KİTAP İNCELEME - TANITIM

Tahir Şilkan  







Cevdet Kudret
SINIF ARKADAŞLARI


Sınıf Arkadaşları, Cevdet Kudret'in Süleyman'ın Dünyası üst başlığıyla yayınlanan üç ciltlik roman üçlemesinin ilk kitabıdır. Üçlemenin diğer kitapları, Havada Bulut Yok ile Karıncayı Tanırsınız'dır.

Sınıf Arkadaşları Ocak 1938-1942 Aralık arasında 5 yıllık bir süreçte yazılmış ve ilk kez 1943 yılında yayınlanmıştır.


ROMANIN DEĞERLENDİRİLMESİ

DİL VE ANLATIM

Sınıf Arkadaşları romanının, yalın, akıcı bir dili, etkileyici bir anlatımı vardır.

Sınıf Arkadaşları romanında olayları, roman kahramanlarının iç dünyalarında yaşananları, kahramanların duygu ve düşüncelerini de bilen bir anlatıcı anlatmaktadır. Bu anlatıcı, yazarın kendisidir. Cevdet Kudret zaman zaman alaysı, yaşanan değişiklikleri masal anlatır gibi, kısa cümlelerle, anlaşılır, yalın, çok etkileyici bir roman diliyle anlatmaktadır.

Sınıf Arkadaşları, elli sekiz bölümden oluşmaktadır. Her bölüme yazar, anlatılan bölümü niteleyen bir başlık vermiştir. Anlatılan hikaye ile bağlantılı başlıklar; romanı, okumayı sevdiren ve kolaylaştıran bir işleve sahiptir.

Romanın her bölümünde; Türk ve Dünya edebiyatından, halk masallarından, kutsal kitaplardan yapılmış kimi kısa bir cümleden, kimi uzun bir cümle ya da paragraftan oluşan ve anlatılan bölümle anlamlı bir ilişkisi olan alıntılara yer verilmiştir.

Yazar, romanın belli bölümlerinde romanın içine girerek kendi düşüncelerini anlatıyı tamamlamak için kullanma yolunu seçmiştir. Romanda anlatılan hikayeyi tamamlayan, toplumbilimsel değerlendirmelerdir bunlar:

Romanda, bol diyalog bulunmaktadır. Roman kahramanları arasındaki bu diyaloglar hem romana belli bir akıcılık kazandırmakta hem de okurun romanı daha iyi anlamasını kolaylaştırmaktadır.

İşgal altındaki İstanbul; yokluk, yoksulluk, açlık içinde süren hayatlar. Cevdet Kudret zaman zaman mizahi bir dille anlatır işgal altındaki İstanbul'u, işgalcileri, halkın hastalık ve ölümle sık karşılaşılan hayatını.


KARAKTERLER

Sınıf Arkadaşları romanında; temel karakteri olan Süleyman, çocukluğundan başlayarak roman okurunun gözleri önünde büyüyen, güçlü ve daha çok zayıf yönleri, düşleri, özlemleri, sonsuz dürüstlüğü ile canlı, kanlı bir roman kahramanıdır. Cevdet Kudret'in nitelemesiyle beceriksiz ancak sevilecek, sevilen bir kahramandır, Süleyman...

***

Romanın karakterlerinden biri Ayşe'nin üvey babası İbrahim'dir. Yazar, İbrahim karakterini ilk karısı Zehra'yı da katarak 'Süleyman'ın Dedesi' başlıklı bölümde; çocukluğunu, bahçıvan olarak çalıştığı konağı, ilk evliliğini, 66 yaşında ölümüne kadar anlatır.

İbrahim, yokluk içinde başlayan hayatını yine yokluk içinde bitirmemek için, Konaktaki kilerin önemini düşünerek evindeki kilerin anahtarını kuşağında taşıyor, her türlü yiyeceği kilerinde saklıyor ve oradan pek az şey çıkarıyordu. Yazar, "Savaş yılları yokluk yıllarıydı, İbrahim hasisti tamam ama şimdi hasis değil hasisten ileri bir şeydi" diye anlatır İbrahim'i İbrahim'in karısı Ayşe'nin annesi, kocasına biz dört kişiyiz ama sen bana iki kişilik malzeme veriyorsun diye sitem eder ama karşısındaki adam, Moliere'in Cimri'si ya da Balzac'ın Eugine Grandet'in kahramanına rahmet okutacak kadar cimri bir insandır. Ölürken sayıkladığı şey, kilerinin anahtarı, öleceğini anladığı zaman kendisini rahatlatan düşünce, kendisinden sonra geride kalanların da öleceğini düşünmek olan bir adam...

