Büyük İskender Pers kralını yenmenin verdiği büyük keyif ile günlerini
geçiriyor, önünde açılan Asya topraklarının hayalini kuruyordu.
Etrafındaki hizmetkârları büyük imparatoru nasıl memnun edeceklerini
bilemiyorlardı. Onun ilgisini çekebilecek türden her şeyi sunmak için
yarışıyorlardı. Bir tepsi dolusu dutla yanına gelen hizmetkâr kız tepsiyi
yere bıraktıktan sonra
-Büyük İskender’e Fenike halkının hediyesidir. Bu topraklarda bulunmanızı
memnuniyetle karşıladıklarını bildiriyorlar.
Dedikten sonra büyük imparatoru selamlayarak uzaklaştı. İskender, kocaman
bir yakut ve etrafında küçük elmaslarla süslü yüzüğünün bulunduğu işaret
parmağını yanında oturan nazende eşine doğru uzatarak, dutları işaret
etti. Şimdiye kadar böyle bir meyve görmemişti. Yaptığı işaret, eşinin bu
meyvenin tadına kendisinden önce bakması anlamına geliyordu. Nazende eş,
kaygıyla uzattığı parmaklarının arasına aldığı meyveyi inceledi. Meyve
sanki oldukça irileşmiş beyaz bir tırtıla benziyordu, bir anda midesinin
ağzına geldiğini hissetti ama bunu imparatora belli etmedi. Hızlıca
meyveyi ağzına götürdü. Tadı o kadar güzeldi ki bir daha, bir daha derken
büyük imparator nazende eşinin elini tuttu. Gözlerinin içine bakarak
kadının parmaklarının arasındaki meyveyi ağzına aldı ve meyveyi dili ile
damağının arasında ezerken gözlerinin bebekleri büyüdü ve oturduğu
mindere arka üstü devrildi. Kadın bir anda korktu. Etraftaki hizmetkârlar
imparatorlarının başına kötü bir şey geldiğini düşünerek etrafına
toplandılar. Büyük İskender kahkahalarla yattığı yerden gülüyordu…
Kimisi taze, kimisi suyunu bırakmış kararmaya yakın dutlarla dolu
tezgâhların yanından geçiyordum. Alıcı veya bakıcı birkaç kadın
parmaklarını nazende eş gibi tadına bakmak üzere dutlara uzatıyordu.
Pazardan bir şeyler almak için orada bulunmuyordum. Sadece yolumu
kısalttığı için, içinden geçip karşı sokağa ulaşacaktım. Pazar yerlerinin
telaşını, gürültüsünü seviyorum. Bir önceki tezgâhtan aldığı sebzeyi,
meyveyi başka bir tezgâhta daha ucuza görüp pişman olan insanların
yüzlerini izlemek, sevdiğim en güzel pazar yeri sahnelerinden biridir.
Kulağımın dibinde en yüksek desibelde çıkan sesle pazardakileri izlemeyi
bırakıp hızlıca uzaklaştım. Bir taraftan da klinikteki dostlarıma biraz
dut alsa mıydım diye düşünmeden edemedim ama uzaklaşmıştım. Geri
dönmedim.
Onlarca meyveciğin bir sap üzerine sıralanmasıyla oluşmuş bu meyveyi bir
tırtıldan ziyade birbirine sıkıca sarılmış dostlara benzetirim. Benim
dost meyvesi olarak gördüğüm dutu birçok din ve kültür kutsal saymış
hatta kutsal mekânlarının etrafına dut ağacı dikmişlerdir. Kutsallığının
yanı sıra geç çiçeklenmesi nedeniyle erken donlardan zarar görmemesi ona
bilgelik sıfatını kazandırmış olsa da dut meyvesinden, Büyük İskender’i
kahkahalara boğacak kadar keyif almam. Aman canım, ben Büyük İskender
değilim! Yine de Büyük İskender ve yediği dutu düşünmeden edemiyorum.
Belki de olgunlaşmış meyvelerdeki şarap aromasını fark edip dut şarabının
ilk mucidi olmayı da zaferlerinden birine eklemenin keyfiyle kahkahalara
boğulmuştur.
Dut ağacın altından geçerken kafasına dut düşmemiş az sayıda insanlardan
biriyim. Ne zaman meyveleri üzerinde ballanmış dut ağacı görsem, yere
dökülen dutların ayakkabımın tabanında oluşturacağı yapışma aklıma gelir
ve yolumu değiştiririm. Onun bilgeliğini karşı kaldırımdan kutsamayı
tercih ederim. Dut zamanı geldiğinde kafanızı kaldırıp bakın. Tüm kuşlar
ağacın dallarında bozulacak bağırsak sistemlerine aldırmadan karınlarını
doyurma derdindeyken birden size de piyango bileti alma fırsatı çıktığını
görürsünüz.
Dut meyvesini ve ağacını düşünmeyi bir kenara bırakarak adımlarımı
sıklaştırdım. İnsana ihtiyaçları olduğu bugünde, sevgili dostlarıma ve
evrenin ortak sahipleri olan minik canlara bir parça yardımım dokunması
için kliniğe doğru koşar adım yürüdüm. Kliniğe geldiğimde,o miniklere
şifa dağıtan can dostlarım Minal ve Tuğçe ameliyathaneye inmişler,
operasyona başlamışlardı. Bekleme salonunda birkaç hasta sahibi ve
müşteri vardı. Stajyer gençlerden Yaren severek yapacağı mesleğinin
uygulamasının verdiği heyecanla oradan oraya koşturuyor, hasta
yakınlarına yardımcı olmaya çalışırken bir taraftan da gelen telefonları
yanıtlıyordu.
