"seninle birlikte aydınlıkta, içimin gecesinde sana karşı"




'ZAFER'den  (1)

...

Son kanlı grevlerin yankısıyla
gidiyor şimdi Togliatti,
ah, haklı çıkan peygamberler arasında
gidiyor yaşlanmış olarak.
Gizli silahlar düşlüyorum çamurda
oynayan çocuklar arasında
toprak belleyen yaşlı babalar arasında
gizli silahlar düşlüyorum iniltili çamurda.
Ve hüzün dökülüyor gömüt yazıtlarından
çatlıyor sıra sıra adlar çizelgesi
fırlıyor kapağı gömütlerin
ve o yıllarda kullanılan paltolarıyla
geniş pantolonlarıyla
ve çeteci saçlarında asker beresi
iniyorlar gencecik cesetler
dibinde pazar kurulan duvarlar boyunca
bostanlardan şu yamaçlara giden
yollardan aşağı
iniyorlar mezarlarından.
Aşktan da başka bir şey gözlerinde
gözlerinde gizli bir çığlık
kendi yazgılarından değişik bir yazgı için savaşan
insanların gizli çığlığı gözlerinde.
Artık gizli olmayan o gizleriyle
suskun
iniyorlar aşağı
ağarırken tan.
Bunca yakın oldukları halde ölüme
dünyada katedecek çok yolu olanların
mutlu adımlarıyla yürüyorlar.
Dağlarda oturur ama onlar
Po nehrinin çakıl dolu vahşi kıyılarında
ve sonunda buz gibi ovanın.
Ne işleri var aramızda?
iniyorlar ve kimse durdurmuyor onları
saklamıyorlar
ne acı ne de sevinçle sıktıkları silahlarını.
Mitranın o terbiyesiz parlayışı
ve o akbaba yürüyüşün utancından körleşmişçesine
kimse bakmıyor onlara
İniyor onlar
gün ışığında
o karanlık ödevlerine.
...

Bakalım, yüreği tutulup kim söyleyecek onlara
bittiğini


Çeviren : Bedrettin Cömert


 

 ͠    ͠    ͠    ͠



ŞİİRLİ SES  (1)

                                   (Marilyn Monroe için)


Geçmiş dünya ile gelecek dünyadan
yalnızca güzellik kalmıştı geriye, bir de sen
çaresiz küçük kardeş,
abilerinin peşinde koşan,
onlara öykünüp, onlarla gülüp ağlayan.
Sen, en küçük kardeş,
alçakgönülle taşıdın sırtında güzelliği
ve halkın içinden gelen kızın ruhu
hiç bilmedi güzel olduğunu,
bilseydi, güzellik olmazdı ki.
Dünya öğretti sana güzelliğini
ve güzelliğin dünyanın oldu.
Korku salan geçmiş dünya ile korku salan gelecek dünyadan
yalnızca güzellik kalmıştı geriye, bir de sen,
uysal bir gülücük gibi sürüdün onu peşinden.
Uysallık bol gözyaşı dökmeyi,
kendini vermeyi, gülen gözlerle
acıma dilenmeyi gerektirdi.
Ve alıp götürdün güzelliğini.
Yitip gitti bir altın zerresi gibi.
Aptal geçmiş dünya ile
yabanıl gelecek dünyadan,
bir güzellik kalmıştı geriye, küçük kardeşin
küçük göğüslerini, kolayca açılan küçük göbeğini
vurgulamaktan utanmayan.
Güzellik bunun için vardı,
senin dünyanın tatlı kızlarının...
Miami'de, Londra'da yarışmalar kazanan
tacir kızlarının güzelliklerinin aynı.
Yitip gitti altın bir güvercin gibi.
Dünya öğretti sana güzelliğini,
ve güzelliğin artık güzellik olmaktan çıktı.
Ama sen çocuk olmayı sürdürüyordun,
geçmiş gibi aptal, gelecek gibi acımasız,
ve seninle İktidarın sahip çıktığı güzelliğin arasında,
yer aldı bugünün olanca aptallığı, acımasızlığı.
Gözyaşları arasında bir gülücük gibi sürüdün onu hep peşinden,
edilginliğinle arsız, uysallığınla ahlaksız.
Yitip gitti ak bir altın güvercin gibi.
Geçmiş dünyadan arta kalan,
gelecek dünyanın istediği, şimdiki dünyanın
sahip çıktığı güzelliğin ölümcül bir kötülük oldu.
Şimdi artık abiler dönüp geriye bakıyorlar,
rezil oyunlarına bir an ara veriyorlar,
sağır dalgınlıklarından sıyrılıp
soruyorlar kendilerine: "Marilyn, küçük Marilyn,
yol mu gösterdi yoksa bize?"
Şimdi sen,
hiçbir değeri olmayan, gülümseyen çaresiz kız,
ilk sensin, dünyanın kapılarının ötesinde
ölüm yazgısına terk edilen.