***

Romanın sonlarında edebiyat fakültesi öğrencisi, şiirler yazan Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri çıkan Süleyman'ın girdiği ancak yabancısı olduğu çok açık olan yeni çevreden bir karakteri de okurla tanıştırır. Bu kişi, olduğundan daha yaşlı görünen, şakakları ve kısa kesilmiş bıyıkları vaktinden önce ağarmış, şişmanca, seyrekleşmiş saçları geriye doğru taranmış, alnı geniş ve düz, sağ kaşını üstünde yara izi gibi derin bir çizgi olan Müştak Niyazi Bey'dir. Müştak Niyazi Bey anlatmayı seven, fakat karşısındakine söz payı vermeyen, ancak sorduğu sorulara karşılıklara göre konuşmayı sürdüren, tüm yaşamı edebiyat olan bütün dostları yazarlar ve şairler olan, bekâr, ömrünü okumak ve edebiyat üzerine konuşmakla geçirmiş birisidir.

Müştak Niyazi Bey, üç öğün yemeğini ünlü Tokatlıyan Otelinin restaurantında yiyen, akşam çayını da Löbon'da ya da yine Tokatlıyan'da içen, Süleyman'ın dünyasıyla arasında açıklık değil " uçurum" bulunan biridir. Cevdet Kudret'in bu karakteri romanına insanlar arasındaki sınıf farklılığının somut bir göstergesi olarak kattığı düşüncesindeyim. Müştak Niyazi Bey'in yanında onunla sohbet eden bambaşka bir kişiliğe bürünen Süleyman, Müştak Niyazi Bey'in yanından ayrılıp sokağa çıkan Süleyman ise asıl kişiliğini eski bir elbise gibi giyinen gerçek Süleyman'dır.


CANLANDIRMA

Cevdet Kudret, içinde büyüdüğü Birinci Dünya Savaşı'nın koşullarını, Süleyman ve annesi Ayşe'nin hayata tutunma mücadelesi ekseninde, Süleyman'ın arkadaşlarını ve onların ailelerini de romana katarak anlatırken döneme damgasını vuran yoksulluk ve mütareke İstanbul'unu canlı tablolar halinde göstermekte çok başarılıdır. Yazar, yoksulluk anlatısını insan belleğine unutulmayacak sahneleri canlandırarak adeta nakşeder. Roman dönemini yaşayan bir insan olarak Cevdet Kudret, yaşadıklarını, gözlemlediği, duyduğu olaylarla birleştirerek romanına yansıtmıştır.

Cevdet Kudret'in anlatımı tüm roman boyunca ayrıntılıdır; anlatılan sahneler tam bir görsellik içerisinde okurun gözünde canlandırılmıştır.

Cevdet Kudret, 'Ekmek' başlıklı bölümde Fatih'ten Cibali'ye doğru inen bir yokuşu, yokuşun sonundaki camiyi anlattıktan sonra, savaş yıllarının bir uygulaması olan vesika ile ekmek dağıtımını anlatır. Ekmek almak için toplanan mahalleliler, edebiyatımızda sık rastlanmayan bir güzellikte betimlenir. Bu bölümde, cami avlusunda vesika ekmeği dağıtımı sırasında aç bir adamın boş ekmek arabasına atılıp, ekmek kırıntılarını ve arabaya dökülen unları yalaması, 'Damağa Saplanan Saman Çöpü' başlıklı bölümde, aynı vesika ekmeğindeki saman çöpünün Süleyman'ın damağına saplanması, 'Bir Kış Gecesi Rüyası' bölümünde; askerden izinli gelen Abdullah'ın oğluyla caddeye çıkıp köfte dükkanı önünde toplanan insanların köfte yiyen birisini seyrettiği sahne başta olmak üzere tüm roman boyunca anlatılan olaylar o kadar gerçekçi anlatılmıştır ki, okur bu sahnelerde yaşanan olayların gerçekliğinden bir an olsun şüphe duymaz.

Edebiyatımıza Ortaoyunu ve Karagöz gibi kapsamlı inceleme kitaplarıyla katkıda buluna Cevdet Kudret, 'Baskın' başlığını taşıyan bölümde, bir ortaoyunu sahnesini okurun gözlerinde canlandırır. Aldatılan yaşlı koca, aldatan genç kadın, mahalleli, imam, zampara tümünün rol aldığı müthiş bir görsellikle anlatılan bir zina baskını.


ZAMAN

Cevdet Kudret, 1914 Bu bir tarihtir, diye başladığı satırların devamında Süleyman'ın babası Abdullah'ın yirmi yıl önce yada yirmi yıl sonra kaderinin bambaşka olacağını ortaya koyarak öznel zaman - nesnel zaman ayrımına dikkat çeker. Abdullah, yirmi yıl önce askere alınmayacak kadar küçük olacak, yirmi yıl sonra ise hem askere alınmayacak kadar yaşlı olacak hem de 20 yıl sonra savaşmak ve ölmek durumunda kalmayacaktı.

