|
|
|
"DİZELERE GÖM
ŞAİR BENİ"
- ikinci bölüm -
Kıdemli garson Sedat ya da daha yaygın adıyla, Kıdemli Sedat, gözünü
kırpmadan izlemişti Telli Teyzesini... Boğazı düğüm düğüm... Tüm
ayrıntılarıyla... An be an... Hafızasına kazına kazına izlemişti...
Sığındığı yerden, perde aralığından, o karanlıkta imkansızken, yine de
gizlene gizlene ve kalbi sıkışa sıkışa izlemişti... Yarım saat önce
vedalaştıklarında, böyle bir son ile karşılaşacağı hiç bir şekilde aklına
gelmemişti...
Sedat, salgın nedeniyle iyice tenhalaşmış, karanlıklaşmış,
insansızlaşmış, ruhu kaçmış Yüksel'in, kör bir ucuna gelip de uzaktan,
heykeli gösterdiğinde, Telli Teyzesi, Sedat'ın tüm ısrarlarına rağmen
gündüzden verdirdiği yeminleri yeniden sıralamış, kendisini oralarda
bırakmasını istemişti... Merak etmemeliydi Sedat... Gelip oradan
alacaklardı tanıdıklar... Öyle sözleşmişlerdi... Garantiydi... Onu
almadan asla gitmezlerdi... Asla... Bunun üzerine Sedat, sarılarak,
koklayarak ağzında buruk bir tatla ayrılmıştı, anne yerine koyduğu
kadından.
Kıdemli ondan ayrılır ayrılmaz, aklına ilk gelen yere, Leman Ablanın
mekana seğirtmişti... Aslında gündüzden, otelde, yemekteyken çok
düşünmüştü... Hani, Telli Teyzesi çok ısrar eder de dayanamaz, bu koca
şehirde bu korona belasında, gerçekten de onu yalnız bırakmak durumunda
kalırsa diye... Çok düşünmüştü... Boşuna Kıdemli Sedat dememişlerdi
ona... Yüksel'in Sakarya'nın Konur'un en eski garsonuydu. Ve buralarda
olan kafelerin çoğunda çalışmışlığı vardı... Avucunun içi gibi bilirdi
Kızılay'ı, mekanlarını, patronlarını... Bir yandan yaşlı kadına yemesi
için ısrar ederken bir yandan şöyle bir gözden geçirmiş...Ama
bulamamıştı... Ne zaman ki yumurta kapıya dayanmış, Yüksel'i kesen
sokaklardan birinin köşesine varıp, heykeli göstermişti o zaman, Telli
Teyzesi, "Hadi evlat... Buraya kadar... Bundan sonrası beni bırakmazsan
olmaz... Ben Ezo'yu görüp döneceğim hemen... Hadi hadi! Sen de geç kaldın
zaten. Kimselere görünmeden evine git, benim de içim rahatlasın." diyerek
onu gitmeye zorlamıştı... İşte tam da o zaman, aklına gelmişti bu
mekan...
Gideceği yer, Leman Ablanın mekanıydı tabii ki... O yangın merdivenine
açılan mutfak kapısını hatırlamıştı birden... Kaç kez söylediyse,
yaptırmamıştı Leman Ablası.. Yangın merdivenine açılan mutfak kapısının
kilidi kırıktı... Eğer yaptırmadıysa, ki kesin yaptırmamıştı... O kapıyı,
kalın bir iple çiviye bağlayan düzeneği kendisi kurmuştu... Hemen
açardı... Hemen açar, kendisini içeri atar...Telli Teyzesine oradan
bakardı... Ne yaptı ne etti, oradan görürdü... Kimler gelecek? Onu kimler
alacak? diye oradan bakardı... İçi rahatlardı... Öyle düşünmüştü...
Leman Ablası, Cahit Abisi gibi değildi. Bir soran olursa, "Bana ne, adam
kapıyı kırmış, girmiş. Benimle ne ilgisi var?" deyip çıkabilirdi işin
içinden... Eski patronu, Leman Ablası, ona da, niye mekanıma girdin, gibi
bir şey demezdi. Aldırmazdı öyle her şeye...
Kıdemli Sedat: yaşlı kadın, el ayak çekilmiş Yüksel'in, bir ucundayken
daha, nefes nefese, mekanın olduğu binanın önüne kavuşmuştu bile...
Karanlıklara gömülmüş binanın arka tarafına dolanmış sessizce yangın
merdivenlerinden tırmanmıştı, beşinci kata... Kapının telini el
yordamıyla söküp, boydan boya Yüksel'i ve heykeli gören salonun
penceresine ulaşmıştı su gibi. Perdeleri kıpırdatmadan, küçük bir
aralıktan bakmıştı dikkatlice...
Yaşlı kadının heykele doğru, ağır ağır gelişini adım adım izlemek
Sedat'ın içini acıtmıştı... Onun, o dal gibi incecik bedeniyle, sarsak
sarsak ilerleyişi... Yanına varınca, heykele uzun uzun bakışı...
Kaidesine oturup biraz dinlenişi... Sonra yerinden kalkıp heykelin o
güzel topuzunu şefkatle toparlayışı, okumakta olduğu kitabına el
sürüşü... Canlıymış gibi, Ezo'nun ta kendisiymiş gibi canı gönülden
sarılışı... Onunla konuşması... Yanağından şefkatle okşayışı... Sonra...
Sonra ellerini cebine sokuşu... Çıkarışı... Duruşu... Bekleyişi... Sonra
heykele tutuna tutuna... Tutuna tutuna... Sonra ağır ağır... Ağır ağır
yıkılışı....
Sedat'ın, tam koşmak, koşup, kucaklayıp yerden kaldırmak için harekete
geçerken, yaşlı kadının gündüz ona sabırla, ısrarla, yeminle, anlatmaya
çalıştığını ansızın kavrayışı... Ansızın ve derin bir kederle
kavrayışı... Kavrayışı karşısında donup kalışı... Donup kalışı...
