|
|
|
Bir Garip Düş: Göz, Kulak ve Dil
Yanyana otuz aracın sığabileceği, devasa genişlikte bir cadde
yapılıyordu. Her yer gri, flu ve aynı biçimde görünecekti. İnsanlar başka
türlü basacaklardı yere, biriken sular yeni yollar arayacaktı ve
birbiriyle kesişen noktalar, farklı güzergahlara bakacaktı artık.
Ama sen bunların hiçbirini düşünmeden yürümeye devam edecektin. Zaten
kaldırımları fütursuzca adımlıyordun. Tanıdık bir yüz görünce de cılız bir
devinimle selamlayıp, dudaklarını sahtekarca kıpırdatarak gülümsüyordun..
Yine kaldırımı fütursuzca adımladığın bir anda, kirin ve beyaz boyanın
tırnaklarıyla tutunduğu duvara asimetrik bir biçimde yapıştırılmış, 'A.
Devlet Opera ve Balesi' yazılı mavi temalı bir afişe bakmak için
duraklıyordun. Bu arada afişin hemen altında yer alan kalın ve iri
puntolu, 'Uçan Hollandalı' yazısını fark ediyor, "Bu opera gerçekten
seviliyor muydu?" diye kendine soruyor ve daha yakından incelemek için
yüzünü afişe yaklaştırdığın anda, harfler saliseler içinde 'Eleman
Aranıyor' yazısına evriliyordu. Büyük bir şaşkınlık içindeydin.
Gözlerinden ilk kez şüphe duyuyordun ve şimdiye dek gördüğün her şeyin
bir yanılsama, basit bir illüzyondan ibaret olduğunu düşünüyordun.
Afişin en alt tarafında bulunan siyah okun işaret ettiği bol ışıklı
dükkanın önüne doğru büyük ama kuşku dolu adımlarla yürümeye başlıyordun.
Dükkanın önünde durduğunda, mermer bir tezgaha dayalı, koca
kafaları vücudundan bağımsız görünen, ağır fakat senkronize bir şekilde
hareket ederek yufka açan onlarca hipopotam gözlerine bakıyordu ve sen
hızla daha büyük bir şaşkınlığa doğru sürükleniyordun. Fakat bu kez yer
çekimine yenik düşen ağzın da eşlik ediyordu sana. Çabucak toparlanmak
için gayret ediyordun. Aynı zamanda, "Nasıl bir yanılsamanın içindeyim?"
diye düşünüyor ve bir müddet daha bu tuhaf manzarayı seyrettikten sonra,
üzerinde bulunduğun kaldırımı aynı kuşkuyla adımlamaya devam ediyordun.
Edith Piaf şarkı söylüyordu bir yerlerde. Kulaklarını dolduran bu kadife
sesin verdiği hüzünle, içindeki ormanın ağaçlarını birer birer kesip,
noel gecelerinde süslenmesi için yetim kalmış acılarına dağıtacaktın.
Fakat susmuyordu Piaf ve sen, yaşların gözlerinden boşalırcasına akmasına
izin veriyordun ve aniden çevreni saran yüzlerce çocuk seninle birlikte
ağlıyordu. "Duyuyor musunuz? Duyuyor musunuz?" diye olanca gücünle boşluğa
haykırıyor, gözlerinden akan yaşlara zorunlu bir hürriyet tanıyordun. Bu
sırada çocuklar, ceplerinden çıkardıkları sapanlara bilye takarak
kulaklarını nişan alıyorlar ve hep birlikte, az önce vücutlarını
gölgeleyen, şimdi ise iç içe geçerek uzaklaşan gri bulutlara doğru
koşmaya başlıyorlardı. Yere düşen kulaklarını kadife ceketinin cebine
soktuktan sonra, hala duyabildiğin için yüreğinde peyda olan mutluluk
kolonileriyle birlikte yürümeye devam ediyordun.