Zaman, Sınıf Arkadaşları romanında, Cevdet Kudretin en çok kullandığı sözcüklerden biri olarak dikkat çekicidir. Savaşın son yılları ilk yıllarından farklı değildi dedikten sonra somut bir tespit yapar, biraz alaycı bir tespittir bu: "İlk zamanlarda insanlar sadece acıkıyor ve zayıflıyordular; son zamanlardaysa ölmeye başladılar." Yazar bu satırları nesnel zamanı, ülke tarihine mal eden şu sözlerle tamamlar:  "1918 yılı İstanbul'da hastalık, ölüm, yangın, evsizlik, çıplaklık ve açlık yılı oldu."

Cevdet Kudret, Savaş yıllarının nasıl zamanlar olduğunu anlatan bir sözü de Süleyman'ın dedesi İbrahim'in ölümü üzerine kurar:

"...İbrahim'in ölümü üzerine o akşam helva pişirilip dağıtıldığını, hiç kimse görmemişti. Bu zamanlarda şeker, süt, irmik ölüler için değil, diriler için bile bulunamaz ve harcanamazdı."

Zamanla ilgili çarpıcı bir anlatı Zehra ile ilgilidir. İbrahim'in ilk karısı olan Zehra, İbrahim'in çalıştığı konağa altı yaşında satılan bir köle kızdı. Ufacık tefecik bir kız olarak konakta büyüdü. İbrahim'le kaçıp evlendiği için bir daha konağa alınmadılar.
"...Zehra, evlendiği zaman on altı yaşında ufacık bir kızdı; yirmi yaşında iken onu görenler yaşlı bir kadın sanırlardı. Buna rağmen , evlendikten sonra daha yirmi dört yıl yaşadı. Böylece, sefaletin insanı belki çabuk ihtiyarlattığını, sarstığını, fakat çabuk öldürmediğini kanıtladı."

Zamanla ilgili son bir alıntıyı, askere alınacakların beklediği muayene odasından yapmak gerektiğini düşünüyorum. "...Askere alınacaklar, sabahtan beri yazılmak ve muayene olunmak için ayakta bekleşiyorlardı... Bir don ve gömlekle kalmış bekliyorlar, tıpkı yeni yıkanmış koyunlar gibi bekliyor, beyaz koyunlar gibi birbirine sokuluyor, titreşiyorlar. Ellerini koltuklarının altına sokmuşlar. Eğer kazara katibin kaleminin ucu kırılsa beş dakika daha fazla bekleyecekler. Eğer doktorun metresi hastalansa da muayeneyi bırakıp gitse, bir gün daha bekleyecekler."


DÖNEM KARŞILAŞTIRMASI

Cevdet Kudret, Sınıf Arkadaşları romanında; olayları, savaştan önce, savaş dönemi ve mütareke dönemi karşılaştırması yaparak anlatır. Bu karşılaştırmalarla okuyucuya nelerin , nasıl değiştiğini gösterir. Savaştan önce; okulda, bütün çocuklar yemeklerini yemekhanede, yan yana ve birbirleriyle konuşarak yerlerken, savaştan sonra yemekhanede yemek yiyenlerin sayısında büyük azalma olmuştur. Savaştan önce herkesin yemeği aşağı yukarı aynı değerde iken savaştan sonra bir kısım çocuk hiç bir şey getirmemeye, bazılarının yemek paketleri de başkalarının yanında açılamayacak kadar yoksul ve yavandır.

Savaştan önce beyaz ekmek pişip, raflara dizilip sergilenir ve insanlar istediği kadar alabilirken, savaş sırasında vesika usulü getirilmiş, saman çöpü, süpürge tohumu ve kepek karışımından yapılmış kapkara ekmekler vesika ile dağıtılmaya başlanmıştı.

Birinci Dünya Savaşının bitmesiyle vesika usulü birden kalkmış, fırınlarda yine eskisi gibi beyaz ekmek pişmeye başlamış ve isteyen istediği kadar alabilmeye başlamıştır. Bakkal ve şekerci dükkanları artık her şeyi satmaya başlamıştı.
Cevdet Kudret, Savaştan sonra, herkeste, " suya dalıp da bir daha çıkmayan, gittikçe ölüm düşüncesine kendini alıştıran, sonra da rastlantıyla ansızın havaya kavuşan insan hali vardı..." diyerek dönemin değişmesini anlatır. Savaştan sonra kimi evlerin yaşayışında büyük değişiklikler olmuştur. Süleyman'ların evinde ise hayat aynı savaş sırasındaki hayattır.

