ANLATI

Semih Özcan  





 

DÜNYAGÖRÜŞÜME MEKTUPLAR - 2


ANLAŞILMAZ ANILAR YUMAĞINDA ANLAMLI BİR GEZİNTİ

"Anlamak / Bir gezidir / Bir başkasının / Ülkesinde" demiş Gezi şiirinde Fazıl Hüsnü Dağlarca.

Ya anlayamadıklarımız? Galiba onu da ‘kendi ülkemize’ yaptığımız geziler oluşturuyor?

1979 yılının sonlarına doğru..Ankara’daki ilk siyasi eylemim..Eylem dediğime bakma, alt tarafı bir bildiri dağıtma işi. ODTÜ’de sendika seçimleri var ve devrimci sendikanın kazanması için çalışma yürütülüyor. Bir arkadaş katılır mısın, dedi. Hemen kabul ettim. Kambersiz düğün olur mu? Ettim etmesine de daha Ankara’ya geleli bir-iki ay anca olmuş. Çoğu yeri bilmiyorum hatta hiçbir yeri bilmiyorum desem daha doğru. Tek bildiğim bizim okulun olduğu Cebeci ve Kızılay..arada bir de Zafer Çarşısı ve Sıhhiye’ye yolumuz düşüyor.

Bir akşamüstü, çalışanların dağılmasına yakın ODTÜ’de buluştuk. Herkes önceden hazırlanmış bildirilerden ‘yeterince’ alacak ve çıkışta, çalışanların bindiği arabaya binerek, onları oradakilere dağıtacak. Her birimiz bir arabada görevliyiz. Belediye otobüsü büyüklüğünde ve kendileri de zaten ona benzeyen çok sayıda araba var. ‘Yeterince’ bildiri alma olayı bende biraz aştı…masaların üzerindeki bildirilerden elimle bikaç tutam alıp belime soktum. Elimin nasıl bir tutam ayarı varsa, neredeyse belimde kalın bir duvar oluştu. Hani ateş etseler kurşun geçmez. Topu topu bir arabalık yani kırk-elli tane almam gereken bildirilerden artık kaç yüz tane aldıysam – yoksa bin mi desem- karşıdan gören resmen cephane kuşandım sanır. Hani bir polis ya da asker arama noktasına rastlasam (malum, henüz 12 Eylül olmadı ama sıkıyönetim dönemi) kesin enselendim. Bu arada bizim bildi dağıtma olayının da korsan olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

Çalışanların çıkış saati geldi, onlarla birlikte bizler de, her birimiz arabalarda yerimizi aldık. Araba hareket ettikten bikaç dakika sonra ben başladım en baştan sona bildirileri dağıtmaya.Herkesi dağıtma işi bitti..de belimdeki şişkinlik aynen duruyor. Artık ne kadar aldıysan bitmeye hiç niyeti yok. Ama onları bitirmem daha doğrusu onlardan kurtulmam da lazım. Hadi en baştan ikinci kez yeni baştan başladım dağıtmaya. Tek tük itiraz edenler oldu, ben az önce aldım, diye. Olsun, bir tane daha al. Fazla bildiri göz çıkarmaz. İkinci dağıtım da bitti, bendeki stoğun bitmeye hiç niyeti yok. Hala cephanelik gibiyim. Üçüncü kez dağıtmaktan başka çare yok. Başladım üçüncü dağıtım işine. Bu kez itirazlar, homurtular yükselerek arttı. "Kardeşim, aldık ya..Ne dağıtıp duruyorsun?"  "Olsun, al sen!".. Üçüncü de bitti, bendekiler yine bitmedi, bitmeye niyeti de yok. Olsun, otomatiğe bağladık nasıl olsa, dördüncü dağıtıma da başladım. Hayret, bu kez itiraz olmadı, gelenekselleşti ya..herkes kuzu kuzu aldı eline tutuşturduğum bildirisini. Dördüncü dağıtım da bitti, bendeki bildiriler sanki hiç dağıtmamışım gibi, tomar tomar aynen duruyor. Anlaşıldı, bunlardan burada kurtulmam olanaksız. Bastım zile kendimi ilk durakta attım aşağıya. Hesapta, zula bir yerde bir çöp tenekesi bulup, onları oraya atacağım. Çünkü herhangi bir aramada belimdekilerle yakalanırsam kesin içeri tıkılacağım. Durakta indim. İner inmez ilk anda tam karşımda nöbet tutan bir askerle gözgöze geldim. Upuzun bir askeri bölge, içi asker kaynıyor. Sıkıyönetim döneminde olduğumuzu söylemiştim değil mi? Anlayacağın, onların gözü önünde belimdekileri çöpe atmama olanak yok, dahası fazla da gözlerine batmamam yani üzerimi arattırmamam lazım.

