Daha hoş geldiniz dememe fırsat vermeden, “Beri bak hele kardeş!” dedi.
Kolumdan tutup beni, dükkânın uzak köşesine götürdü. Birlikte geldiği
kadınları başıyla işaret ederek,“Aha bu kocakarı var ya…” deyip
arkasından üç avradı gösterdi. “İyi bak onlara, sen tanıyor musun onları?
Nereye gitsem hep peşimdeler. Çarşıda, pazarda, evde bile hep peşimdeler.
Allah’ını seversen kurtar beni bu avratlardan!” dedi en son. Bitkin
bedenini ayakta durmaya zorluyordu öfkesi. Ne yaptığımı bilmeden koluna
girdim.
“Haklısın, gel seninle dışarı çıkalım, kapının önünde çayımızı içelim.
Hem bunlar kimmiş, neyin nesiymiş anlarız,” diye fısıldadım kulağına.
İtiraz etmedi. Biz dükkândan dışarı çıkarken kenara çekilen kadınları
başımla hafifçe selamladım. Dördü de pardösülü ve mahcup bakışlıydılar.
Oturmaları için içeride yer gösterip hepimize çay söyledim.
Halit Ağabey, küçük yaşta ustasından el alarak öğrendiği
manifaturacılığa, hoş kokulu kumaş toplarının arasında bir ömrü
sığdırmıştı. Duyduğuma göre üç kızından birinin bile kocası elli yıllık
dükkâna sahip çıkmamıştı. Böylece çarşıda geçmiş zaman kepenklerinden
biri daha kapanmıştı. Zaman zaman dükkâna uğrar bir şeyler alır, çayımı
içer giderdi. Aylardır hiç ortalıkta görünmüyordu.“İyice yaşlandı,
dizlerinin ağrısından, daralan nefesinden dolayı artık evinden çıkmıyor,”
diye düşünmüştüm.
Kapı önündeki tabureye oturur oturmaz kasketini çıkarıp, terleyen
kafasını beyaz mendiliyle sildi. Masmavi gözleri bulutlandı, kırışık
yüzüne gergin bir ifade oturdu. Kasketini çıkarıp yeniden taktı.
Amaçsızca yineledi durdu bu hareketi. Giydiği paltonun cebinden sigara
paketini çıkarmış, sigaralardan birini mora çalan dudaklarının arasına
çoktan sıkıştırmıştı bile. Ceplerini yokladı, çakmak arıyordu belli ki.
Artık sigara içmiyor olsam da böyle durumlar için çakmağım daima
cebimdeydi. Çıkarıp yaktım sigarasını. Çökük avurtlarını dumanla doldurup
saldı nefesini. Bu eprimiş siyah palto içinde ufalmış gibiydi ve kayıtsız
bir hâli vardı.
“Nerelerdeydin Halit Ağabey, hasta mıydın yoksa? Aylar oldu hiç
görünmedin.”
“Ben mi? Yok canım. Gelmişimdir, seni görmeyince de gitmişimdir.”
Çaycının yeni yetme çırağı,“İşte geldi çaylarınız, buyurun…” diye keyifle
salladı sağ elinin parmağına taktığı askılı çaycı tepsisini. Çayları
önümüzdeki sehpaya bırakırken Halit Ağabey’e laf atmayı da ihmal etmedi.
“Vay Halit Ağabey sen ve buralar… Ne vakit döndün Tokat’tan?”
İçerideki küçük kızın çırağın söylediklerine kıkırdadığını duyar gibi
oldum.
Çayı önüne bırakılan Halit Ağabey boşluğa bakınarak, “Nerelisin sen
çocuk?” dedi.
Duymadı çırak. Yüzünde muzip bir gülümsemeyle, “Bu çaylarda yengeyle
kızların herhâlde,” diyerek dükkâna yöneldi.
“Çırağı çıkaramadım doğrusu, kimlerdendi acaba?” diye sordu.
Çırak, Halit Ağabey’i tanıyordu anlaşılan.
“Tokat’a ne zaman gittin ağabey?” diye sordum.
“Yalan söylüyor dürzü, ne Tokat’ı? Gidip babasıyla eğlense ya!” Takma
dişleri arasında şekeri kıtlata kıtlata çayından bir yudum aldı.
“Nerelisin sen?”
“Halit Ağabey unuttun mu, hemşeriyiz ya.”
“Ne iş yaparsın?”
“Dükkânım var ya işte, gerçi eskisi kadar kumaş alıp esvap diktirmiyor
kimse. Çamaşırdır, yündür doldurdum ben de içeriyi.”
Karşılıklı biraz tanıdık, çokça yabancı gözlerle süzdük birbirimizi.
O sırada dükkândan çıkan çaycı çırağı, “Yine gel Halit Ağabey, bizim
oraya da gel, pişpirik oynarsın arkadaşlarınla, onlar her daim
geliyorlar, sen yoksun,” dedi hızla giderken, suratında yine o arsız
sırıtışıyla.