Gözlerinden akan yaşları fark edemeden pencere önünde öylece duruşu...
Yaşlı kadının yıkıldığı yerde, öylece, uyur gibi kalışını izleyişi... Her
zamanki gibi kimsesiz haliyle, yerde, uzun uzun yatışını izleyişi...
İzlerken kafasını duvarlara vurmak isteyişi... Dişlerini sıka sıka,
orada, öylece, yıkılıp kalmış kadına, gözlerini ayırmadan bakışı...
Sonra nereden haberleri olduysa sivil bir ekibin gelişi... Etrafına
toplanmaları... Telsiz sesleri... Kimse olmamasına karşın çevresine, olay
yeri çizgisi çekmeleri... Telsizden ambulans istemeleri... Yarım saate
kalmadan da alıp götürmeleri... Telli Teyzesini sonsuza kadar
kaybedişi...
Hiç bir şeyi dert etmez diye bilinen Kıdemli'nin, yıllar yıllar sonra
ağlayışı... İçli içli ağlayışı... Ağlayışına şaşırışı... Yıllar yıllar
öncesine kayan hafızasını hemen toparlayışı. Yıllar yıllar sonra gözünün
önüne gelen anıları engellemek için hemen kalkıp kafenin içinde dolaşmaya
başlaması...
Sedat, gece boyu içini rahatlatacak bir şey arayıp arayıp durmuştu...
Yaşlı kadının, hayatının artık tek rüyasının bu heykele kavuşmak
olması... Bu uğurda, o küçük şehrini, küçük mahallesini bir odalık olsa
bile pek sevdiği evini, memleketini bırakabilmesi... Tüm birikimini tek
kalemde harcamayı göze alarak bu yolculuğa çıkması... Asıl, ömrünü bu
uğurda tüketmeyi amaçlaması... Amaçladığı her şeye de bu gece ulaşmış
olması... Ama olmuyordu bir türlü... Telli Teyzesinin, bu gece oğluna,
Ezo'ya, Dila Teyzeye kavuşmuş hissetmesi bile Sedat'ın içini
rahatlatmamıştı... Ki daha gencecik bir kadınken bile, Necdet ve kendisi
için ölümü göze aldığına tanıklık etmişti birinci elden... Çocuğunu ve
arkadaşını kurtarmak için o çelimsiz haliyle, parçalanacağını bile bile
kaç kez, kaç kez önüne atılmıştı o kötü devlerin...
Şimdi, huzursuzca, uykusuzca olanları düşünüyordu Sedat... Dışarıdan,
içeride biri olduğu anlaşılmasın diye azıcık açtığı pencereden, içeri
dolan ay ışığının altında, kafasında olanları gezdiriyordu bir bir... İki
masayı birleştirip minderlerden yaptığı yatakta, yatak dağılır, ses olur,
duyulur diye dönemiyordu da... O gece, geçmişin neyi varsa gelip kapısına
dayanmıştı...
Telli Teyzesi, biricik evladı olan Necdet'e olan özlemini gidereceğini
umduğu tek şeyi, o heykeli görmeye gelmişti bu şehre... Onun için arayıp
bulmuştu Sedat'ı... Kim bilir kaç zamandır o günü tasarlıyordu... O
heykeli görmeden bu dünyadan gitmek istemiyordu anlaşılan... Bir de ona
veda etmek istiyordu sanki... Sedat nihayet kavramıştı... Telli Teyzesi,
bu yaşlı ve kimsesiz kadın, bu heykeli, hem Necdet'in hem Ezo'nun yerine
koyup, hasretten kavurup durmuştu yıllarca yüreğini...
Sedat, o günün sabahında; korona nedeniyle ev niyetine sığındığı
izbelikte, can sıkıntısından yatarak günlerin geçmesini beklediği bir
zamanda, telefonun çalmasıyla doğrulmuş, ekrandaki ismi gördüğünde de bir
tuhaf olmuştu... Telli Teyzesiydi arayan... Yüreği burkulmuştu... Aldığı
haber ise burkulan yüreğini iyiden hoplatmıştı... Ankara'daydı Telli
Teyzesi... Böylesi olağanüstü bir durumda Ankara'da... Ankara'da...
Ankara'da ne işi olabilirdi ki bir yalnız ve yaşlı kadının? Telli Teyzesi
Ankara'daydı ve onu görmek istiyordu...
İkisi telefonda biraz konuştuklarında konu açıklığa kavuşmuştu...
Teyzesi, onu o heykele, Necdet'in daha ilk gördüğünde Ezo'ya, onun
bahçede oturup da kitap okumasındaki o edasına benzettiği, heykele
götürmesini istiyordu... Sedat fırlamıştı yerinden hemen, "Bu kadın bu
yaşında bu bilmezliğiyle bu hastalık yasağında nasıl olur da bir şehirden
bir başka şehre gelir?" dememişti "Nasıl gideceğim? Ya yakalanırsam?" da
dememişti. Bir şapka bir de cerrahi maske bulup, takıp, Seyran'dan
yürüye, koşa, bir şekilde Sıhhiye'de bir fırına bırakılmış olan Telli
Teyzesine kavuşmuştu... İkisi de, Necdet'e sarılır gibi sarılmıştı
birbirine... Necdet'in kokusunu almışlardı birbirinden...