Hiç bozuntuya vermeden caddenin karşısına geçmeye niyetlendim, hesapta, o bölgeden uzaklaşıp, başka uygun bir yerde ilk gördüğüm çöp tenekesine atacağım belimdekileri. Bikaç adım attım atmasına, caddenin tam ortasındaki oklarla yön gösteren tabelayla gözgöze geldim bu kez. Gitmeye çalıştığım bölge: Bahçelievler. Bulduk papazı. Bahçelievler malum, TİP’li, yedi gencin öldürülmesi gibi birçok kanlı olaya adı karışmış faşistlerin merkezi. Seç, seç beğen.. Demokrasinin tam göbeğine düştüm. Önümde Bahçelievler, arkamda askeri garnizon…ve belim devrimci bildiri dolu. Doğal olarak ölmektense sürünmeyi seçtim ve tıpış tıpış gerisin geriye yürüyerek, elimden geldiğince de dikkat çekmemeye özen göstererek, askeri bölgenin tam önümdeki durakta yeniden yerimi aldım. Ola ki, herhangi bir arama olmadan bir araba daha gelirse, kendimi ona atıp, Kızılay civarına doğru yola koyulacağım. Kısa bir süre sonra geldi de. Ama şansıma, bir belediye arabası değil, yine bizim bindiğimiz ODTÜ servis arabalarından biri geldi. Durdurdum, attım kendimi içeriye. Baktım, bizim arkadaşlardan o arabada görevli olan işini bitirmiş, arabanın en arkasında dikelip duruyor. Ben hiç bozuntuya vermeden en baştan başladım bildiri dağıtmaya. Uçtaki arkadaş da şaşkın ve aval aval bana bakıyor. Sonuna kadar bütün arabayı bildiriyle donattım. Geldim sona, bizimki başladı söylenmeye:

- N’apıyorsun lan! Ben dağıttım buraya. Senin kendi araban yok muydu?

- Vaaar..biraz kaldı da, onları eritmeye çalışıyorum.

- Onları da kendi arabanda dağıtsaydın. Buraya niye bulaştın?

Adam haklı. Onun da başını belaya sokmamdan çekiniyor.

- Benimkinde dört defa dağıttım. Bir daha dağıtsaydım, polislere gerek kalmaksızın onlar tutuklayacaktı beni.

- Kaç tane aldın ulan bildiri?

- Bilmem. Saymadım. Ama Kızılay’ın tamamına dağıtsam bitmeye niyeti yok.

Bir süre sonra bastı zile, araba durdu.

- Hadi atla. Tüyelim buradan!

Kızılay’dan bir önce İzmir caddesinin olduğu bölgede indik arabadan. Daldık önümüzdeki sokağa. Neyse, az ötemde bir çöp tenekesi buldum. Çevreme bakına bakına, belimdekilerin tamamını attım çöpe. Bir anda kuş gibi hafifledim. Oradan da ver elini Mülkiye. Mülkiyeliler gelince rahat bir nefes aldım. Gerçekten ‘insanın evi gibisi yok.’

Yazının başında ‘kendi ülkemize’ yaptığımız gezileri ‘anlayamadıklarımızdan’ saydım ama böylelikle ben o gün Ankara’yı hem anlamaya hem tanımaya başladım.

Bir de bize ‘anlatılmamak’ için özel çaba gösterilen yerler var. İşte oraları anlamak için ‘resmi anlatımın’ dışına taşıp, iyicene burnunuzu sokmamız şart.

Bu kez 2006 yılının baharı, ya nisan ya mayıs ayı. Mersin’deyim. O yıl ‘makale’ dalında düzenlenen Behzat Ay Yazın ödüllerinde verilen ödülü almak için Mersin’e davet edildim. O da ayrı bir anlatı konusu.

