öğrendim.