ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                         - Yirmi Dördüncü Bölüm -

ALKOLSÜZ 70’LİĞE DADANDIĞIMIZ GÜNLER


15 Mayıs 1997 Tarihinde akşamüstü saat tam beşte nizamiye kapısından içeri girdiğimde, doğrusunu isterseniz içimde sınırsız bir sıkıntı biraz da kaygı ve kuşku vardı. Kendi ayağıyla tutsak olmaya giden bir insanın umutsuz yıkılmışlığını atamıyordum içimden bir türlü.

Önce 12 Eylül’ün cenderesinden geçmiş sonra da yeniden askeriyenin eline düşmemek için uzun yıllar kaçak yaşamış bir kişi olarak şimdi Burdur 57. Er Eğitim Tugayı’na adımımı atmıştım.

İnsan askerliğinin ilk günleri özellikle de ilk saatleri oldukça toy oluyor. Ben ilk geldiğimde Burdur’un ana caddesini yavaş adımlarla gezerek elden geldiğince geciktirmek istemiştim teslim olma zamanını. Ama nedense aklıma ‘devlet dairesi’ mantığı düşünce, bir taksi tutup saat tam beşte orada olacak şekilde ayarlamıştım kendimi. İlk yanlışım bu oldu. Çok daha ileri saatlerde hatta daha sonraki günlerde gelenler oldu. Aslında ben de bir gün geciktirmiştim. Toplam üç gün süre tanınmıştı ve ben ikinci günü gidecek morali bulmuştum tugaya.

Benle birlikte bir grup acemi askeri genç bir çavuş karşıladı. Sıra sıra bankların olduğu bir alana getirdiler. Orada yine bizim gibi başka gruplar da vardı. Her birinin başında da yine kendileri de asker olan çavuşlar. Sonraları sürekli vakit geçirdiğimiz kaldığımız koğuşun yanındaki büyük kafeterya o gün için resmi kayıtların yapıldığı bir ofise dönüştürülmüştü. Sıramız gelince gidip kaydımı yaptırdım. Karşımdaki, yine bizim gibi ama bir gün önce gelmiş arkadaşlardan biri duruyor. Kaydımı yaptı. Ve verildiğim bölümü söyledi: ‘Orta tabur, 1. Batarya, 3. Manga..’

Yeniden toplanma alanına geri döndüm. Çavuşlardan biri sordu: ‘Nereye verdiler?’
- ‘’Orta Tabur..’’
- ‘’Ayvayı yedin yani. Niye dün gelmedin?’’
-‘’Niye ki? N’oldu?
- ‘’Burada en rahat bölüm Ateş İdare’dir. Eğitimleri en kazık ve en zor olan yer de Orta..tam yerine vermişler. Dün gelenlerin hepsini ateş-idareye verdiler. Demek ki orası doldu. Orta’ya kaldın. Mahvoldun.’’
-
Dakka bir gol bir dercesine aldığım bu ilk ‘müjdeyle’ oldukça ferahladım doğrusu. İnsan bu gibi durumlarda en son karşılaşacağı durumları baştan öğrenince müthiş rahatlıyor. Eh..moralim birazcık bozulsa da içim rahat.

O günkü hatta daha öncesinden kafamda askerlikle ilgili kurduğum olumsuzlukların, yılgının ne kadar gereksiz olduğunu bikaç gün sonra anladım. Anlayacağınız askeri disipline uyma konusunda pek bir zorluk çekmedim. Çünkü öyle bir derdim olmadı. Sivil yaşamda nasıl yaşıyorsam orada da günlük yaşamımı aynen sürdürdüm. Ancak, askeriye bana uyum gösterme konusunda sanırım zorluk çekti.

O gün ilerleyen saatlerde askeri kıyafetlerimizi giyip, koğuşlarımıza çekildiğimizde askeri değil, ikinci ‘sivil’ yaşamıma da başlamış oldum.

Dedim ya, bana değil, askeriyeye sorun oldu diye, ki gelenlerin çoğu da benim kafadaydı, ilk uyumsuzluk yatma-kalkma saatlerinde başladı. Akşam saat dokuz buçukta son ‘içtima ‘ var. Yani, sayım. Toplu olarak diziliyorsunuz; baştan itibaren her bir asker başlıyor sırayla bağırmaya: ‘’ Bir, iki, üç…..’’ Aynen Mamak’ta olduğu gibi. Şu sayım olayının mantığını hala çözebilmiş değilim. Bir gün askeriyeye abaküs falan hediye edeceğim, daha rahat saymaları için de hep unutuyorum.

Neyse, ilk sayımı olduk. Nöbetçi subayın sesi duyuldu: ‘’Koğuuuş yat!’’