Cevdet Kudret İstanbul'un işgalinden sonra İstanbul'da başka bir hayat ve başka birtakım insan topluluklarının ortaya çıktığını anlatır. Bunlar savaş içinde büyük servetler edinen yeni bir sınıftır. İşgal altındaki İstanbul'da eski servet sahiplerinin de yeni duruma hemen adapte olduğunu ortaya koyan yazar, 'Mütareke Dönemi' İstanbul'unda bu eski soylular sınıfının nasıl şehri dolduran Fransız, İngiliz ve İtalyan subaylarına yaltaklandığını, kapılarını onlara açtığını, evlerinde Türkçeden başka bir dil konuşulduğunu, çocuklarının Fransız ya da İngiliz kolejlerine gönderildiğini, isimlerinin söylenişini değiştirdiklerini anlatır.

İstanbul'un işgal edilmesini ' Kara Bir Gün' olarak niteleyen Cevdet Kudret, işgalin sona ermesini de ' Beyaz Bir Gün' başlıklı bölümde anlatır:

"...İstanbul'un üzerinden sanki bir bulut çekilmişti. Güneş parlaktı, ağaç yeşildi, insanlar beyazdı, şehir aydınlıktı. Herkesin içinde--şimdiye kadar kirli duvarlar arasında yaşarken--yeni badana edilmiş bir odaya girmiş gibi bir duygu vardı; her yer öyle temiz, ışıklı ve rahattı...Daha dün ufukların nasıl dardı. Bulutların karanlıktı. Bahçelerinde salkımsöğütlerin üzgündü. Meydanlarında kara bayraklar dalgalanırdı. Fırınlarında ekmek değil, saman pişerdi. En sağlam evlerini yangın süpürmüştü. En yiğit oğulların bir daha dönmemek üzere gitmişti. En güzel kızların düşmanlara dudaklarını uzatıyordu..."


ÖRGE

Sınıf Arkadaşları romanının örgesi sağlam kurulmuştur. Romandaki tüm olaylar, nedensellikleri ortaya konularak birbirine bağlanmıştır. Süleyman'ın okula başlamasının anlatıldığı birinci bölümden itibaren yazar, sınıf farklılığının insan hayatının belirleyici temel öge olduğunu ortaya koyar. Okuldaki sınıfta çocuklar iki bölüme ayrılmıştır. Kapı yanında, üstleri başları eski, dökük, ayaklarında ayakkabı bile olmayan yoksul çocukları, pencere tarafında ise zengin çocukları oturuyordu.
Pencere tarafındakiler ne kadar yaramazlık yaparsa yapsın, derslerine çalışmasın ceza görmezlerdi. "Sarıklı Hoca" onlar güleryüz göstermek zorundaydı. Kapı yanlarındakilere baktığı zaman ise kızgın bir yüz takınırdı. Cevdet Kudret Hocanın yüzünün bu durumunu çok başarılı bir biçimde ortaya koyar: "...Kapı tarafındaki gözü şimşekler çakarken, pencere tarafındaki gözü tatlı bir ışıkla yanar; kapı tarafındaki yanağı pancar gibi kızarırken, pencere tarafındaki yanağı güller gibi pembeleşirdi..."

Sınıf Arkadaşları romanının belirgin teması yoksulluktur. Üçlemenin devamı olan Havada Bulut Yok ve Karıncayı Tanırsınız'da da romanın esasını yoksulluk oluşturur. Yazar kendi yaşamından yola çıkarak İstanbul'un ve kendilerinin üstüne dayanılmaz biçimde baskı kuran yoksulluğu, sarsıcı belleklerden silinmeyecek insan manzaraları ve olaylarla anlatır. Yazarın 'Sokak' ismiyle kitaplaştırdığı öykü kitabının "Ağlancalık" bölümünde anlattığı öykülerde de sürdürdüğü yoksulluk anlatısı, yazarın safında yer aldığı insanların hayat mücadelesinin tanıklığıdır. Süleyman, yoksulluğun kendileriyle sınırlı olmadığını okulda, mahallede her yerde yaygın olduğunu görüp yaşayacaktır. Süleyman'ın arkadaşlarını hep yoksullardan seçmesinin nedeni kendilerinin yoksulluğudur.

Yazar, Süleyman'ın dedesi İbrahim'in, kileri dopdolu olmasına rağmen, dört kişilik aileye iki kişilik yemek malzemesi vermesinin, hasisliğinin nedenini çocukluğuna bağlar. İbrahim, on bir yaşına kadar hiçbir zaman karnının iyice doğmadığının bilinciyle hasistir.

Ekmeğin vesikaya bağlanmasının nedeni savaştır; ekmeğin beyazken kararmasının, sergilenip serbestçe satılırken, tezgahtan çekilmesinin vesikaya bağlanmasının, samandan, kepekten yapılmasının nedeni de savaştır.

