Karşımdaki dijital sayaçta hızla yükseliyor rakamlar.
Tik..tak..tik..tak..tik..
Bir saatin zamanda yol alışı gibi.
Hız gitgide artıyor.
180..200..230..250..270..
Artık tik-taklar da yetişemiyor bu hıza. Zaman kendini aşma peşinde.
Oturduğunuz koltukta pek farkına varamıyorsunuz bu sürekli artan hızın.
Hatta yerinizden kalkıp kompartımanda sarsılmadan gezintiye de
çıkabilirsiniz. Ancak pencereden dışarıya baktığınızda tüm görüntüler bir
şerit gibi geçiyor gözünüzün önünden. Bu görüntülerin altındaki üstündeki
yeşillikleri, ağaçları, kuşları, bulutları, gökyüzünü yakalayabilirsiniz
yaşamı da yakalayabilirsiniz bir ucundan. Yoksa içine hapsolunduğunuz bu
hızlı trenin içindeki varlığınız düz bir çizgiden öteye geçemiyor.
Kuşlar demişken, oturduğum evde günlerim aralıksız martı sesi dinlemekle
geçiyor. Balkonundan odalarına dek kimi zaman birer ikişer çoğu zaman da
kalabalıklar halinde, hiç susmayan martı sesleri. Hiç susmayan, yirmi
dört saat aralıksız. Her kuşun gökyüzünde göründüğü, öttüğü belirli
saatler vardır. Kimi sabah erken saatlerde, kimi akşam vakti. Üstelik
çoğu da öğlenin sıcak saatlerinde ortalıktan çekilirler. Ama martılar
öyle mi ya..onlar bu zamana zamanı yıkmak için gelmiş canlılardır. Vırrak..vırrak..vırrak.. Çoğu
insan sevmez de bu sesleri, belki de hiç susmadıkları için. Ama bu
süreklilikleri bende tutku yarattı. Hani bir duyamazsam, müthiş
özleyeceğim. Nasıl bunca zengin bir şarkı repertuarları varsa, hiç tükenmiyor. Sorunları ne kadar çoksa anlata anlata bitiremiyorlar.
Bir de bugünlerde kafama takıldı..insanlar hemen her kuşu bir şekilde
kafeslere tıkmışlar. Kimi evinde beslemek görüntüsü altında can
sıkıntılarını gidermek, kimi de daha büyüklerini o ilkel hayvanat
bahçelerinde kafeslere tıkmışlar. Hemen her kuşu gördüm bir tek kafese
tıkılmış martı görmedim şimdiye dek. Belki de seslerine katlanamadıkları
için..ben değil. Öyle ya özgürken dertlerini durmaksızın haykıran
martılar, bir de kafese tıkılsalar neler yapmazlar?
Şimdi kafamdaki tek deli soru, içine tıkıştırıldığımız bu hızlı trene
martıları da alabilir miyiz? Ya da içinde bulunduğumuz sürekli artan hız,
onların hızına erişebilir mi?
Gündemin beyin yakan sorusu da bu ya. Yaşadığımız günlerin dayattığı
tutsaklığın hızı mı daha yüksek, özgürlüğün mü?
Hatırlarsan sana yazdığım ilk mektupta senden uzakta ama senin
yanıbaşında yaşadığım bir otobüs yolculuğunu anlatmıştım. Bu kez
anlatılamayan ancak anlık yaşanabilen bir hızlı trenin içindeyiz. Hızlı
trende kal, güvende kal dediler, tıkıldık buraya.
Peki bu kez yanımda mısın? Yanımdasın kuşkusuz ama nerede? Belki yine
yanıbaşımda, belki pencereden gördüğüm bana kimi zigzaglar çizdirip kimi
düz seride zorlayan yaşamın hızlı akışkanlığında belki de sürekli artan
rakamlarıyla gözümü çıkaran dijital sayaçta. Sürekli kulaklarımı çınlatan beynimdeki
martı sesi uğultusun8n senin sesin olduğu kesin ama..
Eski araba yolculuklarının bir amacı vardı. Gideceğin yer belliydi.
Süresi vardı. Bir süre sonra varıyordun. Menzil belliydi.
Bu yolculuğun "erişmek için menzile" gibi bir sorunu yok. Biteceği de
yok. Varılan her nokta yeni bir noktaya yol döşüyor. Picasso'nun sözü ilk
kez böylesine yakın düştü yaşamımıza. Yıkmalardan oluşan bir toplam
üzerinde yaşamak zorundayız. Yanıbaşımızdaki pencereden hızla geçen
bulutları, yeşillikleri, mavilikleri kaparak anı yaşamak, her anın
izdüşümünü kapmak zorundayız.
Seni de yıkıp yeniden toparlamak zorundayım. Seni tüketmeliyim.
Tükettikçe bitirmeden yeni bir dünya görüşü olarak yeniden doğurmalıyım.
Sen bitersen ben de biterim. Ben biterim bu yolculuk bitmez.