Çeviren : Rekin Teksoy



 

 ͠    ͠    ͠    ͠




BİR PAPA'YA   (1)


Sen ölmeden birkaç gün önce, ölüm
     gözüne sen yaşta birini kestirdi,
yirmisinde sen öğrenciydin o işçi,
     sen soylu varlıklı, o halktan biri:
ama aynı günler ikinizin de üstünden ışırdı
     gençleştirmek için yaşlı Roma'yı.
Ölüsünü gördüm, Zucchetto garibin teki.
     İçkili dolaşırken gece pazar yerinde
San Paolo'dan gelen tramvayın altında kalıp
     çınarlar arasında, raylarda sürüklendi bir süre:
saatlerce tekerlerin altında bekledi:
     çevrede üç beş meraklı toplandı sessizce
bakmak için: gelip geçen azdı, saat geçti.
     Sen var olduğun için var olan insanlardan biri,
bıçkınlar gibi göğsü bağrı açık yaşlı bir emniyetçi
     fazla yaklaşanlara bağırıyordu: ''Açılın!" diye.
Derken hastaneden cankurtaran geldi, ölüyü yüklendi,
     insanlar dağıldı, giysi yırtıkları kaldı bir iki yerde,
ve az ötede, gececi kahvenin, onu iyi tanıyan
     sahibi kadın, yeni gelen birine
Zucchetto tramvay altında kaldı, can verdi, dedi.
     Birkaç gün sonra da sen tükendin: Zucchetto
senin kilisenin büyük insan sürüsündendi,
     geceleri dolaşan, karnını kimbilir nasıl doyuran,
kimsesiz, yersiz yurtsuz içkici garibin biri.
     Haberin yoktu halinden onun: haberin olmadığı gibi
binlerce binlerce mesihten onun gibi.
     Zucchetto'ların sevgini niçin hak etmediklerini
kendi kendime sormam, acımasızlık belki.

Analarla çocuklar, bir başka çağın külleri,
     çamurları içinde yaşıyorlar rezil yerlerde.
Senin ömrünü geçirdiğin yerin az ötesinde,
     San Pietro'nun güzelim kubbesinin berisinde
Gelsomino bunlardan biri...
     Taş ocağının ikiye böldüğü tepenin eteğinde
bir dizi yeni yapıyla bir su birikintisinin orta yerinde
     bir sürü izbe, ev değil domuz ini.
Bir işaretin, bir sözcüğün yeterdi
     buradaki evlatlarının evlerde oturmaları için,
ne bir işaret verdin, ne bir sözcük söyledin.
     Marx'ı bağışlaman istenmiyordu ki! Seni
ondan, onun dininden ayıran dev dalgalar vardı
     binlerce yıllık yaşamdan yansıyan:
senin dininde yok mu acımanın yeri?
     Papalık ederken sen, binlerce kişi,
ahırlarda bok içinde yüzdü gözlerinin önünde.
     Bilirsin, kötülük etmek değil günah işlemek:
asıl günah, iyilik etmemek.
     Ne iyilikler edebilirdin! Hiçbirini etmedin:
gelmiş geçmiş en büyük günahkar sensin.