Ödül aslında tek bir kişiye veriliyor. Ve onu da vermişler. Ancak, bana daha sonra yaptıkları açıklamaya göre orada daha önce görev yapan bir kadın öğretmene verme ‘zorunluğu’ hissedilmiş, oraya çok emek verdiği için ve benim yazılar da ilgi çektiği için, hesapta olmadığı halde sonradan ayrıca ‘mansiyon’ dahil edilmiş ödüllere. Bana da onu verdiler. Yok, sık sık ödüller tartışmalı olur ya, o konuda kesinlikle bir şey demiyorum. Aksine ödülün diğer kişiye verilme nedenini de mantıklı ve yerinde buluyorum. O konuda en küçük bir eleştirim yok. (İlginçtir, benim ödüllerle ilgili eleştirim, esas o ödülden çok daha önce 1999’da Şehir kategorisinde birinci olduğum Yeni Asır gazetesinin köşe yazarlığı yarışmasında jüride yer alan bir belediye başkanının yaptığı konuşmada açıkça ‘kendi arkadaşımızı kazandırmak için çok uğraştık ama başaramadık’ demesi olabilir ancak….. Ne diyeyim, işte İzmir bu. Özellikle son yıllarda yeniden gündeme gelen İzmir’deki ödül ve yarışmalarla ilgili tartışmalardan da, kendi kazdığı ‘İzmir çukuru’ndan çıkamadığı sürece de İzmir kolay kolay kurtulamaz. Özellikle edebiyat alanında İzmir denince benim aklıma sadece yıllar önce minibüslerin arka pencerelerinden eksik olmayan ‘ağlayan çocuk’ görüntüsü gelir. İzmir üretmez, sadece ağlar. Ona göre diğer iller özellikle de İstanbul çevresi gerek ödül gerekse dergi kadrolarında İzmir’i dışlarlar- sanki başka işleri, güçleri yokmuş gibi._ Çünkü dar bölgeci anlayış ve gruplaşmalar kendi kafalarında vardır. Herkesi de bu nedenle kendileri gibi sanırlar. Bunu, kuyruk acısı olan değil, aksine birinciliği alabilmeyi başarmış, yani gocunacak hiçbir yanı olmayan bir kişi olarak söylüyorum. Sonradan bizzat bana söylendiği gibi jürinin İstanbul ayağından, hala da hiç tanışma olanağı bile bulamadığım Hıfzı Topuz’un bastırması olmasaydı o yarışma da klasik İzmir yarışmaları gibi, açıldığı gün sonucu belli olan İzmir yarışmalarından biri olacaktı. Neyse, bu konuyu kapatalım….Sadece şu kadarını söyleyeyim. Benim için Mersin’de aldığım mansiyon, İzmir’de aldığım birincilik ödülünden daha değerliydi açıkçası. Belki de Behzat Ay gibi önemli bir kişi adına verildiği için…

Adana havaalanında indim uçaktan. Kısa bir süre bekledikten sonra beni Mersin’den gönderilen Akdeniz belediye başkanının makam arabası ve şoförü karşıladı. Fena başlangıç değil.

Mersin’in merkezindeki otele yerleştikten sonra ilk gün belediye ve jürideki kişilerle tanışma ve sohbet sonra da şehri gezmekle geçti. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Mersin’deki ‘muzlu süt’ bolluğunu başka hiçbir yerde görmedim. İlgili, ilgisiz hemen her dükkanda bir muzlu süt makinesi mutlaka var.

Satmayan yok. Neredeyse Mersin’in simgesi, diğeri de söylemeye gerek yok, tantunisi.

Akşam doğru otelimize döndük. İyi de ben gezmek, Mersin’i tanımak istiyorum. Oteldekilere çevrede oturacak bar, cafe türü bir yer olup olmadığını sordum "var ama tavsiye etmeyiz. İlle gidecekseniz de bize söyleyin, sizi arkadaşlar gezdirir." "Neden?"  "Geceleri buraları pek tekin değildir. Sık sık olaylar olur. Sakıncalı."

Bir süre geçti, dayanamadım. Attım kendimi sokağa, deniz kıyısında yürüyüşe geçtim. İnanılmaz. Peşimde otel önünde gördüğüm iki kişi. Adamlar resmen koruma vermişler. Bir bu eksikti. Tamam, biz alışkınız peşimizde polislerle gezmeye de, koruma konumunda olanlarla değil. İnsan haliyle huylanıyor. Epey bir gittim, peşimden ayrılmaya niyetleri yok. Bir süre sonra uca doğru çay bahçesi türü bir yer buldum, oturdum. İki masa öteme onlar da oturdu. İyi ki yalnızım. Delirmemek işten değil. Düşünsene yanında sevgilin ya da eşin var. Ne sarılabilirsin ne öpebilirsin. Ben alışık değilim böyle korumayla gezmeye. O gece delirmedim ama ertesi gün ben onları delirttim.