Sedat yaşlı kadını, cebindeki paraya bakmadan, "Neden şimdi geldin?" diye
sormadan, sanki yıllardır beklediği bir ziyaretmiş gibi heyecanla
karşılamıştı. Getirenlere teşekkür etmiş sonra da kapmış, çıkarmıştı o
daracık fırından... Güzel bir yemek yedirecek temiz bir yer düşünmüştü bu
arada... Lokantaların çoğu kapanmıştı da büyük otel restoranları
kapanmamıştı... Her şeyi göze alıp Güzide'nin çalıştığı, Telli Teyzesinin
görmeye geldiği heykele yakın, o otele doğru yürütmüştü kadını... Sinek
avlayan bir iki mağazanın hatırına kilit vurulmamış pasajlardan,
kapısının biri bir sokağa diğeri yan sokağa açılan geniş binaların
içinden ve bildiği tüm kör noktalardan geçirerek, Telli Teyzesini
kameralara yakalatmadan, apar topar ve sağ salim o otele indirmişti...
Orada, bu kıymetli kadına, mükellef bir yemek yedirmeye ve belki de bir
gecelik, şöyle görmediği, hayal bile edemediği bir şatafatlı konaklama
sağlamaya yeterdi parası... Gerisini düşünmemiş, dert etmemişti...
Güzide yoktu otelde... Olmaması, Kıdemli için belki daha iyiydi...
Kötüydü araları... Çok kötü... Sevdiği kadından, bir de kendisi yanlış
üzerine yanlış yapıp, küstürmüşken, yardım istemek... Çok ama çok ağırına
gidecekti... Ölse, para gibi saçmalıklar istemezdi zaten... Beklediği tek
şey, yaşlı kadını ve kendini sorgulamamalarıydı... Yaşın kaç? Nereden
geldin? Seyahat iznin var mı? Oğlun mu? Umutsuzca dönecekti ki, kapıya
varmadan, otelin muhasebesine bakan Zeycan Ablası ile burun buruna
gelmişti. Zeycan Ablası onu maskenin altından bile tanımıştı. Tatlı
kadındı. Güzide'nin müdürü, arkadaşı, şair ablası... Güzide ile
aralarında olanları bilse de, bilmemezlikten gelip coşkuyla
karşılamıştı... Sonra da cebinden, her zaman yaptığı gibi kendi
kuşağından şairlerin, şiirlerinin, dizelerini yazdığı not kağıtlarından
iki tanesini çıkarıp, birini Sedat'ın diğerini Telli Teyzesinin eline
tutuşturmuştu... Bu arada da danışmadakine ne söylediyse, işlerini de
sorgusuz sualsiz halletmişti... Sedat da o telaşının arasında, daha
masaya oturur oturmaz, Yüksel sakinlerinin her zaman yaptıkları gibi
kağıtları açıp merakla bakmaktan kendini alamamıştı... Günün uğuru
gibiydi o kağıtlar... Yüksel Caddesi meftunuydu bu dizelerin... Telli
Teyzesine, Mehmet Mahzun Doğan'dan, "Yazsam yasak bir kitaptır
yaşadığım", kendisine, Kıvılcım Vafi'den, "Dizelere Göm Şair
Beni," çıkmıştı... Yaşlı kadın, kendine çıkan dizeyi, Sedat'ın şaşkın bakışları
altında geri almıştı ... Kaderi yazılıymış gibi dikkatle tutmuştu...
Kağıdı küçücük katlamış, kalın ceketinin cebinden, içinden bir tek
tanecik karanfil çıkan, beyaz bir bezi açıp, sarmaya kalkmıştı. Sonra
vazgeçip sadece karanfili bırakmıştı beyaz bezin arasına. "Dila Teyzen
vermişti bu karanfili bana. Yadigar... Hatırası var... Hep saklarım
koynumda." Sedat derin bir kederle, "Nur içinde yatsın... Ne kadar iyi
bir kadındı. Hiç unutulacak gibi değil" demişti. Telli Teyzesi ise onu
duymayarak beyaz bezi özenle katlayıp, koklayıp koymuştu yeniden
cebine... Kağıdı da aynı özenle diğer cebine koymuştu.
Telli Teyzesi yemeğe razı gelmişti de konaklamayı istememişti bir
türlü... O kadar emin konuşmuştu ki konaklamaya gerek olmayacağı üzerine,
Sedat da ısrar edememişti... O da, yaşlı kadın elini yüzünü yıkamaya
gittiğinde, tatlısından tuzlusuna çorbasından kebabına kadar her şeyi
ısmarlamıştı... Ömründe ilk kez bu kadar lüks bir yerde bu kadar çok
yemek söylemişti... Güzide için bile böyle masa donatmamıştı... İstemişti
ki şu tatsız dünyada şu kadıncağız bir gün görsün... Sedat'ın rahatı
yerinde bilsin...
Sedat ve yaşlı kadın, kâh yemek yemiş kâh konuşmuşlardı... Oradan buradan
konuşmuşlardı da Necdet'e, Ezo'ya, Dila Teyzeye, eskilere pek
dokunmamışlardı... Bu yüzden kopuk kopuk kalmıştı konuşmaları... Dalgındı
teyzesi... Ama sık sık hatırlatmıştı, "Heykele ne zaman gideceğiz?
Karanlığı beklememiz şart mı?"
Yemeğin sonuna doğru Sedat dayanamamış; "Ya sonra?" diye sormuştu
merakla... Kendine kalsa ömür boyu sırtında taşırdı Telli Teyzesini...
Kastı, heykeli gördükten sonra başına kalması değildi... Kalsa keşke...
Kalsa, onun için de iyi olurdu... Ayrıca ona öyle sevgi dolu... Öyle
borçluydu ki zaten... Anne gibi... Şu salgın belasında, otel olmazsa, bu
narin kadını, o kötü eve nasıl götüreceğini, orada nasıl ağırlayacağını
dert etmişti... Başka bir şeyi değil... Ama kadın "Sonrası yok." demişti
kararla, "Sonrası yok ki oğlum. Neden telaşa düşüyorsun benim için?...