Bir müddet yürüdükten sonra, caddenin tamamlanan bölümünün tam ortasında
kurulmuş ve hemen üstünde de 'Ücretsiz Gösteri' yazan büyük bir sahnenin
üzerinde hulahop ile pandomim gösterisi yapan bir grup insan görüyordun.
Sahnedeki bu gösteri grubunu ritimsiz bir şekilde sürekli olarak
alkışlayan ve sayısı git gide artan bir güruh, sahnenin hemen ön
tarafında diziliyordu ve arka taraflarda yer alan başka bir güruh ise,
birbirlerini çimdikleyip ve birbirlerinin omuzlarına şakayla vurarak,
"Bunu gördün mü?" diyor ve hep birlikte koca ağızlarını açarak
gülüşüyorlardı. Karışıyordun onlara. Fakat o anda sona eriyordu gösteri
ve herkes sahnenin çaprazında bulunan dar kapılı, oldukça sağlıksız
görünen izbe bir lokantaya yöneliyordu. Lokantanın camında, 'Gösteri
ücretsiz, yemek zorunlu' yazıyordu. Sen de dalıyordun o kapıdan ve az
pişirilmiş, biberli yengeç sipariş ediyordun. Seni fazla bekletmeyen
garsonlar, geniş ve yassı bir tabak içinde getirdikleri yengeci tek
lokmada yutmaya çalışmana öfkeyle şahit oluyorlardı. Fakat yengeç,
kendisine sirayet eden öfkenin sonucu keskin kıskaçlarıyla dilini koparıp,
yassı tabağın üzerine düşürüyordu. Ama sen, dilinin koparılmasından
dolayı değil de, cebinde para bulunmamasından ötürü içinde infilak etmeye
hazır bir ağlama isteği duyuyordun ve belki de ilk kez bu kadar zayıf
hissediyordun kendini, ilk kez bir toz bezinin değersizliğini yaşıyordun
ve böylesi yavan bakışlara ilk kez maruz kalıyordun.
Garsonun rehin aldığı uzvunu yemek masasında bırakarak lokantadan
çıkıyordun. Fakat bazı harfleri söyleyebildiğin için kendini yine de
şanslı hissediyor ve tekrar yürümeye devam ediyordun.
Üstü başı pejmürde bir adam, elinde tuttuğu şemsiyeyi hemen sol tarafında
bulunan ince ve alabildiğine uzanan metruk bir binayı işaret ederek,
hiçbir şey söylemeden sana uzatıyordu. Sorgulamadan alıyordun ve aynı anda
kötülük düşüyordu önüne. Başını semaya doğru kaldırıyordun ve binanın
semayla bütünleştiğini görüyordun. Huzursuzdun. O anda başını mengeneyle
sıkıştıran iki el hissediyordun ve bu ellerin arkasında beliren
gölgelerden biri ağzındaki piponun dumanını, kulak boşluklarından beynine
doğru üflüyordu -ya da sen öyle sanıyordun- ve bulanan zihninle beraber
yavaş yavaş zayıfladığını hissediyordun ve o anda yaşlı adamın verdiği
şemsiyeyi zorlukla da olsa açmayı başarıyor, tüm tedirginliğinle olduğun
yerde dikilmeye devam ediyordun.
Beklemediğin bir anda -zaten hep hazırlıksızdın- ego düşüyordu önüne,
sonra cehalet düşüyordu, nefret, kin, acı ve prangaya vurulmuş hürriyet
düşüyordu ve son olarak hiçbir bedene uymayan amorf kıyafetler seriliyordu
ayaklarının dibine. Bu kez tepkisiz kalıp, yüce bir aymazlıkla üzerinden
atlıyordun ve zihnine nakşedilen şu, "Hiçbir şeyin olmadığını
anladığımızda, kurtuluruz. -ebediyen."sözü anımsıyor, kalbinin miline
saplanan bir sözcükle beraber yürümeye devam ediyordun. Nihil.
|
37
|