Tabiii..emrin olur. Biz zaten buraya tavuk gibi erkenden yatmaya geldik. Tüm koğuş, daha doğrusu toplam beş kattan oluşan yurt binasındaki tüm koğuşlar anında dışarıya, bahçeye çıkarak buyruğu yerine getirdik. İlk delinen kural bu oldu. Ben zaten sabahlara dek oturan bir tipim. Dahası güneşi doğurmadan asla yatmam. Çoğu insan da benim gibi çıktı. Biz yine askerde de sabahlara dek bahçede çene çalmayı, gezinmeyi, koğuşta oturup kitap okumayı sürdürdük.

Bahçemizdeki koğuşun kantini de bize uymak zorunda kaldı. Normalde yat borusuyla kapanmak zorunda kalan kantin bizim için gece on birlere, on bir buçuğa dek açık oldu. İşin ilginç tarafı kantinde çay var ama bardak çay yok. Alan demlik almak zorunda. Üç bardaklık çay alan küçük demlik ve yedi-sekiz bardak çıkan büyük demlik. Kışlanın diline ilk katkım geldiğim gece oldu. Kantine geldim. ‘’Çay’’ dedim. ‘’Küçük demlik de mi abi?’’ dedi kantinci genç erkek arkadaş. Zaten çoğu yani normal askerliğini yapanlar çok genç yaşta çocuklardı. Bizim en gencimizle onların en yaşlısı arasında rahat en az on beş- yirmi yaş fark var. ‘’N’apayım ulan küçüğü! Küçük kesmez! Ver 70’lik!’’ dedim. Gece boyunca bu dili sürdürdüm. Ve kantinde çayın adı da o günden sonra öyle kaldı. Küçük demlik 35’lik, büyüğü 70’lik..artık herkesin dilinde çayın yeni adı bu oldu. Kısa sürede kantini işleten arkadaşlar da kaptı bu dili. Çay istediğimizde soruyorlardı: ‘’35’lik mi 70’lik mi?’ diye. Bir süre sonra bu dili diğer bataryalardaki arkadaşlara da ulaştırdık. Böylece taburdaki tüm kantin ve çay ocaklarında 35’lik ve 70’lik satışlar başlamış oldu. Aslında, bu içimizdeki içme dürtüsünün tatlı bir dışavurumuydu.

Madalyonun bir de öbür yüzü var kuşkusuz. O da sabah erkenden öten kalk borusu. Eh, yatı deldikten sonra kalkı da delmek elzemdi. O da delindi. Sabahın altı buçuğunda daha yeni yatmış tipler olarak kulağımızda hafifçe duyulan bir ninni oldu kalk borusu.

Sorun şu; normal kural gereği sabah saat altı buçukta kalkılacak ama, yemekhane dibimizde. Kahvaltı etmek en çok 15-20 dakikamızı bilemedin yarım saatimizi alıyor, o da keyifli keyifli yaparsak. Sabah eğitimi saat dokuz buçukta başlıyor, ki o da çoğu zaman onu buluyor. Yemekhane dibimizde, eğitim alanı dibimizde, sabahın altı buçuğunda niye kalkalım? Onu da biz kendi aramızda sekiz buçuk hatta çoğu zaman dokuza çeyrek kalaya uzattık. Bir süre sonra başımızdaki komuta kademesi de bu konuda pek ısrarcı olmamaya başladı. Sadece saat sekizden itibaren her on beş dakikada bir ‘Hadi arkadaşlar, kalkın artık’ diye rahatsızlık vermeye başladılar o kadar. Kalkarken de herkesin suratı bir karış ve tümünün ağzından tek bir türkü yayılıyor: ‘Bir daha buraya gelenin de….’’

Bu arada katı disiplinin olmadığını, daha hoşgörülü bir askerlik yaptığımızı anladınız. O zaman açıkça baştan söyleyeyim. Tabi ki bu yaptığımız ‘bedelli askerlik’.. (Zaten öyle olmasaydı, ben yine yapmaz, gidebildiği yere kadar kaçak yaşamımı sürdürürdüm.) Şimdi haklı olarak birçok arkadaş buna karşı çıkacak. Doğru, bedelli askerlik, diğer askerliğini yapanlara karşı büyük bir eşitsizlik. Ancak, bizim dönemde şöyle bir farklılık var. Öyle sanıldığı gibi parası olanın yani zengin çocuklarının bedel ödeyerek kurtulduğu bir askerlik değildi o zamanlar. Çoğumuz, benim gibi, 12 Eylül’ün bir biçimde siyasi baskısına, hapisliğine uğramış ve bu nedenle ‘askeriliğe’ karşı büyük tepki duyan insanlardı. Geri kalanlarda yine sivil yaşamı içlerine sindirmiş, askeri yapılanmaya karşı ve iş güç sahibi olmuş, yaşı da hayli ilerlemiş kişilerden oluşuyordu. Yani zenginliğinden dolayı yapanlar bir-iki kişi ya var ya yoktu. Tamamımıza yakını siyasi görüşleri nedeniyle bu tür bir askerliği seçenlerden oluşuyordu ve hemen herkes bedelli parasını da bankalardan ya da eş dosttan borç para alarak oraya gelebilmiş insanlardı. Bunu özellikle belirteyim.