Ben o heykeli görüp gideceğim o kadar... Sen beni Ezo'nun heykeline
götürüp, orada bırakıp gideceksin... Beni beklemeyeceğine yemin
edeceksin... Arkamdan izlemeyeceğine söz vereceksin... Merak etme
Sedat'ım, sonrası olmayacak, gelip beni alacaklar, götürecekler..."
Ah o kafası! Ah o salak kafası! Telli Teyzesi ona açık açık belirtmiş ama
Sedat, onun söylemek istediğini bir türlü anlayamamıştı... Kendi kendine
kurgular yapmıştı boşu boşuna... "Götürür heykelin oraya bırakırım...
Orada, bir on, on beş dakika yalnız kalır... Heykeli görür... Artık
heykelle mi olur kendiyle mi olur, ne konuşacaksa konuşur, dertleşir,
ağlaşır... Ben bu arada, onu gözlerim... O zaman zarfında, onu Ankara'ya
getirenler, gelip almazsa, ben gider alırım," diye düşünmüştü...
"Sonrasında da, artık ev mi olur otel mi olur o zaman düşünürüm..." diye
kalbini ferahlatmıştı... Oysa sonrası olmamıştı... Olamamıştı... Telli
Teyzesi ona büyük bir sürpriz yapmıştı... Hem de ne?
Korona yasakları başlayıp kafelerin hepsi kapanınca, gündelikle çalışan
çoğu insan gibi Sedat da açıkta kalmıştı. Cahit Abi; kafeler ve
lokantalarla ilgili yasakların başlayacağı gün, ellerine, iki haftalık
gündeliklerine karşılık biner lira vererek evlerine yollamıştı. "Bu
izolasyonun çabuk geçeceğini umuyorum. Bunların ekonomisi cicidir, bir
şey olsun istemezler... Şimdilik bununla idare edin. Yasaklar kalkınca da
gelir işinizin başına geçersiniz." Elle gelen düğün bayram" denmişti ama
onlar için öyle olmamıştı bu sefer. Cahit Abi dahil hepsinde bir
şaşkınlık vardı. Sokaktaki tüm mekanlar gibi, birlikte, sessizce,
endişeyle ortalığı temizleyip, toplayıp, kapıya kilit vurup
dağılmışlardı.
Sedat, cebindeki üç yüz elli liranın yanına bin lirayı ekleyip aylardır
uğramadığı, elektriği, suyu kaldı mı bilmediği, Seyran'daki hava almaz,
ışık almaz, rutubet kokusundan girilmez eve doğru yola koyulmuştu
mecburen. Yönetici, evi boşaltmış bile olabilirdi... Yine de giderken
markete uğrayıp beş tane ekmek, bir karton yumurta, bir büyük yoğurt, iki
paket margarin, iki paket makarna ve bir kilo domates almıştı. Ne kadar
dışarı çıkılamayacağını bilemediği bir zaman için ilk aklına gelenleri
toplamıştı... Eve uğramayalı çok olmuştu... Güzide'de kalırdı çoğunlukla,
bir halt edip kızı küstürdüğü zamanlarda da çalıştığı yerlerde, gecenin
bitiminde her yeri temizler sonrasında da bir kanepe bir koltuk bulur,
kıvrılırdı. Patronlar ses etmezdi bu işe, aksine mekanları daha
güvendeymiş gibi gelirdi onlara...
Eve gitmek istemezdi hiç Sedat. Necdet'in tüm özenine karşın asla bir eve
dönüşmeyen o bodrum katını, o kapıcı dairesini hiç sevememişti... Necdet
gittikten sonra da bir iki acil ihtiyacın dışında hiç uğramamıştı zaten.
Ve ne kadar süreceği, Cahit Abinin verdiği bin lira ile, para bile
sayılamayacak cebindeki üç yüz elli liranın ne kadar dayanacağını
bilmeksizin, sırf yasakları geçirmek için o eve dönmüştü. Yerli
yerindeydi kahrolası bina. Bıraktıkları gibiydi. Biraz daha karanlık
biraz daha nemli...
Eve alışması çok zor olmuştu. Gecenin üçünde yatıp öğlene doğru kalkmaya
alışmış bünyesi, elektriği olmayan bu evde, hava kararınca yatıp, sabah
gün ışığıyla kalkmak... Elini neye atarsa Necdet'i, Necdet ile birlikte
eskileri, çektiklerini anımsamak...
O küçük şehirdeki yaşamları... Çocuklukları, ilk gençlikleri... Acıları,
sevinçleri sonra yine acıları, yoksullukları, çaresizlikleri... Daha
boyları bir karışken, kimsesizliklerine bakmayıp masallardaki yiğitlik
adına, mahallelerindeki çocuklara musallat olan devi taşlamaları... Kötü
devin salyaları aka aka peşlerine düşmesi... Onlar günlerce gecelerce
takip etmesi... Kovalaması... Koşup koşup sığınacak bir yer
bulamamaları... Bir adamın, bir tek adamın bile çıkıp da bu kötü deve bir
şey yapmaması... Yalnızlıkları... Umutsuzlukları... Bir tek Telli
Teyzenin, daha Dila Teyze yanında olmadığından, bir tek onun, canı, kanı,
kemiği, saçı pahasına devin önüne atılıp, onları kaptırmaması...
İlkokulun zor şer bitmesi. Adet yerini bulsun diye orta okula
yazılmaları... Sedat'ın babasının bitmeyen mutsuzluğu ve bitmeyen
dayakları... Necdet'in babasızlığı...
Bir gün bir şey olmuştu... Bir gün... Gerçekten güzel bir şey olmuştu...