Ayşe'nin annesinin aklını yitirip tımarhaneye kaldırılmasının nedeninin yangın olduğunu gösterir. Yıllar yılı İbrahim'in kilidi altında bulunan kilerdeki malzemelerin, yiyeceklerin tam rahata erdiğini düşündüğü günlerde yangın nedeniyle yitip gitmesiyle ihtiyar kadın, " şekerlerim, unlarım, pirinçlerim, gazlarım..." diyerek delirecektir.


GÜDÜCÜ ÖRGE

Ayşe çaresizdir. Kocasının askere alınması nedeniyle altüst olan ve sığınmak zorunda kaldığı anne evinde üvey babasının hasislik ve aşağılamaları, çocuğunun iyice bir karnını olsun doyurabilmek için gittikleri akraba evinde yaşanan "damağa saplanan saman çöplü karne ekmeği" ve yaşanılan derin yoksulluk, açlıktır çaresizliğinin nedeni.

Ayşe'nin çocuğunu yaşatmak, açlıktan, sefaletten kurtarmak için bulduğu çare, kocasının askere gitmeden önce, zorluğa düşerlerse satabileceğini söylemiş olduğu için evleridir. Ayşe evi satışa çıkaracak ve kısa bir süre sonra ev satılacaktır.
. Ayşe'nin eline, evin satışından sekiz yüz lira para geçecek, Ayşe Süleyman'a ve evdekilere aylar sonra ilk kez yağla pişirilmiş bir yemek pişirecek, yalnız Süleyman için aylar sonra et alınacak ve köfte yapacaktır. Süleyman annesinin yaptığı köfteyi okula götürdüğünde bu kokuyu unutan öğretmenin sorgusuna muhatap olacaktır.

Ayşe'nin kocası askerden iki günlüğüne izinli gelecek, yeniden Musul'a gönderilecek ve öldüğü haberi gelecektir. Evlerinin Büyük Aksaray-Fatih yangını ile kül olması, evdeki eşya ve erzakların yok olması üzerine Ayşe evinin geçimini sağlamak, ayakta kalabilmek, Süleyman'ı okutabilmek için, yangında kurtarabildiği tek eşya olan dikiş makinesi ile dikişçilik yapmaya başlayacaktır.


NESNELERİN BİRLİĞİ

Cevdet Kudret, Sınıf Arkadaşları romanında; değişik nesneler kullanarak insanı anlatmıştır. Süleyman'ın dedesinin tip-karakter olarak tanımlamamıza neden olan hasisliğini simgeleyen nesneler bele sarılan kuşak ve erzakların saklandığı kilerin anahtarıdır. Süleyman , dedesinin en çok kuşağını hatırlar der yazar; Bu, göbekle göğüs arsında, vücudu ekvator gibi saran, kat kat saran beyaz ve yünden bir kuşaktır. Dedenin kuşağının bele sarılması Süleyman'ın belleğinden silinmeyecek bir ritüelle gerçekleşmektedir. İbrahim için diğer önemli nesne kilerin anahtarıdır. Anahtar erzakın saklandığı kiler olarak kullanılan bölümü İbrahim'in tekeline sokan araçtır. Anahtar İbrahim'in kuşağında saklanmakta, günlük yenilecek şeyler, yemek malzemesi ancak İbrahim tarafından kullanılan anahtar ile alınabilmektedir. İbrahim ölünce, zorlukla açılan kuşağından çıkan eşyalar arsında en önemli eşya anahtar olacaktır. Süleyman'ın aklında kalan en önemli ayrıntı ölünün kuşağından alınan anahtarın büyükannesinin kuşağına girmesidir. Süleyman o günden sonra, anahtarla kuşak arasında hep gizli bir ilgi arayacaktır der yazar: " Bir kuşağın çözülmesi, içindeki anahtarın alınması içindir."
 
Cevdet Kudret, Sınıf Arkadaşları romanında; olayların yepyeni mecralara dönüşmesini büyük bir İstanbul yangını ile anlatır. Üç gün üç gece süren büyük " Fatih yangını" geniş bir çevrede baharı karşılayacak ot bile bırakmaz. Yüzlerce aile evsiz, barksız kalmıştır. Evsiz kalanlar Medreselere yerleştirilerek, onlara birer oda verilir. Devlet büyükleri, dertlerini dinlemek için gelip gider ve " çare" bulmaya çalışırlar.