Çeviren : Rekin Teksoy


 

 ͠    ͠    ͠    ͠

 

GÜL BİÇİMLİ YENİ ŞİİR  (1)


Bana gelince
bıraktım ücreti ödenmemiş
asker, istenmeyen gönüllü yerimi:
sinemayı, yolculukları, utancı, biliyordum, düşüm-
den biliyordum zaten, ama uyanınca kenarda buldum
kendimi, başka oyuncular girmişti, ne ki gönüllü değil,
ve çekip gidince kırlangıçlar, yığıştı sahneye şimdi onlar,
kovulmuş havva, gülüşünde yakınıyor yeni havvalar'ın. ne önemi
var ki bunun? bir gerçeği anlamaktır gerçek acı. benim bu
63'te yeniden 43'te olduğum gibi oluşum, gözü yaşlı
çocuk, istekli çırak, dökülen saçlarıyla, ağaran
saçlarıyla, dünyanın beni, kendine yabancı
cismi, kendiliğinden dışa atması, yeni ka-
pitalizmin tarihsel yöntemleriyle ger-
çekleşti,mher insanın bir çağı var ya-
şamda ve soyulur kendi sorunlarıyla,
on yıl tek bir yılmışçasına doğan
yeni İtalya'yı bilmeye yetkili
değilim, ta 64'te İtalya, bense
benim gibi tüm marksistler
gibi 54'te, uzlaşmışız tut-
kularında eski dönem-
lerin.
 

Çeviren : Bedrettin Cömert


 

 ͠    ͠    ͠    ͠

 

GRAMSCİ'NİN KÜLLERİ   (2)


I

Mayısın değil bu kirli hava,
karanlık yabancı bahçeyi
daha da karartıp, kör pırıltılarla

ışıtan... Tevere'nin girintilerini,
Lazio’nun tepelerini
büyük bir yarı çember gibi

perdeleyen açık sarı damların üstündeki
köpüklü gökyüzü... Yazgılarımız gibi
sevgisiz bir ölüm indiriyor,

güz mavisi eski duvarların üstüne.
Dünyanın boğuntusunu taşıyor içinde,
bir de, yaşamı yenilemek için tüketilen içtenlikli

yoğun çabanın yıkıntılar içinde yittiği
on yılın bitimini;
sessizlik kısır ve nemli...

Yanılgı yaşam demekti daha,
yaşama en azından coşku ekleyen
o İtalya mayısında gençtin sen,

aklın havalarda, sağlığın babalarımızınkinden
-baba değil, alçakgönüllü abilerdi-
bozuk, çelimsiz ellerinle

çizmeye başlamıştın, bu sessizliği
aydınlatan ülküyü (bizim için değildi:
ölünce, biz de ölmüştük seninle

nemli bahçede.) Görüyorsun, değil mi?
bu yabancı sürgün elde,
yalnızca dinlenebiliyorsun. Çevreni

soylu bir sıkıntı sarıyor. Ve
Testaccio işliklerinden boğuk çekiç sesleri
geliyor, gün batımında

yumuşayarak: yoksul sundurmaların altında
üstü açık sac, dem ir yığınları arasında
türkü mırıldanan bir işçi

kapatırken gününü, yağmur diniyor etrafta.



II

iki dünya arasında, katılmadığımız bir uzlaşma.
Artık seçimlerin, özverilerin... sesi,
yaşamı boğan kandırmacayı

ölümde sürdüren, soylu ve acılı
bahçenin sesi.
Mezar taşlarının

din dışı yazıları, laik insanların
bu kara, basık, gösterişli
taşlarda süren yazgılarını

açığa vuruyor. Doyumsuz tutkular
yine tutuşturuyor sessizce,
güçlü uluslardan milyarderlerin

kemiklerini; kulamparaların, prenslerin
şakaları uğulduyor, yok olmamışlar sanki,
hâlâ dürüstlükten yoksun küllenmiş bedenleri

dinlenirken çanaklarda.
Ölüm sessizliği burada,
insan kalmış insanların yurttaşlık sessizliği,

parkın sıkıntısında gizlice değişen
bir sıkıntının tanığı: ve duyarsız kent
kondularla kiliseler arasına

sürerken burayı, inançsız dindarlığında
yitiriyor görkemini. Isırganı, sebzesi
bol toprak, bu çelimsiz selvileri

veriyor, bir de soluk şimşirleri
çevrelerden duvarlardan inen nemi,
akşam, nemi yumuşatıp, yalın

bir yosun kokusunda sürdürüyor...
alacakaranlığın morunun bir nane,
ya da çürümüş ot ürpertisiyle

sığındığı kokusuz, seyrek otlarda,
sessiz gecenin çırpıntısı başlıyor
günün hüznü içinde.