Bir sonbahar günü, Dila Teyzelerin, o doğu şehrini bırakıp Telli
Teyzelere komşu gelmeleri hayatlarını birden değiştirip, güzelleştirip
çıkmıştı... Dila Teyzeleri, kardeşi kasap Şemsettin ile karısı Leyla ve
yeğeni Ezo ile, uçup, gelip, yan bahçeye konmuştu... Şemsettin Efendinin
tek çocuğu, göz bebeği kızı, güzel Ezo, bir de onların yaşıtı çıkmasın
mı? ... Ezo'nun, onlara göre epey zengin olan babasının parasını
harcamak, gezip eğlenmek yerine bahçede, bir koltuğa oturup, sürekli
kitap okuyan hâli, ikisinin de dikkatini çekmişti... Bu hâli önceleri
onlara çok garip gelmişti... Ama sonra... Sonra... Necdet, bu hâli Ezo'ya
çok yakıştırmıştı... Bu hâle hayran olmuştu... Umutsuzca tutulmuştu
aslında... Gece gündüz dalgın dalgın oturup onu düşünmeye, kafasını
şişire şişire ondan söz etmeye ve gün boyu onu izlemeye başlamıştı...
Bahçeden ayrılmaz olmuştu... Mahalle maçlarına çıkmaz olmuştu... Güvercin
uçurmaya gelmez olmuştu... Paçalı güvercinin çalınmasına bile
kızmamıştı...
Bu arada iki yalnız kadın olan, Dila Teyze ve Telli Teyze birbirini çok
sevmiş ve arkadaş olmuşlardı... Sabah akşam birlikte oturuyorlar, işleri
birlikte bitirip, konuşup, dertleşiyorlardı. Dila Teyze evlenmemişti hiç.
Bu iki kadın, oturup kalkıp çocuklara giysiler örüp dikiyor... Onlara
patates salataları, kısırlar, börekler yapıyorlardı... Yaptıkları
Necdet'in çok dikkatini çekmese de, kendi evinden, yemek verilmeden
sabahtan, kışkışlanan Sedat için ziyafet oluyordu... Farkında olmadan
okuldaki, derslerdeki durumları düzelmişti yeminle... Sınıflarını,
ikmalle de olsa geçiyorlar, öğretmenlerini bile inandıramıyorlardı...
Serpilip gelişiyorlardı... Mutluluğa benzer bir his içinde yaşayıp
duruyorlardı... Bu arada Ezo'nun yaz kış, gece gündüz demeden bahçedeki
koltuğuna oturup kitap okuması sırasında, ara ara başını kaldırıp kendini
izleyen Necdet'e tatlı tatlı gülümsemesi şahane bir gol oluyordu feleğe
karşı... Necdet sırf bu yüzden, okumaya merak sarmıştı...
Güzel şeyler ne yazık ki çok uzun sürmemişti... Küçük şehirlerinde,
devlerin kötücül davranışları yine tırmanmaya başlamıştı... Yine kız
çocuklarına ve erkek çocuklarına, kadınlara musallat oluyorlardı... Bu
arada sınıflarındaki en saf kalpli kız olan, Gülnar, bir gece ansızın
kaybolmuştu... Tüm aramalara karşın bulunamamıştı... Kimin yaptığı
açıkça bilinmesine karşın söylenmiyordu ... Görenler, kızın sesini duymuş
olanlar korkuya, paraya kapılıp konuşmamıştı... Üstü kapatılmaya
çalışılmıştı... Orada burada çok soran, çok konuşan olunca da, utanmadan,
sıkılmadan sınıfındaki çocukların suçlu olabileceği söylenmişti... Onlar
hedef gösterilmişti... Devler, onlarla aralarında, çocukluklarından kalan
kan davasının unutmamışlardı... İntikam peşindeydiler... Bu kez de suçu
yüklemek, öç almak için peşlerine düşmüşlerdi... Bu canlarına kast eden
kovalamaca yetmezmiş gibi, Necdet'in boynunu bükecek tek bir şey olmuş,
Şemsettin Usta, olanlardan, kızıma bir şey olur diye korkup, Ezo'yu
gizliden, İsveç'e, dayısının yanına göndermişti...
Necdet, Ezo'nun gitmesiyle birlikte kolunu, kanadını kırmış, dünyaya
karşı ilgisini kaybetmiş, kaderine küsmüştü... Kimseye bir şey demeyip
kendi içinde kavrulup kavrulup kalmıştı... Anasının da Dila Teyzesinin de
tüm bakımına karşın günden güne sararıp solmuştu... Oysa tehlike
büyüktü... Bir kez daha kapana çekiliyorlardı... Telli Teyze, devlerin
şerrinden çok bu şer karşısında susanların vicdansızlıklarından da bir
kez daha dehşete kapılmıştı... Bağrına taş basıp, Sedat'a, Necdet'i de
alıp o küçük şehri terk etmeleri için yalvarmıştı... Sedat baba
dayağından bunalmış, bıkmıştı zaten... Bir gün ben de el kaldırırım, baba
katil olurum, diye korkuyordu... Büyük şehir başka olur umuduyla yola
düşmüşlerdi.
Anıları, bir bir gözünün önünden geçmek için o geceyi beklemişti sanki
Sedat'ın... Necdet ile Ankara'ya gelişleri... On güne yakın, yarı aç yarı
tok, Konur civarında, Sedat'ın, amca oğlu olan Yasin Abiyi aramaları ...
Necdet'in Yüksel Caddesinde o heykeli görür görmez Ezo'ya benzetmesi ve
heykelin yanından ayrılamaması... Yasin Abilerinin geldiği akşam, ikisine
birden komilik işi bulması... Sonra Seyran civarında bir kapıcı dairesi
ayarlaması...
Necdet'in bir türlü komiliğe, kalabalığa, tanımadıklarına güleryüz
göstermeye, muhabbete alışamaması... Sırf heykele yakın olayım diye
komiliği bırakıp seyyar simitçiliğe razı olması. Ezo'ya benziyor diye
simitleri bitirir bitirmez, gelip gelip bu heykelin kaidesine oturup,
Sedat'ın işinin bitmesini beklemesi... Özellikle yaz geceleri, o
bekleyişten sonra neşeli kalabalıklar arasından yürüye yürüye, konuşa
konuşa eve dönüşleri... Necdet'in bitmeyen kederi... Evin bitmeyen
rutubeti... Necdet'in kederden ve rutubetten hastalanışı... Küçük
şehirlerine geri dönüşü... Orada öylece gamdan, kederden sönüp gidişi...