Zaten ordu da bunun farkındaydı. Ve gittiğimizin ikinci ya da üçüncü günü bizim batarya komutanı bize aynen şunları söyledi: ‘Biz size askerlik yaptıracak, askerliği öğretecek değiliz. Zaten bu kadar kısa sürede bu olmaz. Sizi hiç çağırmayabilirdik de. Ama kısa dönem de olsa getirmemizin nedeni sizi asker yapmak değil, bize karşı tepki duyduğunuzu biliyoruz. Burada tek bir amacımız var. Size kendimizi sevdirmek. Bize karşı daha sıcak bakabilmeniz. Bu nedenle buradasınız.’’

Doğrusunu isterseniz, kendi adıma bunda başarılı da oldular. 12 Eylül’ü yaşamış biri olarak içimden askeriyeye karşı müthiş bir tepki duyuyordum. Şimdi, sivil düşüncelerimde en küçük bir değişiklik yine olmadı, ancak artık içimdeki öfke törpülendi. Çünkü, gerçekten bize karşı katı disiplin işletmeyerek, daha insancıl, daha demokrat yaklaştılar, hepsi olmasa da.. Keşke tüm askerlik böyle bir düzene geçebilse. Hatta zorunlu askerlik olmasa, isteğe bağlı olsa. (Aslında en güzeli, bir ütopya da olsa sınırların ve askerliğin, savaşların olmadığı bir dünya…)

Gelenlerin büyük çoğunluğu lise ve üniversitelerden gelen öğretmen ve öğretim üyesiydi. Özellikle Hafif Tabur ODTÜ’nün kalesi gibiydi. ODTÜ’nin doç. düzeyinde hatta bir iki de prof. vardı, tümü hafifteydi. Yine spor dünyasını da hafife vermişlerdi. Örneğin Beşiktaş basket takımı komple oradaydı. Basın ve sanat dünyası da Ateş İdare’yle bizde yani Orta Tabur’daydı. Geçmiş gün, şu an çoğunun adını unuttum ama anımsayabildiklerim; örneğin TRT’den, üstelik çok da samimi olduğum bir prodüktör arkadaş bizim bataryadaydı. Yine TRT’den müzik programları yapımcısı ve sunucusu Erhan Konuk bizdeydi. Nokta- Virgül Tiyatrosundan bir arkadaş vardı. Cumhuriyetin Bilim Teknik ekinin yönetmenliğini yapan arkadaş da bizdeydi. Bir de hukuk dünyasından; Mersin baro başkanı, Diyarbakır cumhuriyet savcısı da bizim batarya ve koğuş arkadaşlarımızdı.

Levent Tülek, Haldun Boysan; basın dünyasından yakın dostum Can Dündar ve yıllarca birlikte çalıştığım, aynı zamanda okul arkadaşım olan İmge Kitabevi ve yayınlarının sahibi Refik de (Tabakçı) Ateş-İdare’deydi. Müzik dünyasından Metin Özülkü hafif taburdaydı. Şu an adını anımsayamadığım biri TRT’den biri de o zamanki Show Tv’den iki haber spikeri arkadaş da vardı bizim dönemde..

Bu arada söylemeden geçmeyeyim. Tamam, içimdeki anti-askeri ve anti-otoriter yapı hoşuma gidiyor ama aslında adamların haklı olduğu konular da, tek tük de olsa, var. Örneğin, geldiğimizin ikinci günü, tüm askeri alanı gezmeye çıktık, başımızdaki batarya komutanıyla. Bir ara, silah deposunu da gezdik. Bu noktada başımızdaki komutan: ‘’Arkadaşlar’’ dedi,’’ şu an yenisiniz. Her yeri bilmiyorsunuz. Karıştırırsınız, kaybolursunuz. İlk birkaç gün başınızda bizden biri olmadan dolaşmayın. Kaybolursunuz. Hele bu geldiğimiz bölge, kritik bir yerdir. Burada dolaşanın parolayı bilmesi lazım. Kaybolup da buralara falan düşerseniz, parola da bilmediğiniz için pisi pisine başınıza bela alırsınız. Çünkü buradaki nöbetçi askerlere parolayı bilmeyenlere, vur, emri verildi. Aman dikkat edin. Burası cephanelik. Özellikle buraya tek başınıza gelmeye kalkmayın.’’