-Evet veteriner kliniği. Tabi yardımcı oluruz… Bu gün mü düştü? Tamam!
Hemen getirebilir misiniz?
Dut ağaçlarından kalkan sineklerin pala bıyıklı küçük dostlarımızın
bulunduğu pencerelere ve balkonlara doğru uçmasıyla ortaya çıkan sinek
yakalama merakı çoğunlukla hazin bir sonla bitiyordu. Sineğin peşinden
uçmaya kalkan minik dostlarımız birden kendilerini yerde buluyor
sonrasında kırık bacaklarının tedavisi için bir veteriner kliniğinde
tedavi olmak üzere acılar içinde kıvranıyorlardı.
Yaren, yine bir balkondan düşme vakasında canı yanan kediciğin röntgenini
almak için stajyer arkadaşı İskender’e yardım ediyordu. Röntgende hangi
patinin sağ ve sol olduğunun anlaşılması için işaret harfini
yerleştirdiği sırada, dışarıdan gelen sesler dikkatlerini o yöne çekince,
işaret harfini yere düşürdüler. Sesler daha net anlaşılmaya başlamıştı.
Bu sesler kliniğin önünden geliyordu. Zamanında kliniğin önüne dikilmiş,
budandıkça gökyüzüne doğru yükselmiş yaşlı bir dut ağacı vardı.
Üzerindeki pembe beyaz renkli dutlarıyla gelenin geçenin ağzını
sulandırıyor, konu komşuyu cezbediyordu. En sonunda dayanamayan komşular
ellerinde çarşaf ve taslarla kliniğin önünde adeta bir dut festivali
başlatmışlardı.
-Böyle gel, böyle. Yok, olmadı biraz daha ileriye. Tamam şimdi oldu.
Zafer, sen şimdi sopayla dala vur.
-Aaaa hepsi başka yere döküldü, dedi çarşafın ucundan tutan Asya.
Yaklaşık iki yıldır bu sokakta oturuyorlardı. Bir üniversitede okuyordu.
Okula gelip giderken kliniğe uğrar, sıcak ve samimi o ortamda biraz
oyalanır eve öyle giderdi. İskender veterinerlik son sınıf öğrencisiydi.
Staj yapmak için geldiği gün Asya ile karşılaşıp tanışmıştı. Sonraki
günlerde Asya daha sık kliniğe uğrar olmuştu. Belki dediği gibi dersi
erken bittiğinden eve erken dönüyor, belki de genç veteriner adayının
orada bulunması derslerini erken bitiriyordu. Gençlerin işine akıl sır
ermez derler.
-Şöyle gelin. Olsun burada daha çok var. Hay Allah yaaa, dallar da çok
yüksek, dutlar da hep yukarıda, üstelik sopa da kısa geliyor.
Dışarıdan gelen dut festivalinin üyeleri klinik dahil sokaktaki diğer
konu komşunun da dikkatlerini çekecek derecede neşe içinde ağaçtaki
dutları silkelemeye çalışıyorlardı. İskender elindeki işin bir an önce
bitmesini istiyordu. Sırada da o kadar çok hasta vardı ki çok sevdiği
dutları toplamaya yetişemeyecekti. Üstelik epeydir hoşlandığı Asya’da
oradaydı.
-Ayşe Hanim teyze, uzanma düşeceksin!
Ayşe Hanim teyze ballanmış dutlara kendini öyle kaptırmıştı ki Newton’un
yer çekimi kanununu hiçe sayarak elindeki paspas sapıyla dallara uzanıp
uzanıp vuruyordu. Kliniğin kedisi Şakir, ağacın gölgesinde, gürültü
patırtıya aldırmadan uyuyordu. Ayşe Hanım teyzenin vurduğu dallardan
düşen dutlardan biri Şakir’in başına düşmesiyle yerinden fırlayarak
klinikten içeri girdi ve boş bulduğu bir koltuğa zıplayarak uykusuna
kaldığı yerden devam etti. O sırada güçlü bir sesle irkildiler. Sanki
yüksekten bir şey yere düşmüştü.
-Ayyyy! Ayyy! Ayşe Hanım teyzeee…diye bağrışmalar oldu.
Herkes bir anda dışarı fırladı. Röntgenini çektikleri kediyi kutusuna
yerleştiren Yaren telaşla kedinin kuyruğunu kutun kapısına sıkıştırdı.
Kedi miyavladı sahibi telaşla içeri girdi. İskender’de dışarı koştu.
Yaren,
-Yok bir şey kuyruğunu sıkıştırdım, ondan bağırdı. Sahibi memnuniyetsiz
bir yüzle Yaren’e baktı ama Yaren de duyduğu sesi merak ederek dışarı
fırlamıştı bile. Dışarıda oluşan uğultu ve telaş ameliyathaneden çıkmak
üzere olan Minal ve Tuğçe’yi de meraklandırdı. Tuğçe,
-Bizden habersiz ne oluyor dışarıda? Kim ne yapıyor bakayım?
İskender, biraz meraklı biraz da muzip gülerek,
-Bilmiyorum! Ayşe Hanım teyze düştü sanırım.
Minal yorgun bir ifadeyle, bir yere bir de Ayşe Hanım teyze’nin
penceresine baktı. Yerde bir paspas sapı ve savrulmuş çarşaftan etrafa
dağılan dutlar duruyordu.