Kıdemli, o geceden, o hatıralardan, o kendisiyle hesaplaşmadan nasıl oldu
da, sağ salim çıktı... ömrü boyunca anlayamayacaktı...
Sabah ise sanki başka bir dünyaya kalktı...
"Memleketim," dediği Yüksel'deydi artık ne de olsa... Doyduğu yerdeydi...
Gerçek evinde, yuvasındaydı... Güvendeydi... Buralara aitti o...
Yüksel'in KIdemli Sedat'ı ile, Kıdemli Sedat'ın Yüksel'i buluşmuştu
yeniden... Yüksel'in bilinen Yüksel ile bir ilgisi yoktu... Olsun... Bu
uzun uzun sokaklar, korona nedeniyle tümüyle değişmişti ama ev dediği
yerden, çok daha yakındı ruhuna... O kümese dönmeyecekti bir daha.... O
zindana bir daha girmeyecekti... Burada kalacaktı... Yaşarsa burada
ölürse burada olacaktı...
Elini pantalonunun cebine soktu, ne kadar para varsa yatak olarak
uzandığı yere döktü. Başka ceplerini de yokladı... Ne çıktıysa saymadı,
bakınca, anlayacak kadar azdı... Dünkü yemekten ve okkalı bir kontör
yüklemekten sonra kala kala yüzelli lira kalmıştı... Tüm para bu
kadardı... Uzunca bir süre paralara baktı... Düşüncelere daldı...
Sonra kalktı mutfağa, buzdolabına, kiler olarak kullandıkları yerlere bir
bir baktı... Bu salgın bir hafta on gün sürer diye düşünmüş olmalılar ki
buzdolabını bile boşaltmamışlardı... Buzdolabı ve dondurucuda onu, beş on
gün idare edecek yiyecek vardı şükürler olsun... Günde bir öğün yiyerek
burada uzun süre kalabilirdi... Yeter ki kimsenin dikkatini çekmesin...
Dışarıya pek çıkmadan günde kimi gün tost kimi gün ketılda kaynatılmış
makarna kimi gün ton balığı konservesi kimi gün ise buzluktan çıkmış
sigara böreği yedi... Kimi gün de şapkasını ve maskesini kuşanıp dikkat
çekmeden, ciğer ekmek, tavuk döner, pide kapıp geldi sokaklardan...
Günlerini can sıkıntısından, kafeyi inceleyerek, bulduğu kitap ve
dergilere bakarak, tüm bardakları ve kaşıkları akşamdan ilaçlı suya koyup
parlatarak geçiriyordu... Mutfak dolaplarına sinmiş yağları sabunlu
kaynar sularla kazıdı... Masaların sandalyelerin ayaklarını sıkıladı...
Boya bulsa bir de bir güzel boyayacaktı... Geceleri ise perde gerisinden
boşalmış sokakları izledi... Güzide'yi düşledi... Buralarda, böyle bir
kederli tenhalık görmemişti...
Sedat en son kalan parasıyla, on ekmek iki simit alıp geldiğinde, bu
lanet hastalığın çabuk atlatılamayacağı, yasakların öyle beş on günde
kalkmayacağı, Cahit Abisinden ses soluk çıkmayacağını kahırla
anlamıştı... Cahit Abisinin eve uğrayıp, onu bulamayınca, "Nasıl olsa
gelir görür..." diye, yiyecek paketlerini kapısına bıraktığından, "Bir
teşekkür için bile aramadı kerata..." diye kendince gönül koyup
kızdığından haberi olmadı... Artık sadece ekmeğe ketçap, mayonez ya da
margarin sürmeye yetiyordu mutfak imkanları... Dert etmiyordu... Nasıl
olsa, geçecekti bir gün... Olmazsa yüzünü kızartır, Cahit Abisini bir
arardı...
Böyle bir zaman denk geldi, üç günlük sokağa çıkma yasağının ilanı...
Sedat uzanıp, uzun uzun bakarak vakit öldürdüğü sosyal medyadan öğrenip
yasağı hemen mutfağa koşmuştu... Onun üç, beş, değil sadece bir tek
ekmeği vardı, o da yarısı yenmiş durumdaydı... Artık, Cahit Abisini
aramasının zamanı gelmişti... Mutfaktan dönüp telefonu eline aldı ki...
Almaz olaydı... Kontör bitmişti... Kontör bitmiş... O kadar kontör uçmuş
gitmiş... Dünya ile ilişkisi tümden kesilmiş... Sanki ıssız bir adaya
düşmüştü...
Yav ki yav Sedat... Şu caddelerin, sokakların Kıdemli Sedat'ı... Bu kadar
mıydı?
Şu çevrede normalde en az üç beş bin müşteri üç yüz beş yüz garson, komi,
kasiyer, tezgahtar, aşçı, kapıcı tanıyıp, bunların yarısından, istese üç
yüz isterse beş yüz borç alabilecek olan Sedat, şimdi üç gün boyunca
böyle çaresiz böyle kimsesiz kalacaktı öyle mi?... Ekmeksiz yemeksiz
kalmaktan çok yapayalnız, hem de Yüksel gibi bir yerde yapayalnız kalmak,
kahrediyordu onu... Sıktı dişlerini oturdu... En çok, kalabalıkların terk
etmiş olduğu gecelerde, ses soluk kesilmiş, bomboş sokakları izlemek
koyacaktı ona bu yasak sırasında..