Mersin’deki büyük bir kültür merkezinde yapıldı ödül töreni. Oldukça da görkemliydi. Halktan, özellikle de genç kesimden çok sayıda katılım olduğu gibi, Mersin’deki hemen tüm sivil toplum örgütlerinin yöneticileri de vardı. Gerek halktan gerekse yarışma düzenleme komitesinden çok ilgi gördüm. Hatta, ödülü almamın hemen ardından yarım saate yakın da, o günlerde ABD’nin Irak işgali gündemde olduğu ve bu savaşı da insanların an be an televizyonlarda izlemesi nedeniyle, ‘savaş ve medyanın yönlendirmesi’ üzerine bir de konuşma yaptım. Konuşma çok tuttu. Tören sonrasında salonda gelen konuklara süren sohbet ve mini kokteylimizde, kitabım olmadığı halde, çok kişiye de imza vermek zorunda kaldım. Kimisi bir başka kitaba imza attırıyordu, kimisi de defterinin bir yerine bir yazı yazıp imzalamamı istiyordu. Hatıra defterlerine imza isteyen güzel kızlar da oldu bu arada ama konumuz bu değil, geçelim.

Törenin ardından da yine belediyeye ait bir yerde yemek eşliğinde rakılarımız yudumladık, jüri ve sivil toplum örgütleri yöneticileriyle birlikte.

Güzel bir geceydi. Bu nedenle de yemeğin sonunda benim bu gecenin güzelliğini bitirmeye hiç niyetim yok. Çevremdekiler ve oteldekilere yolunu yaptım "sakın ha" dedi hepsi de, "gece saat ondan sonra Mersin’de sokağa çıkmak çok sakıncalı"..İyi de yemek de gece onda bitti. Bu saatte beni kesseler yatmam. Oteldekilere sordum yine bir bar türü yer, otelin bilmem kaç kat altta diskosu var, oraya gidin dediler. Bu güzelim bahar havasında izbe diskoda işim ne? Bar desen, yine korumalarla gidilecek, hiç çekemem.

Önce odama çıkıp balkonumda biraz daha oflayıp pufladım. Sonra indim aşağıya, kapının önünde sigara içiyorum. Otel çift cepheli. Bir ara, korumalar öbür cepheye doğru yürümeye başladılar. Bu fırsat kaçmaz. Anında değerlendirdim.

Hızlı adımlarla otelin görüş alanından çıkıp var gücümle koşmaya başladım. Önümdeki ilk sokaktan sola sapıp hızımı arttırarak koşumu sürdürdüm. Hani bana Mersin’i her gece olay olan bir yer olarak tanıtmışlardı ya, o gecenin bence tek olayı, sokaklarda deliler gibi birinin koşmasıydı, yani ben.

Epeyce koştuktan ve ardımda kimsenin gelmediğine emin olduktan sonra normal yürüyüşe geçip caddeye çıktım. Önümdeki ilk tekel bayiine, yakınlarda bar olup olmadığı sordum. Tarif etti. Söylediği yeri buldum.

İnanılmaz bir güzellik. Hani bir zamanlar Ankara’da SSK bloklarının olduğu yerde barların olduğu katlar vardı, şimdi çoğu kapandı. İşte aynen öyle bir yer. Çıktım ikinci kata. Yanyana bar, birahane. Çoğunda da canlı müzik var. Çıldırmamak işten değil. Önce bir birahanede biramı yudumladım. Ardından güzel bir müzik sesi duyduğum bir başka mekana daldım. Önceleri bir saate kadar kapatıyoruz, fazla oturamazsınız dediler ama içerde öyle güzel bir yakınlık, samimiyet kurdum ki, orada org, saz ve gitar eşliğinde şarkılar söyleyerek sabahın dört buçuğunu buldum.

Sabah beşe doğru o gecenin esrikliği ve mutluluğuyla ıslak çala çala otelime geldim ki ne göreyim. Bizim iki koruma ve otel personeli çıldırmış bir şekilde fıldır fıldır beni arıyor. Yetmemiş, gündüz şoförlüğüme de yapan adamcağızı da evinden uyandırıp getirmişler, o da katılmış arama-kurtarma faaliyetine. Adam beni görünce koştura koştura yanıma geldi. Sanki tek parça mıyım değil miyim, vücudumda kurşun delikleri var mı gibisinden üzerimi yokluyor. Bir yandan da "iyisiniz değil mi, bir şeyiniz yok değil mi?" deyip duruyor. Ben "yooo, hiç olmadığım kadar çok iyiyim. Hiçbir şeyim yok" dedikçe hiç dinlememiş gibi ahlanmayı, vahlanmayı sürdürüyor: "Size bir şey oldu diye çok korktum, ya bir şey olsaydı, ben nasıl hesap verecektim başkan beye" diye dövünüp duruyor. Neyse, güç bela sakinleştirdim oradakileri..