Heh..şimdi ben bunu duydum ya, bu benim beynime aynen ne denmişse tersini yap, olarak ulaştı. Ne de olsa serde müzmin muhaliflik var.

O gün akşam beş civarı eğitim bitip, tören alanındaki içtimayı da başımızdan savdıktan sonra, fırladım dışarı. Kışlayı gezeceğim..Heheyt..kaybolmak kim, ben kim? Çocuk muyuz biz? O ara megafondan bir anons ‘’Dikkat! Can Dündar, Can Dündar..ziyaretçiniz var..’’

Aaa..çok iyi..gelir gelmez hemen bir tanıdık çıktı ya, sevinçliyim. Oradaki askerlerden birine sordum. Can nerde, diye, ateş-idarede dediler. Ateş-idare nerde..yeri bilmiyoruz ya? Henüz acemi çaylağız. Bak ta karşıdaki yoldan git, önüne çıkar..tamam..

Saptım söylenen yola. Bu arada dalgın dalgın yanıma bakarken. ‘Küt..’ diye biriyle çarpıştım. Tam hiddetle başımı çevirip okkalı bir küfür savuracağım, a bir baktım bizim Refik.. Karşılıklı ‘ne arıyorsun lan burda?’laştık.

Neyse, ona da söyledim Can’ı aradığımı. Ve sadece Can değil onun sayesinde çoğunu daha önceden tanıdığım çok sayıda arkadaşla buluşma olanağı buldum. Örneğin, İmge’de çalışırken belirli kimi felsefi kitaplarda Ara Yayınlarının da editörlüğünü yapmıştım. O yayınevini kardeşiyle sürdüren, kendisi aynı zamanda ODTÜ’de Almanca hocası olan Vedat da oradaydı. İyi oldu. Biz hemen geniş bir ekip kurduk. Haldun Boysan gibi oyuncu arkadaşlar da vardı. Ve ateş-idarenin yanındaki çay ocağının çevresindeki masalardan birine çöreklenip, koyu bir sohbete başladık.

Zamanı unutmuşuz. Saate bir baktım, akşam vakti ona çeyrek var. 15 dakika sonra son içtima yani yat sayımı başlayacak. Telaşla kalktım yanlarından. Kafa işte, aklısıra kestirmeden çabucak gideyim diye, zaten yeniyim, hiç bilmediğim bir yola saptım. Git git yol bitmiyor. En sonunda bir süre gittikten sonra az ötemdeki nöbetçiyi görünce anladım gündüz gezdiğimiz cephaneliğe geldiğimi. Her zamanki yine Rıfkı’yı buldum ( papazı yani)..

Yapacak bir şey yok. Adama kolaylık olsun diye yaklaştım nöbetçiye:

‘’Valla beni vuracan mı, süründürecek misin bilmiyorum ama bana acilen orta bataryanın koğuşlarına nasıl gidilir, onu söyle. Parola falan da hiç boşuna sorma, bi halt bilmiyorum ‘ dedim..

Güldü. ‘Yeni gelen çaylaklardan mısın? ‘dedi.

‘’Evet..’’

Neyse, postu deldirmedik, iyi davrandı, ‘bak’ dedi, ‘tam şu yolu doğdoğru git, ilerde önüne bir alan gelir, görürsün. Ama çabuk ol, yetişemeyeceksin. Beş dakika sonra içtima başlıyor!’’

Dediği gibi koştura koştura gittim. Doğrusu, yıllarca dışarda kaçak yaşadım da askeriyenin içinde sayımda bulunmadığım için ‘ asker kaçağı’ durumuna düşmek fazla ‘muhaliflik’ olacaktı…

Neyse.. koğuşa nefes nefese girdiğimde, sayım subayı benden önce gelmişti ama henüz bitmemişti. Uçta bir yere ilişip, bana denk gelen sayıyı haykırarak kutsal ritüelimizi de tamamlamış olduk.

Sonra..sonra tabi ki yeniden ateş-idarenin yolunu tuttum. Kaybolmaya henüz doymadım. Dur bakalım 57. Burdur Er Eğitim Tugayı..daha çomak sokacağım, arandığım çok belalar var.

O gece 70’liğimi ateş idarede içeceğim. N'apayım, tanıdıklarımın çoğu orada…
 

- sürecek -    

dizin    üst    geri    ileri  

 



 38 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi yedi temmuz iki bin on yedi   / 23