Kıdemli, o gece ve yasağın başladığı ertesi gün, buzdolabında bir poşete
sarılı yarısı yenmiş ekmeğe dokunmadı... İkinci ya da dayanabilirse,
üçüncü gün ekmeğini yiyecek, böylece gücünü koruyacaktı... Zamanı yatarak
ve acıktıkça su içerek geçirdi... Midesi delirmiş gibi kazınıyordu...
İkinci gün de, direnebilirim, yarın yerim ekmeği, ertesi gün yasak
bitince de çıkar, sokaktan geçen birinden telefonunu rica eder, Cahit
Abiyi ararım, gelir beni alır, düşüncesiyle, yattı ve su içti sadece...
O gece, karanlığına sığınıp başı döne döne bakabildiği pencereden,
sokağın ürpertici ıssızlığını ayrımsayınca gerçekten korktu Sedat...
Ramazandı ve iftar vaktiydi. Meşrutiyet'ten, Atatürk Bulvarı'ndan, Ziya
Gökalp'ten geçen bir iki arabanın da sesi kesilmiş, sanki koca bir şehir
terk edilmişti. Sanki şehrin diğer taraflarını yok etmişler sadece bu
yabancı karanlık kalmıştı ona. Sanki burada da hiç hayat oluşmamıştı...
Kıdemli mutfağa gidip ekmeği almak istedi... Yarını boş verip, bugün, bu
saat o ekmeği yemeli, umutsuzluğu silmeliydi... Korkardı çok
umutsuzluktan... Ayaklarını sürüye sürüye gitti... Kağıda sarıp
kaldırdığı ekmeği, buzdolabından çıkarıp açtı... Ekmeğin yemyeşil
kesilmiş olduğunu fark etti... Yenemeyeceğini bile bile bir türlü elinden
bırakamıyor, bomboş olduğunu bile bile buzdolabının önünden
ayrılamıyordu... Bekledi... Bekledi... Baktı, biraz daha beklerse oracığa
düşüp kalacak, gözleri karara karara, sürüne sürüne yattığı yere
dönebildi...
Zor şer yatak olarak yaptığı yere uzandı Sedat... İçi boşalıyor gibi
oluyordu... Bıraktı boşalsın... Zihni bir gidip bir geliyordu... Zihni
bir bugündeydi bir yıllar evvelinde... Bir bugünde bir yıllar yıllar
evvelinde...
Sedat birden bire , yıllar yıllar önce, Necdet ile, yine böyle bir
sokakta böyle bir ıssızlıkta böyle bir tenhalıkta böyle bir çaresizlikte
ve böyle bir açlık ve susuzlukta koştuğu yerde buldu kendini... Kan ter
içinde koşuyorlardı... Yakalanmamak için devi görür görmez koşmaya
başlamışlar gide gide mahallelerinden, mahallelerinin sağladığı
güvenlikten çok uzağa düşmüşlerdi... Bilmedikleri daha önce gelmedikleri
yerlerdi buralar... Akşamın darında, koşa koşa geçtikleri o ışıklı
caddeden, ilk gördükleri karanlık sokağa dönmüşlerdi alelacele. Nefes
nefeseydiler... Can havliyle kendilerini attıkları bu sokak ise
arkalarındaki tehlikeden daha öldürücü görünmüştü gözlerine, ödlerini
koparmaya yetmişti...
Sedat ile Necdet, harabeye dönmüş, yüksekliği her an üzerine yıkılacakmış
gibi duran metruk binaların arasından, o daracık sokakta dehşete
kapılmadan ilerlemeye çalışıyorlardı... Arkalarında ise o kötü dev...
Onları yakaladığında ölümlerden ölüm beğenecekleri o kötü adam...
Yorgunluktan her an oldukları yerde yığılacak halde, birbirlerine bakmaya
da korkarak, koşmayı sürdürmeye çalışıyorlardı... Bir umut, pencerelerden
bir ışık kapılardan bir ses duymak için bakıyorlar ama aradıklarını
bulamamanın umutsuzluğuna düşüyorlardı... Necdet sendelemeye başlamıştı
bile... Ayakları birbirine karışıp, takılıp tökezleyip duruyordu...
Sedat, arkadaşının bu halini gördükçe kalbi duracak gibi oluyordu...
Farkında olmadan Necdet'in kolundan tutuyor öyle ilerliyorlardı.
Nefesleri ha durdu ha duracaktı... İlk hangisi gördü, hangisi diğerini
uyardı fark edemiyordu... Az ilerdeki boyası dökülmüş pervazları
çıkarılmış bir binanın, kanatlı kapıların arasından bir ışık sızıyordu...
Necdet, Sedat'ın kolunu öyle bir sıkıyordu ki neredeyse bağıracaktı.
Sessizce ve hevesle kapıya koştular. Kapının koluna asıldıklarında,
kilitli olduğunu anlayıp tokmağına uzandılar ... İçerden, gülen, konuşan,
şarkılar söyleyen insanların sesi geliyordu... Çatal bıçak seslerini bile
duyabiliyorlardı...
Necdet; "Kurtulduk." diye fısıldıyordu. "Kurtulduk Sedo."
İki çocuğun mutluluğuna diyecek yok. Kanatlanıp uçacaklar neredeyse.