İklimi sert, tarihi yumuşak mı yumuşak,
içine bir başka toprağın sızdığı
bu duvarlar arasındaki toprağın;

bir başka nemi anımsatan bu nemin; ve yankıları
-gökyüzünde yitmiş gölleri,

fosfor saçan bilardo masaları.
ya da zümrütler gibi yeşil çayırlarla,
İngiliz ormanlarının çevrelediği enlemleri

boylamları bildik: "And O ye Fountains..."- dinsel
yakarıların.



III

Kırmızı bir bez, direnişçilerin
boyunlarına sardıkları gibi,
ve çanağın yanında, kül rengi toprakta

bir başka kırmızı iki sardunya.
Burada sürgündesin, katolik olmayan
o katı inceliğinle, bu yabancı ölüler arasına

düşülmüş kaydın : Gramsci'nin külleri... Umutla
kuşku arasında varıyorum mezarının başına,
rastlantı sonucu geldiğim bu çorak serada,

yeryüzünde özgür insanlar arasında
kalan ruhunun karşısına. (Başka bir şey mi yoksa,
daha coşkulu belki, daha alçakgönüllü,

yeniyetmelik, cinsellik, ölüm arasında
esrik bir ortam yaşama...)
Tutkunun hiç durulmadığı bu yörede

-burada mezarların sessizliğinde- nerede
yanıldığını- ama nasıl da haklı
olduğunu duyumsuyorum kaygılı

yazgımız içinde- öldürüldüğün günlerde
kalem e almakla son yazılarını.
İğrençliği de büyüklüğü de

yüzyılların ötesine uzanan
bir mülke bağlı bu ölüler
eskil egemenliğin tohumlarının

yok olmadığının tanıkları: ve -aşağı mahalleden-
gizliden gizliye yükselen
boğuk, keskin, ısrarlı çekiç sesleri

sonunun geldiğinin habercileri.
İşte buradayım ben de... yoksul, üstümde
vitrinlerin kaba ışığında yoksulların

gözlerini kamaştıran giysilerle,
bilinmedik sokakların, tramvay koltuklarının
beni güne yabancılaştıran

kirinden arınmışım: böyle avarelikler git gide
azalıyor yaşam kavgası içinde;
ve sevecek olursam dünyayı,

çıkarsız, öfkeli, şehvetli bir sevgiyle
seviyorum , tıpkı vaktiyle
şaşkın yeniyetmeliğimde,

burjuva hastalığı burjuva benliğimi
sardığında ondan nefret ettiğim gibi:
ve şimdi -seninle- bölünen dünya,

iktidarı elinde tutan bölümün kininin,
neredeyse gizemli nefretinin hedefi değil mi?
Senin tutarlığınla olmasa bile dayanıyorum yine de,

seçim yapmıyorum çünkü. Savaş ertesinin yıkımında,
bir şey istemeden yaşıyorum: loş utancında
bilincimin -tepeden bakan, umarsız bayağılığından

tiksindiğim- bu dünyayı
severek...



IV

Kendimle çelişmenin, seninle birlikte
ve sana karşı olmanın utancı; seninle birlikte
aydınlıkta, içimin gecesinde sana karşı;

babama ihanet ettim -düşüncede,
bir eylem gölgesinde- ama biliyorum
içgüdülerin, coşku veren güzelliğinin sıcaklığı

ile bağlıyım ona; senden eski
proleter bir yaşama kapılıp,
bin yıllık savaşımı yerine

sevincini din bildim kendime:
doğasını, bilincinin yerine;
insanın eylemde yitip giden.

başlangıç gücü, şiir gibi
bir ışık, bir özlem esrikliği
veriyor ona: daha fazlasını

söyleyemem, ne desem
doğru olur, içten olmaz,
soyut sevgi olur hüzünlü sevgi yerine...