Ziraat Nazırı'nın yangın yerini ziyareti sırasındaki yaşanan diyalogu da bir nesne olarak görmek gerekir. Nazır çevresinde toplanan perişan insanlara soracaktır. "İçinizde yiyeceği olmayan var mı?"diye. Birkaç kişi "bizim yok" der. Nazır bu kez "yiyecekleriniz ne oldu" diye sorar, "yandı mı?" "Biz yoksul insanlarız beyim, yangından önce de pek yiyeceğimiz yoktu" denilince, nazır kızar ve "siz zaten açmışsınız, ben yangın nedeniyle aç kalanları soruyorum" deyip hiç kimseye yardım etmeden uzaklaşır. Yangın, sonra yaşanacakların düğüm noktası olarak kullanılmıştır.

Okuldaki " Sarıklı Hoca'nın " hocalığının son bulmasının nedeni Hoca'nın yanlışlıkla bir zengin çocuğunu dövmesi, Hocanın bir daha okula gelmemesinin, hocalığının son bulmasının nedeni de, Hoca tarafından dövülen Şevket'in hesabını sormak için okula gelen, zenginlik simgesi olan bonjurlu bir elbise giymiş olan, bastonlu, fesi kalıplı adamdır. Adam kim olduğunu söylememiştir. Müdür bile adamın kim olduğunu soramamıştır. Cevdet Kudret bunun nedenini romanda ortaya koyar: " ...Bir insanın böyle selam bile vermeden içeri girmesi, kalıplı fesini biraz yana eğmesi, konuşurken böyle ağır ağır ve hecelerin üstüne basa basa söz söylemesi, iki eliyle arkasında tuttuğu bastona kıçını dayaması..." büyük bir adam olması...

Köftecinin, Süleyman'ın babasının er olmasını bilmesine karşın " paşam" diye hitap etmesinin nedeni, çocuğun yediği köftenin bedeli olan elli kuruşu çıkarıp köfte parasını ödemesidir. Abdullah'ın izinli geldiği günlerde çıkarıp gusulhaneye konulan eskimiş elbise ve postallarının kokusunun, Abdullah'ın üzerinden ilk çıkarıldığı zaman dayanılmaz olan kokusunun, şimdi Ayşe'ye güzel gelmesinin nedeni, kocasından kalan anı olmasıdır.

Ayşe'nin üvey babası İbrahim'in ufak tefek olan ilk karısı Zehra'nın ölümü üzerine Ayşe'nin annesi ile evlenince, yeni karısının yirmi santim daha uzun olmasının, ayaklarının üç numara büyük olmasının masrafları artırdığını düşündüğü satırlarda insanı anlatmak için farklı nesneler kullanır.

Üvey baba İbrahim, evlendiği kadının ayağının büyüklüğünü, boyunun uzunluğunu (giyeceği elbiseye daha fazla kumaş gideceği, alınacak ayakkabının daha pahalı olacağı için) dert eden birisidir. Sofraya konacak iki fazla tabak üvey babayı alabildiğine mutsuz kılacaktır.

Cevdet Kudret insanların yaşamlarında tarihin, nasıl etkili olduğunu, 'Bin Dokuz Yüz On Dört' başlıklı bölümde ortaya koyar." "1914", Bu bir tarihtir! " Umumi Harb" , Bu bir deyimdir! " Abdullah" Bu bir addır, o tarihle o deyimin arasına rastlayan bir ad. Bu ad, o tarihten yirmi yıl önce, ya da yirmi yıl sonra gelseydi, sonuç başka türlü olurdu..." Bu bölümde zaman, nesne olarak kullanılmıştır. Abdullah'ın yaşamını o tarihte askere alınması belirlemiştir
.
Askere alınmanın hangi koşullarda gerçekleştiğini işin içine biraz alaycılık katarak anlatan yazar askerlik muayenesini nesne olarak kullanarak bunu yapar.
Askerlik muayenesini yapan doktor, muayene olacak kişi sayısının çokluğunu düşünerek, öyle teker teker muayene ile başa çıkamayacağını anlayınca, toptan yoklamaya karar verir. Odaya bir baskül getirtir. Beş kişiyi birden tartar elde edilen kiloyu beşe böler.

Böyle ne kolaydır. Bir günlük iş bir saatte çıkıyordur.

"Damağa Batan Saman Çöpü" başlığı verilen bölümde; Şehir Hatlarında kaptan olan akrabanın evine Süleyman'ın karnının doyurulması için gidilmesi hikaye edilir. Süpürge tohumu, kepek ve samandan yapılmış vesika ekmeği ile misafirlere ikram edilmeyen karışıksız buğday unundan yapılmış, yumuşak ve bembeyaz bir ekmek ile birlikte damağa saplanan saman çöpünün insanı sarsan , okuyanı irkilten bir hikayedir anlatılan. Bu bölüm, şu sözlerle biter "... Ayşe'yle Süleyman'dan kalan iki dilim ekmek, beyaz örtünün üstünde , iki kara leke gibi duruyordu. Kaptan Dayı, artan yemeklerle bu vesika ekmeğinin kediye verilmesini söyledi. Sarman yemekleri yedi, fakat ekmeği yemedi..."