Ne diye durmadan sırıtıyordu ki bu çocuk.“İşine bak sen oğlum!” diyecek
oldum. Neyse ki daha fazla gevezelik etmeden uzaklaşıp gitmişti.
Halit Ağabey de iki yudumda yarıladığı bardağını bırakıp birden
ayaklandı.
“Hadi bana eyvallah!”
Kızlarından biri dışarıyı gözetiyor olacak ki gitmeye yeltenen babasının
yanında bitti bir anda. Kolunun birini sıkıca tuttu iki eliyle.
“Dur baba, daha işimiz bitmedi. Hep beraber döneriz eve…”derken bir
yandan da gözleriyle yardım diledi benden.
“Otur ağabey otur, bir çay daha iç, öyle bir çayla olur mu hiç, hem daha
bir çift laf bile etmedik, acelen ne...” gibi laflar etsem de teskin
edemedim Halit Ağabey’i. Durmadı, çekti kolunu kurtardı kızından.
Bu defa kapının eşiğinde duran hanımı kaşlarını çatarak, “Az bekle,
gideceğiz Halit Ağa!” diye tısladı.
“Yahu ben sana demedim mi, beni bu avratlardan kurtar diye! Vallahi
polise gideceğim polise!” diye çemkirdi bana doğru Halit Ağabey.
Kızlardan en büyüğü ile tezgâhın önünde göz göze geldik.
“Taksi çağır mısın Ümit abi?” dedi.
Şaşkındım! Ne diyeceğimi bilemedim. Taksiyi de beklemeden yola dizildi
büyük kızın dışındakiler.
“Kızım, Halit Ağabey’e ne oldu böyle? Dalgın, birazda unutkandı ama…
Dükkâna, kahvehaneye gelip gidiyor, hâlimizi hatırımızı sormadan da
geçmiyordu.Yalnız birkaç ay oluyor herhâlde;bir düzine çamaşır, bir
düzine çorabı alıp gitmiş dükkândan. Benim eleman söyledi.”
“Hah işte o zaman çamaşırları da alıp gitmiş Tokat’a demek. Arkadaşları
varmış sözde. Hediye de aldım onlara demişti. Birden kaybolunca bizde
yine canı sıkıldı da köydeki eve gitti sanmıştık.Sorduk soruşturduk gören
olmamış. Ertesi sabah oldu, ses çıkmadı. Polise gittik en sonunda.
Anladık ki memlekete gitmiş. Neyse ki üç gün sonra bizim eniştenin
Tokat’tan arkadaşları bulup getirdiler babamı. Beş kuruşsuz geldi. Olsun
dedik, sağ salim geldi ya. Bu üç günde de neler yapmış biliyor musun Ümit
abi?”
“Ne yapmış yahu, merak ettim doğrusu?”
“Önce boş bir ev tutmuş. Sonra da gidip içine eşya düzmüş!”
“Ne evi ne eşyası ya! Nasıl becermiş bunca işi? O kadar parayı…”
“Emekli olunca güvenmişler işte. Kira için kaparo almışlar. Eşyanın da
ilk taksitini kredi kartından çekmişler. Gerisine de senet
imzalatmışlar.”
“Bak hele sen Halit Ağabey’e!”
“Senin anlayacağın, oturmadığımız eve de, almadığımız eşyaya da para
ödemiş.”
“Peki neden böyle bir şey yapmış, size açıklayabildi mi? Aklımı karıştı
acaba? Bir doktora götürdünüz mü?”
“Götürmez olur muyuz hiç, alzaymır mı ne ondan olmuş işte! Doktor bir
sürü ilaç verdi, onları içiriyoruz. Gecenin bir vakti evime götürün beni
diye tutturunca, dışarıya çıkıp, azıcık dolanıp geliyorlar anamla. Doktor
bu iş çoktan başlamış dedi. Şimdiki iş değilmiş. Unutkanlığı vardı ama
gidip bu işleri becermesine akıl erdiremedik doğrusu.”
“Zor kızım, işiniz zor! Allah kolaylık versin.”
“Ne kolaylığı amca… Allah adamın aklını alacağına canını alsın daha iyi!
Bir de huysuz ki sorma gitsin. Gördün işte. Azıcık dolaşsın bizimle, hava
alsın dedik, burnumuzdan getirdi! Ben hesabı öddeyim de gideyim bari.
Kusura bakma, senin de kafanı da şişirdik.”
Gözlüklerim burnumun ucunda, donuk gözlerle rapora dalmışım. Geçen gün
gittiğim doktorun, hastalığın seyriyle ilgili dediklerini anımsadım bir
an; erken yaşlarda da görülüyormuş artık. Vitaminler, ilaçlar, iyi
beslenme, uyku, stresten uzak bir hayat… Sigara, alkol… Oy oy oy… Hele
bir de ailede varsa…”
“Ümit amca çay istiyor musun çay?”
“Dur hele gitme yeğenim, şu çay hesabını çıkaralım seninle… Gözlüğüm
nerede yahu?”