Yoksullar içinde bir yoksul, bağlandım
tıpkı onlar gibi utanç verici umutlara,
yaşamak için savaşıyorum onlar gibi

her gün. Ama kısmeti kapalı
içler acısı konumumda:
burjuva ürünlerinin en coşkulusuna

en kusursuzuna sahibim. Ama benim
tarihe sahip olmam gibi
tarih de bana sahip; aydınlatıyor beni,

ama ışık neye yarar ki?



(...)



VI

Gidiyorum, hüzünlü de olsa,
biz yaşayanlar için usulca
inip, kül rengi gölgesiyle yöreyi

saran akşama bırakıyorum seni.
Akşam, işleyip büyütüyor her yeri.
Çevreyi boşaltıyor ve ötelerde öfkeli

bir yaşamı besliyor, boğuk tramvay sesleri,
taşralı insan çığlıkları oluştururken
cılız, dağınık bir dinleti.

Ve görüyorsun değil mi
arabalarında, varoluşun yalancı,
kavrayıcı bağışının tüketildiği

dökülen evlerinde bağıran, gülen
uzaktaki bu canlılar için
yaşam yalnızca bir ürperti;

toplu bir bedensel gösteri;
yokluğunu duyumsuyorsun değil mi
gerçek dinin; yaşam değil,

günlük didişme dışında tutku bilmeyen
bir hayvan sürüsünün gizli orgazmı,
-belki yaşamdan bile sevinçli-

sağ kalabilme çabası: içten içe çürümeyi
bayrama dönüştüren, içten içe
bir coşku. Düşünce anlamını yitirdikçe

-tarihin bu boşluğunda, yaşamın
sustuğu bu uğultulu arada-
her şeyi süsleyip kirli bir ateşle

tutuşturan, göz alıcı, yakıcı, neredeyse
İskenderiyeli bir ten düşkünlüğü
daha da çıkıyor öne,

bir şeyler çökerken yeryüzünde,
dünya yarı karanlığa sürükleniyor,
alanlar boşalıyor, işlikler kararıyor.

Işıklar yandı şimdiden, Zabaglia sokağını,
Franklin sokağını, çirkin tepeyle
Tevere kıyıları ve ırmağın ötesinde

Monteverde'nin gökyüzünde toplayıp dengelediği
seçilmeyen kara görüntü arasındaki
bahtsız Testaccio'yu baştan başa donatmak için.

Kıvılcımlar saçarak yitip giden, sanki
hüzünlü bir deniz gibi donuk
ışık dizileri... Neredeyse yem ek vakti;

kapılarında işçi salkımları,
mahallenin tek tük otobüsleri ışıldıyor
ve ağır ağır gidiyor askerler birlikte,

yapışkan molozlar, kurumuş çöp yığınları
arasında gölgelere sığınıp bu kışkırtıcı
pislikte öfkeyle bekleşen

küçük orospuların yuvalandığı tepeye;
ve az ötede tepenin eteğine
sürülü küçük evlerde, ya da dünyalar gibi

binaların orta yerinde, paçavra hafifliğinde
çocuklar oynuyor, artık soğuk olmayan
ilkyaz esintisinde; ıslık çalıyor

kaldırımlarda, gençliğin boşvermişliğinde
yanan yeniyetmeler,
bir Roma mayısının günbatımı

şenliğinde; büyük bir gürültüyle iniyor
garajların demir kepenkleri, sevinçle,
karanlık rahata eriştirirken akşamı

ve Testaccio alanının çınarları
altında, fırtına kalıntısı
gibi esen rüzgâr yumuşacık,

mezbahanın yaşlı duvarlarını, atıklarını
yalayıp, kokmuş kanlara bulaşsa,
her yere pislik, yoksulluk kokusu saçsa da.

Yaşam bir uğultu ve içinde
yiten bu insanlar bile bile
yitiriyorlar onu, yürekleri yaşam dolu:

işte yoksullar tadını çıkartıyor akşamın :
ve güçsüzlerde, güçsüzler için doğuyor yine
güçlü efsane... Ama ben, ancak tarih içinde

yaşama bilincinde yüreğimle,
artık arı tutkular üretebilir miyim
tarihimizin bittiğini bilince?

