ANLATI

Semih Özcan  





 

DÜNYAGÖRÜŞÜME MEKTUPLAR  - 8

BEN BİTERİM BU YOLCULUK BİTMEZ


100..120..140..150...

Karşımdaki dijital sayaçta hızla yükseliyor rakamlar.

Tik..tak..tik..tak..tik..

Bir saatin zamanda yol alışı gibi.

Hız gitgide artıyor.

180..200..230..250..270..

Artık tik-taklar da yetişemiyor bu hıza. Zaman kendini aşma peşinde.

Oturduğunuz koltukta pek farkına varamıyorsunuz bu sürekli artan hızın. Hatta yerinizden kalkıp kompartımanda sarsılmadan gezintiye de çıkabilirsiniz. Ancak pencereden dışarıya baktığınızda tüm görüntüler bir şerit gibi geçiyor gözünüzün önünden. Bu görüntülerin altındaki üstündeki yeşillikleri, ağaçları, kuşları, bulutları, gökyüzünü yakalayabilirsiniz yaşamı da yakalayabilirsiniz bir ucundan. Yoksa içine hapsolunduğunuz bu hızlı trenin içindeki varlığınız düz bir çizgiden öteye geçemiyor.

Kuşlar demişken, oturduğum evde günlerim aralıksız martı sesi dinlemekle geçiyor. Balkonundan odalarına dek kimi zaman birer ikişer çoğu zaman da kalabalıklar halinde, hiç susmayan martı sesleri. Hiç susmayan, yirmi dört saat aralıksız. Her kuşun gökyüzünde göründüğü, öttüğü belirli saatler vardır. Kimi sabah erken saatlerde, kimi akşam vakti. Üstelik çoğu da öğlenin sıcak saatlerinde ortalıktan çekilirler. Ama martılar öyle mi ya..onlar bu zamana zamanı yıkmak için gelmiş canlılardır. Vırrak..vırrak..vırrak.. Çoğu insan sevmez de bu sesleri, belki de hiç susmadıkları için. Ama bu süreklilikleri bende tutku yarattı. Hani bir duyamazsam, müthiş özleyeceğim. Nasıl bunca zengin bir şarkı repertuarları varsa, hiç tükenmiyor. Sorunları ne kadar çoksa anlata anlata bitiremiyorlar.

Bir de bugünlerde kafama takıldı..insanlar hemen her kuşu bir şekilde kafeslere tıkmışlar. Kimi evinde beslemek görüntüsü altında can sıkıntılarını gidermek, kimi de daha büyüklerini o ilkel hayvanat bahçelerinde kafeslere tıkmışlar. Hemen her kuşu gördüm bir tek kafese tıkılmış martı görmedim şimdiye dek. Belki de seslerine katlanamadıkları için..ben değil. Öyle ya özgürken dertlerini durmaksızın haykıran martılar, bir de kafese tıkılsalar neler yapmazlar?

Şimdi kafamdaki tek deli soru, içine tıkıştırıldığımız bu hızlı trene martıları da alabilir miyiz? Ya da içinde bulunduğumuz sürekli artan hız, onların hızına erişebilir mi?

Gündemin beyin yakan sorusu da bu ya. Yaşadığımız günlerin dayattığı tutsaklığın hızı mı daha yüksek, özgürlüğün mü?

Hatırlarsan sana yazdığım ilk mektupta senden uzakta ama senin yanıbaşında yaşadığım bir otobüs yolculuğunu anlatmıştım. Bu kez anlatılamayan ancak anlık yaşanabilen bir hızlı trenin içindeyiz. Hızlı trende kal, güvende kal dediler, tıkıldık buraya.

Peki bu kez yanımda mısın? Yanımdasın kuşkusuz ama nerede? Belki yine yanıbaşımda, belki pencereden gördüğüm bana kimi zigzaglar çizdirip kimi düz seride zorlayan yaşamın hızlı akışkanlığında belki de sürekli artan rakamlarıyla gözümü çıkaran dijital sayaçta. Sürekli kulaklarımı çınlatan beynimdeki martı sesi uğultusun8n senin sesin olduğu kesin ama..

Eski araba yolculuklarının bir amacı vardı. Gideceğin yer belliydi. Süresi vardı. Bir süre sonra varıyordun. Menzil belliydi.

Bu yolculuğun "erişmek için menzile" gibi bir sorunu yok. Biteceği de yok. Varılan her nokta yeni bir noktaya yol döşüyor. Picasso'nun sözü ilk kez böylesine yakın düştü yaşamımıza. Yıkmalardan oluşan bir toplam üzerinde yaşamak zorundayız. Yanıbaşımızdaki pencereden hızla geçen bulutları, yeşillikleri, mavilikleri kaparak anı yaşamak, her anın izdüşümünü kapmak zorundayız.

Seni de yıkıp yeniden toparlamak zorundayım. Seni tüketmeliyim. Tükettikçe bitirmeden yeni bir dünya görüşü olarak yeniden doğurmalıyım.

Sen bitersen ben de biterim. Ben biterim bu yolculuk bitmez.



içindekiler    üst    geri    ileri   




 35