Ertesi gün havaalanına dönerken de yol boyu konuştuk o şoförle. Dahası adamı sonunda ikna ettim ya da öyle gözüktü. Olay şuydu; Mersin kozmopolit bir yer. Türklerin dışında hem Kürt hem de Arap nüfus var. Zaman zaman aralarında sürtüşmeler, kavgalar oluyor. Ama resmi makamlar bu işi iyice abartmışlar ve her zaman her yerde olduğu gibi faturayı da peşin peşin Kürtlere kesmişler, geceleri resmen sokağa çıkma yasağı uyguluyorlar. Resmen uygulayamasalar da, ‘yok o bölgede Kürtler var, geceleri can güvenliği olmaz’ diye milleti işleyip duruyorlar. Bense aksine gecenin bir yarısı, o ‘tehlikeli’ dedikleri bölgede hayatımın en mutlu gecelerinden birini geçirdim. Ve bırak olayı yine yaşamımın en huzurlu gecelerinden biriydi.

İşte sevgili dünyagörüşüm, bazen de böyle anlamak için izinsiz bölgelerde gezmek gerekiyor.

Anlamanın bir başka boyutu daha var ki işte onu gerçekten hala anlamadım. Kimi zaman da kimileri senin ülkende gezmeye geliyorlar ve ne bunun nedenini ne de o gezmeye gelenleri hiçbir zaman anlayamıyorsun.

Bu kez 81 ortaları.. Ankara’da Alman Kültür Derneği’nde bir sergi kokteylindeyim. Bilirsin, daha önce de anlattım sana bunu. Ben yaşlarda adamın biri karşıdan "ooooo..merhaba benim Mülkiyeli arkadaşım" deyip gelip şapır şupur öperek boynuma sarıldı. Bozuntuya vermedim , bir "oooo" da ben çektim ama adamı hiç mi hiç tanımıyorum. Bir süre kırk yıllık dost gibi sohbet ettim bu tanımadığım yabancıyla. Bir süre geçti, iş büyüdü..biraz da büyücek ve kelli felli bir adamı çağırdı yanına ‘’baba bak Semih burada’ dedi. Bir "ooo" samimiyet sesiyle adam da katıldı koroya da..ben onu da tanımıyorum. Biz üç canciğer dost, ben tanımıyorum o ayrı sorun, biz üç kişilik sohbetimizi sürdürdük..

Az sonra iş daha da büyüdü. Bu kez bir kadın geldi yanımıza, bizimki yine atıldı ‘"anneciğim, bak bizim Semih de burada"..yani, onların Semih’i olduğuma göre ben bunlarla ailece çok samimiyim. Ne bileyim evlerine falan gidiyorum, yemeklerine falan takılıyorum, yatılı falan kalıyorum..da ben yine hiç birini tanımıyorum. Yalnız kadını bir yerden gözüm ısırıyor. Sonra kafama iyicene takıldı kadın "yok, yok, ben bunu bir yerden çok iyi tanıyorum. Ama nerden?" Başladım beynimi zorlamaya. Hayır, kadını çözersem diğerlerini de otomatikman çözmüş olurum. Beynimin dehlizde kalan yerleri aydınlanır.

O gece çözemedim ama günlerce, haftalarca düşündüm kadını. Sonra birkaç ay sonra birden "buldum" diye bağırdım. Evet, hem de çok iyi hatırladım sonunda kadını. O da bir rastlantı sonucu. Zaman zaman eski dergileri kurcalama, bakma huyum var. Eski Milliyet Sanat dergilerinden birinde buldum kadını. Milliyet Sanat bir ara dünya mizahından öykü örnekleri veriyordu. Ve her bir öyküyü de karikatürlerle süslemişti. İşte o eklerden birinde bir Bulgar öykü yazarının bir gülmece öyküsü vardı. Yazarın adını şu an unuttum ama öykü hala aklımda : Aristokrat Kadın.  Hehe..işte o gece orada gördüğüm kadın işte o öyküdeki karikatürdeki kadındı. Doğrusu çok rahatlamıştım.

Rahatladım rahatlamasına da nasıl ‘onların Semih’ oluyorum, işte onu hala çözemedim.

Tamam, tamam..yine lafı çok uzattım. En iyisi hemen lafı bağlayayım. Bağlama dedim de aklıma geldi..

İlhan Selçuk, 12 Eylül döneminde yazdığı köşe yazılarının birinde bir fıkra anlatır..
Adamın biri çıkmış kürsüye, devamlı konuşuyor. Konuştukça konuşuyor, konuştukça konuşuyor, bir türlü lafı bağlayamıyormuş.

Sonunda adamı bağlayıp götürmüşler.


dizin    üst    geri    ileri  

 



 22 

 SÜJE  /  otuz beşinci sayı