Yazar, güvercinlere yem atılarak beslenmesi olgusunu, iyilik edince kötülüklerden kurtulmanın bir nesnesi olarak anlatır. Süleyman, babasının askerde zor durumda olduğunu düşünmektedir; güvercinlere yem atarak iyilik yaparsa onun tehlikelerden korunacağına inanmaktadır. Bir gün annesiyle Kapalıçarşı civarındayken güvercinlere yem atar, tam bu sırada bir tayyare ile bomba atılır. Annesi ile kaçışırken, bir avuç yemin elinde kaldığını fark eder Süleyman. Gözlerinin önünde iki sivil bir asker ölüsü yatmaktadır. Tayyareden atılan bomba nedeniyle ölmüşlerdir. Süleyman, Beyazıt'tan beri farkında olmadan taşıdığı yemleri elinden yere döker, Düşünür, madem ki; güvercinler insanları felaketten koruyamıyordu ; onların yemini niçin elinde tutmaya devam etsin ki...Süleyman ölen askerin ayakkabısı ile cephede olan babasının ayakkabısı arasında bir ilişki kurarak kötülenir. Yazar, ölen askerin ayakkabısı ile Süleyman'ın babasının ayakkabıcı olması ve askerde aynı ayakkabıyı giydiği olgusunu müthiş bir kurgu içinde nesnel olarak gözler önüne serer.


ÇATIŞMALAR

ABDULLAH'IN İÇ ÇATIŞMASI

30 yaşında askere çağrılan ayakkabı ustası Abdullah kendi içinde büyük bir çatışma yaşar. Düşünmek istediklerini değil düşünmek istemediklerini düşünür. Düşündüğü kendisinin cepheye gönderilmesinden sonra yaşanacak şeylere ilişkindir. Geride beş parasız gencecik bir kadın ve küçük bir çocuk bırakmaktadır. Kendisi belki de savaşta ölecektir. O zaman bu çocuk ve kadın yapayalnız kalacaktır. Çocuğunun geleceğinin kendisi gibi olmasını istemez. Teyzesinin çocuklarını düşünür; aralarında ne fark vardır?

Onlar niçin yüksek, kendisi aşağıdadır. Aynı kanı, eti, kemiği taşımıyorlar mı? diye düşünür. Beynin ufacık bir farkı, onları doktor ve kaptan, kendisini kunduracı yapmıştır. Onlara para, mevki, saygınlık vermiş, kendisine hiçbir şey vermemiş bir hayat. Askere gitmesiyle çaresiz bıraktığı bir eş ve çocuk , kendisine verilen odur.


AYŞE'NİN İÇ ÇATIŞMASI

Ayşe çocuğuyla sığındığı anne evinde, çaresiz, mutsuz , umutsuz günler geçirmektedir. Ayşe'nin artık tek bir düşüncesi vardır; çocuğunu, bu yoksulluktan, açlıktan kurtarmak. Fakat, Ayşe'nin ne yapmak, nereye varmak gerekir konusunda hiçbir bilgisi yoktur. Ayşe, evlerinin önünden kimi zaman Darüşşafaka öğrencileri geçtiğini, bu çocukların üzerinde parlak düğmeli, kolları yeşil şeritli, iyi kumaştan dikilmiş lacivert elbiseler olduğunu düşünür. Komşulardan işittiğine göre, bu okula babası ölmüş çocukları alırlarmış. Orada öğrenciyi hem okutur, hem de yedirip içirir, yatırır, giydirirlermiş...

Ayşe, bunun ne anlama geldiği üzerine düşününce ilk anda sevinse de, oğlunu o okula vermenin olanaksız olduğunu, çünkü bu okula gidebilmek için babanın ölmesinin şart olduğunu hatırlayınca, acınır. Yazık diye düşünür. Babası ölmüş olsa, oğlu o okula gidebilir; karnı doyar, sırtına giyecek elbisesi olur, okulunu okur...

Ayşe oğlunun kurtuluşu için kocasının ölümünü bir an ,için bile istemiş olmaktan dolayı kötülenir, göğsü sıkışır ve kocasının ölmesini istemiş olmaktan utanarak, kocası ölmeden, insanların hep birlikte, yan yana mutlu olmanın olanaklı olup olmadığını düşünerek, babası sağ olduğu halde oğluna bakacak bir okul olmamasına hayıflanır.