1954

Çeviren : Rekin Teksoy



 

 ͠    ͠    ͠    ͠


 

UMUTSUZ BİR CANLILIK  (2)


Tıpkı bir Codard filmi gibi: tek başına,
Latin Neo-kapitalizmin otoyollarında
yol alan bir arabada -havaalanı dönüşü-
(Moravia'yı bavullarıyla baş başa bırakıp)
      "Alfa Romeo'sunu sürüyor" tek başına
          tanrısallığı ancak içli dizelerle
          anlatılabilir bir güneş altında
               -yılın en güzel güneşi-
tıpkı bir Godard filmi gibi:
         bu kıpırtısız, benzersiz güneşin altında
         ışıyor
      Fiumicino limanının ağzı
      -kimseye belli etmeden gelen motorlu bir tekne
      -yırtık pırtık yün giysili Napolili denizciler
      -bir trafik kazasının çevresinde üç beş kişi...

-tıpkı bir Godard filmi gibi- neo-kapitalizmin
utanmaz acımasızlığının orta yerinde
duygusallık izleri-
direksiyonda
Fiumicino yolunda,
ve işte şato* (ne güzel
bir gizem Fransız yönetmen için,
puslu, bitimsiz, binlerce yıllık güneşin altındaki
papanın bu hayvan azmanı,
toprak kölelerinin çirkin tarlaları, dizi dizi ağaçlar
üstünde mazgallarıyla)...

-diri diri ateşe atılmış, kamyon tekerleri
altında kalmış, bir incir ağacına
asılmış bir kedi gibiyim,

ama, yedi canından en azından
altısı geri kalmış,
kan çorbasına dönüşmüş bir yılan,
yarısı yenilmiş bir yılanbalığı gibi
-yumulu gözlerin altında çökmüş yanaklar,
kafaya serpili iğrenç saçlar,
çocuk kolu gibi incecik kollar
-gebermek istemeyen bir kedi, Belmondo
"Alfa Romeo'sunun direksiyonunda" özsever
bir kurgu mantığında
zamandan kopuyor, katıyor
Kendini:
peş peşe geçen saatlerin sıkıntısıyla
öğle sonrasının öldürücü parlaklığıyla
hiçbir ilgisi olmayan görüntülere...

Anlatamamak değil
ölüm, ölüm artık
anlaşılamamak.

Ve papanın bu hayvan azmanı,
incelikten yoksun olmayan -uysal
köleler gibi temelde
masum toprak ağalarının
tımarlarının anısı-
yüzyıllar boyunca
binlerce öğlenin
tek konuğu bu güneşin altında,

bentler, genç kavaklar, karpuz tarlaları
arasından yükselen
papanın bu hayvan azmanı,

payandaları Roma'nın açık portakal sarısı
Etrüsk, Roma yapıları gibi çatlak
papanın bu hayvan azmanı,

artık anlaşılamaz olmak yolunda.

(*) Papanın yazlık sarayı
 

Çeviren : Rekin Teksoy


 



 

Pier Paolo Pasolini

5 Mart 1922’de İtalya’nın Bolonyo kentinde dünyaya geldi. Doğduğu dönemde faşizm iktidardaydı ve oldukça güçlüydü. Bu sebepten Pasolini’nin çocukluk yılları piyade subayı olan babasının görevi dolayısıyla sırasıyla Parma, Conegliano, Belluno, Sacile, Idria, Cremona‘da ve kuzey İtalya’da birçok küçük kasabayı gezerek geçti. Annesi Susanna Colussi'nin eğitimci olması Pasolini için büyük derecede etkili oldu. İlk şiir sevgisini annesi aşılamıştı.

Pasolini lise eğitimini tamamlayıp edebiyat üzerine öğrenim göreceği Bolonya Üniversitesi‘ne kaydolmuştu. Ancak zamanının çoğunu annesinin memleketi olan ve alt kültürle tanışıp oldukça etkilendiği, şiirler yazmaya başladığı yer olan Casarsa’da geçiriyordu. O dönemde ünlü sanat tarihçisi Roberto Longhi‘nden dersler de alan Pasolini için bu tecrübe, yönetmenliğinde büyük rol oynayacaktı. Zira görsel stil konusunda kendini geliştirme fırsatı bulmuştu. Üniversite yılları boyunca Luciano Serra, Franco Farolfi, Ermes Parmi ve Fabio Mauri ile birlikte kurdukları grupla Academiuta di lenga furlana‘ni (Furlana dili akademiciği) yarattılar. Faşist rejime başkaldırıyorlar ve sık sık sol görüşlü gazete" II Setaccio"da bir araya geliyorlardı. O dönemde Stroligut dergisine de katkıda bulunuyordu.