Tokmağı kuvvetlice vuruyor Necdet, aceleleri var... Dev onları görmeden
bu kapıdan içeri atmaları gerekir kendilerini. Buradaki insanlar, iki
çocuğu o kocaman deve teslim edecek değildir nasılsa... Ama ne kadar
çalarlarsa çalsınlar kapı açılmıyor... Duymamış olmalılar... Oysa onlar
içerdekileri rahatça duyuyor... Sabırsızlıkla bekliyorlar.. Gelen giden
olmuyor ... Tekrar asılıyor Necdet tokmağa... Umudu bol... Artık devin
onları görmesi umurunda bile değil... Nasılsa kapı açıldığında bu neşeli
kalabalık onları içeri alacak ve kurtulacaklar .. Yedikleri yemeklerden
de verirler belki... Tüm kuvvetiyle asılmasına karşın içerden bir hareket
olmuyor... Necdet artık sabrının son noktasında yumruklarıyla, tekmeyle
girişiyor kapıya... Sedat da onunla birlikte... Gürültü ettikleri için
kızmazlar bile belki içerdekiler, kibar insanlar gibi eğleniyorlar... Tüm
güçleriyle vuruyorlar...Duymamalarına imkan yok... İmkan yok... Ama
duymuyorlar... Bir umut kapıya yükleniyor ikisi de... Kırılırsa
kırılsın... Ha açıldı ha açılacak derken o eski kapı kanatları açılmıyor
bir türlü... Arkalarına düşmüş olan kötücül devin yaklaşan ayak sesleri
geliyor kulaklarına... Gözleri yaşarıyor...
Bu kez Necdet toparlıyor kendini önce. Kendisinin ve Sedat'ın
gözlerindeki yaşları siliyor. Çöktükleri kapı aralığından kalkıyor ve
yıkıla yıkıla yola düşüyorlar... Dursalar, yavaş yavaş yaklaşan ayak
sesleri, yakalanmalarından önce öldürecek onları... Kocaman umutlarını
sönen balonlara döndüren kapının önündeki oyalanmaları, onları biraz
dinlendirmiş gibi... Küçük kalpleri kırık, bacaklarının dermanı az, yola
düşüyorlar yine.
Sedat ekmeği düşlüyor...
Sedat'ın zihni, o sokakla Yüksel arasında gidip geliyor... Hangi sokakta
hangi yaşta olduğunu ayıramıyor artık... Zihni, hafızası çamur gibi...
Ama kim, ne, nerede olursa olsun, gözü, kulağı kapılarda, seslerde,
ışıkta... Ne olur bir kıpırtı olsa bir ses, bir ışık... Bir insan...
İnsan...
Necdet'in yavaşlayan soluklarını hissediyor yine... Arkadaşı hasta... Bu
kadar koşturmayı, korkuyu taşıyamaz ki o... Telli Teyze üzerine titrer
hep tek oğlunun...
İki çocuk... Yine kalplerinde kuş çırpınışı... Yine hızlı ve görünmeden
ilerlemeye çalışıyorlar... Biraz ilerlediklerinde burunlarına çok güzel
bir koku geliyor... Nasıl bir koku o... Sanki ortalık aydınlanmış, her
yer bahçe olmuş akarsular, pınarlar fışkırmış gibi bir koku... İşte
orada... Bir binanın köşesine dayanmış... Karanlıkta zorla fark
ediliyor... Yaklaşınca kısacık elbisesi pırıl pırıl bir kız...
tereddütle, sakınarak bakıyorlar, onlardan azıcık büyük yaşça... Çok
güzel bir kız ama... O da onlara bakıyor ve kırmızı kırmızı dudaklarıyla
gülümsüyor... Çok, çok güzel gülüyor... İçleri ferahlıyor..."Gelin
bakayım." diyor onlara. "Ne arıyorsunuz buralarda?" Tamam! Biri gördü en
sonunda onları... Biri onları gördü... Onlarla konuştu... Artık
kurtulacaklar... Tam ilk adımı atıyorlar ki, arkasından beliren bir başka
dev, küçücük kızı saçlarından kavrıyor... Kız bağıramıyor bile... Sadece
bir "Ah!" çıkıyor belli belirsiz dudaklarından... Sedat'ın kolunu
koparırcasına kavrayıp donup kalıyor yine Necdet... Döverek sürüklüyor
dev kızı koyu karanlığın içine...
Necdet sessiz sessiz ağlamaya başlıyor artık... Bu ağlama Sedat'ın azıcık
kalan gücünü tamamen alıp gidiyor. Korkulu ve şaşkın öylece duruyorlar...
Artık bittiler... Koşamayacaklar... Kaçamayacaklar... Boyunları
bükülüyor... Ne olacaksa olsun... Bu işkence bitsin... Durup
bekliyorlar... Devin soluğu enselerinde... Oldukları yere ağlayarak
çöküyorlar... Dev homurdanarak geliyor ve ikisinin kolundan tutup
kaldırıyor ki, Sedat, Telli Teyzesinin cılız sesini duyar gibi oluyor...
Sahiden o... Sahiden o...
O gencecik kadının, o çelimsiz o darmadağın haliyle, koşarak gelmesiyle,
Necdet ve Sedat'ın üstüne kapanması bir oluyor... Kaşı patlıyor önce,
sonra dudağı... Bileği kırılıyor, bir de iki kaburga kemiği... Düştüğü
yerde kalmıyor ama, hemen doğruluyor, hemen... Yine devin karşısına
dikiliyor... Kemiğin kırılma sesini duymakta olan çocuklar, korkmuş,
sinmiş... Bir kez daha darbenin etkisiyle uçan kadın bir kez daha
üsteline kapanıyor... Ağır... Bitkin... Ölümlü...
Sedat üzerlerine düşen ağırlıktan nefes alamıyor...
"Canımın içi, ben hiç seni bırakır mıyım?" diye ağlayarak konuşuyor bir
kadın onunla, "Nerelerde aradım seni... Nerelerde?" Yok! Bu Telli
Teyzesinin sesi değil... "Canımın içi," demez o oğluna... "Kurban
olduğum," der. Bu duyduğu onun sesi, onun sözü değil... Bu duyduğu
Sedat'a söyleniyor...
Güzin'in sesi bu...
Güzin'in sesi...
Zeycan Ablası da oralarda olmalı, "Kaldır, kaldır," diyor, "Su ver ağzına
biraz... Ağlama... Açlıktan bayılmış olmalı... Ağlama... İyileşecek..."
- sürecek -
|
12
|