SÜLEYMAN'IN İÇ ÇATIŞMASI

Edebiyat Fakültesi öğrencisi, Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri, yazıları çıkan Süleyman, Fatih'te annesi ile yaşadığı yoksul hayattan çıkıp Beyoğlu'nda Tokatlıyan'da, Löbon'da Müştak Niyazi Bey ile buluşmaya devam etmekten mutluluk duyar. Duyduğu mutluluk, kişiliğini unutup iki saat boyunca şiirden ve sanattan söz etmektir. Ancak, Süleyman kendi hayatıyla Müştak Niyazi Bey'in hayatını yan yana koyduğu zaman aralarındaki açıklığın "uçurum" düzeyinde olduğunu görmektedir.
Süleyman'ın çevresine bakındığında girdiği bu çevrenin kendisine alabildiğine yabancı olduğunu fark eder. O çevrede; duvarlarda büyük aynalar vardır. Buluşmanın gerçekleştiği yer, küçük mermer masalar, içi minder döşeli hazerfan koltuklarla çevrilidir. Yerler sanki üzerinde kimse yürümemiş gibi tertemiz, pırıl pırıldır. Masaların arasında, insanın ayak sesini yutan, kırmızı yol halıları döşelidir.
Süleyman bilir ki; oraya ancak yazdığı birkaç dizenin hatırı için girebiliyordu. Yoksa ne giydiği yıpranmış elbise, ne tabanları pençeli kundura, ne eti , ne kemiği, hiçbir şeyi oraya uygun değildi. Süleyman, iki saat sonra Tokatlıyan'dan, Löbon'dan çıkarken asıl, gerçek kişiliğini eski bir elbise gibi giyinip evine kadar saatlerce yürüyerek giderken sürekli düşünür. Müştak Hulusi ile konuştuğu şeyler, kimin işine yarıyor düşüncesidir bu. Konuştukları bütün sözcüklerin, iki saat sonra orada aynalar ve hasır iskemleler arasında kalacak şeylerdir. Yazar güçlü nesnel karşılaştırmalarla Süleyman'ın çatışmasını ortaya koyar. Sirkeci'de köfteci dükkanına balo elbisesiyle girmiş kadar gülünç, Ekvator'dan gelen bir kuş gibi farklı ve zavallı bir tavuskuşu gibi çirkin yerlerini örtmeye çalışan biri...


ZENGİNLİK & YOKSULLUK ÇATIŞMASI

Cevdet Kudret, roman boyunca zenginlerle yoksullar arasındaki çatışmayı gözler önüne serer. Zengin çocuklar, okulda pencere kenarında oturmakta, öğretmen onlara, en fazla, sitem etmektedir. Yoksul çocuklar kapı tarafında oturmakta, öğretmen onlara en sert sözleri söylemekte, sopayla dövmekte, en kızgın haliyle bakmaktadır.

Zengin öğrenciler, okula en güzel, yeni giysiler, ayakkabılarla gelirken, yoksullar; eski , yırtık, yamalı giysiler, ayakkabısız gelmektedir. Zengin çocukların yedikleri ile yoksul çocukların yediği yemekler çok farklıdır. Zenginler beyaz ekmek yerken, yoksullar, saman kepek karışımı kara ekmek yemektedir. Yoksulların evine et girmezken, zenginler iyi beslenmektedir.

Cevdet Kudret, "Çocuklar Okulu" bölümünde bu çatışmayı iki bölüme ayırarak ortaya koyar. "Süleyman'ın arkadaşları iki bölüme ayrılır" der. Birinci bölüm; anne ve babalarıyla bir yere gittiğinde, onların durduğu "mevki" den bir adım ileri geçmeyen, onlarla birlikte ancak kapı dibinde, ayakta ve elpençe divan durmaya mecbur olanlar, yemeğin, şekerin, şurubun ancak artığını, fazlasını yiyebilenler, diğerleri ; anne ve babalarının sahip olduğu haklara mevki ve imtiyazlara yarı yarıya ortak olanlar, şımarıklığı zeka işareti olarak görülen ve misafirlerce " küçükbey" diye çağrılanlar...


İZLEK

Cevdet Kudret, 1. Dünya Savaşı'nın hemen öncesini, Umumi Harp yıllarını, Savaş sonrasını, Mütareke İstanbul'unu anlatarak, babası Musul'da ölen kunduracı Abdullah'ın oğlu Süleyman'ın çocukluğunu, sınıf arkadaşlarını, onların ve ailelerinin yaşadıklarını, babasız ve çaresiz kalakalan anne-oğlun hayat mücadelesini, çatışmalarını, özlemlerini gösteren bir romandır.

Roman boyunca aynı olguların farklı sınıftan insanlarda nasıl sonuçlar doğurduğunu, her sınıftan insanın hayat macerasının beklenmedik gelişmeler dışında ancak çok büyük bir özveri ve çabayla nispeten değişebileceğini anlarız.

* Cevdet Kudret, Sınıf Arkadaşları, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, Aralık 2006


dizin    üst    geri    ileri  

 



 30 

 SÜJE  /  otuz beşinci sayı