1943‘de İkinci Dünya Savaşı‘nın en sıcak günlerinde Livorno‘da askere alınan Pasolini, Almanlar’a silah teslimatı yapmayı reddettiği için ertesi gün askerden kaçtı. Bu yüzden ailesiyle birlikte savaşın etkilerinin daha az görüldüğü Versutta‘ya gitmeye karar verdi. Şubat 1945‘te Pasolini ailesi bir kayıp verdi. Savaşta bulunan Guido, Osoppo birliğinin diğer elemanlarıyla beraber Porzus‘ta katledilmişti. Pasolini ailesi Guido’nun ölüm haberini ancak savaş bittikten sonra öğrenebildi.

1945 yılında Pasolini, Lirik Şiir Antolojisi konulu teziyle üniversiteden mezun oldu. Ardından Friuli‘ye yerleşip, Udine yakınlarındaki Valvasone‘de lise öğretmeni olarak çalışmaya başladı. 1947‘de İtalyan Komünist Partisi‘ne yakınlaşan yönetmen, partinin haftalık dergisi "Lotta y Lavoro"da yazmaya başladı. Bir süre sonra kültür ve edebiyat çevrelerinde adını duyurdu ve ölene kadar arkadaş kalacağı ressam Zigaina ile tanıştı. Partide sekreterlik de yapan Pasolini faşist rejime karşı manifesto niteliği taşıyan ve az gelişmiş halk kitleleri üzerinde kilisenin sahip olduğu hegemonyayı da kırmaya yönelik bir eylem olan diyalekt kullanımının yaygınlaşmasına katkıda bulundu. Ancak aktif olarak politik mücadele verdiği bu dönem kısa bir süre sonra sona erecekti. Zira Pasolini, 1949 yılında öğrencileriyle eşcinsel ilişki kurduğu yönündeki suçlamalar nedeniyle öğretmenlikten ve komünist partiden ihraç edildi. Çeşitli suçlamalarla hakkında birçok dava açıldı ve hem sağ hem de sol görüşteki herkes ona karşı tavır aldı. 26 Ekim 1949 günü Komünist Parti’den resmen atıldı. Pasolini kendini aklamaya çalışırken her şeyini kaybetti. Annesiyle de bir süre arası açılan yönetmen uçuruma yuvarlanmış gibiydi ve Friuli’den kaçmak istiyordu. Sonunda annesiyle birlikte Roma şehrinin dışındaki varoşlara yerleşti ve yeni bir hayata başladı.

Bu dönemde alt-proleterler ve onları çevreleyen suç dünyasıyla ilgilenmeye başlayan yönetmen, bu temalarda yazılar yazıyordu. Varoşları anlattığı ilk kitabı “Ragazzi de Vita”yla ilgileniyordu. Bir süre sonra senaryo editörü olarak çalışmaya başlayan Pasolini, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı, suçlandığı dönemin etkilerinden kurtulmaya çalışıyordu. Kitaplarını yayınevlerine gönderiyordu. Pasolini bir yandan da Anna Banti‘nin ve Roberto Longhi‘nin Paragone dergisi için İtalyan diyalektleriyle yazılmış şiir antolojileri hazırlıyordu ve kitabı "Raggazi di vita"nın ilk bölümü bu dergide yayımlandı. 1954‘te Monteverde Vecchio‘ya taşınan yönetmen, en önemli diyalekt şiir seçkisi "La meglio gioventu"yu okuyucusuyla buluşturdu. Bir yıl sonrasında ise ilk kitabı "Raggazi di vita" nihayet yayımlandı. Okuyucu tarafından beğenilmesine karşın edebiyat çevresinin “Bayağı bir zevkin ürünü, muzır ve adice” olarak nitelendirdiği kitap yüzünden İçişleri Bakanlığı Pasolini’ye dava açtı ve kitap toplatıldı. Ancak önde gelen entelektüel ve yazarların çoğunun güçlü desteği ile aklanan yönetmen için bu sadece bir ilkti. Zira keskin ve başkaldıran üslubu daha da güçlenecek ve skandallara neden olacak, resmi sansüre uğrayacaktı. Yine aynı dönemde, yönetmen pek çok iftiraya maruz kalıp, ucuz gazetelerde yer almaya başladı. Hakkında hırsızlığa yardım ve yataklık, silahlı soygun gibi bir çok uydurulmuş suçlama bulunuyordu.

1957 yılında, Pasolini ilk sinema projesi için kalemini eline aldı. "Fellini‘nin La notti di cabiria" isimli filminin diyalekt kullanılan bölümlerini yazan yönetmenin adı jenerikte diğer senaristler Bolognini, Rosi, Vaccini ve Lizzani ile birlikte yer aldı. 1960‘daysa aktör olarak ilk deneyimini gerçekleştirdi ve "II Gobbo" isimli filmde rol aldı.

Giorgio Bassani, Maura Boligni gibi birçok yönetmenle çalışma fırsatı bulan Pasolini, ilk filmi için 1961'de kamera arkasındaydı: "Accattone". Daha sonra "Mamma Roma" ve "Ro.Go.Pa.G." geldi. İlk filmlerini realist dönemde çekmemesine rağmen akımdan etkilenmiş gibiydi. Ancak "Kral Oidipus" ve "Medea" gibi mitolojik temalar içeren filmler de yönetmiş olan Pasolini ağırlıklı olarak amatör oyuncular, doğal mekanlar kullanmış, diyalekte geniş yer vermiş ve bu yüzden realizme daha çok yaklaşmıştı.Yaşam üçlemesi adını verdiği filmlerinden ilki "Decameron"u çektiğinde siyasi ideallerini gerçekleştirememenin ve işçi sınıfını kurtaramamanın imkansızlığını anlamıştı. Bu üçleme onun için düş içinde düşten ibaretti. Sistemin her şeyi kirlettiğini ve düş görmeyi bile yasakladığını düşünüyordu ve üçlemesinde düşsel öğelere yer vermişti. Ancak son filmi "Salò o le 120 giornate di Sodoma", faşizmi büyük bir çıplaklıkla gözler önüne seriyor, tüm iğrençlikleri olduğu gibi yansıtıyordu. Oldukça rahatsız edici bulunsa da eleştirel bakış açısı nedeniyle film tüm zamanların en önemli filmlerinden biri olarak kabul edildi.

2 Kasım 1975 günü şair, film yönetmeni ve amansız muhalif Pier Paolo Pasolini, Ostia’daki bir inşaat şantiyesinde ölü olarak bulundu. Olayla ilgili olarak Pelosi adlı 17 yaşındaki işçi bir genç gözaltına alındı ve suçunu itiraf etti. Yönetmen feci halde dövülmüş, sonrasındaysa kafasının üzerinden arabayla geçilmişti. İdeolojik ve dini görüşleri nedeniyle öldürüldüğü düşünüldü ve cinayetin arkasındaki güçlerle ilgili araştırmalar başlatıldı. Ancak Pasolini’nin ölümü de en az hayatı kadar tartışmalı olmuştu ve son nokta konulamadı. 1995 yılında Marco Tullio Giordano tarafından çekilen “Pasolini: Bir İtalyan Suçu” adlı bir filmde cinayetin İtalyan makamlarınca gerçekleştirilmiş olduğu düşüncesine somut olarak yer verildi.

Not : Yaşamı hakkındaki bilgi çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
 



Kaynakça :

(1) Dünya Şiir Antolojisi - 2 / Hazırlayanlar  : A. Behramoğlu - Ö. İnce /  Pozitif Yayınları
 
(2) Gramsci'nin Külleri / Pasolini / Çeviren : Rekin Teksoy / Nisan Yayınları, Ekim 1993




Bilgilendirme : 'Nitelik Kuşağı' sayfasındaki alıntılar, tanıtım amaçlı ve kaynak gösterilerek kullanılmış olup, ürünlerin tüm kullanım hakları © yasal temsilcilerine aittir.



dizin    üst    geri   

 



 39 

 SÜJE  /  otuz beşinci sayı