ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







GÖÇ


Çamura bulanmış ayaklarını otlara sürdü. Otların ıslaklığı üşüyen ayaklarını daha da üşüttü. “Çamurlu mu kalsaydı?” diye düşündü. Elleri de buz tutmuştu. Üzerinde yakasının düğmeleri olmayan bir kazak ve içinde yakasız bir gömlek ile dizlerinin hemen altında biten kir ve çamurdan rengi belli olmayan eteği, her şeye rağmen hala onu taşıyan bir çift bacağı örtüyordu. Uzun zamandır yıkanmadığından ve taranmadığından rastalaşmış saçları masum bakışlarındaki donuk maviliği kapatmıştı. İlerilere doğru, ışığın yükseldiği yere baktı. Gözlerini kapadı. Soğuk kış güneşinin parlak ışığına yüzünü uzattı. Sıkıca kapadığı göz kapaklarından, ışık içinin derinliklerine nüfuz ediyor, oralarda kayıp olan bir yerleri arıyordu. Kirpiklerini araladı, parlaklık yerini kızıllığa ve tekrar parlaklığa bıraktı. Gözlerini kırpmadan güçlü parlak ışığa bakıyordu. Yaşadıklarına tanık olan gözlerini güçlü ışığın kör etmesini istiyor ve bir daha baktığında karanlıktan öte bir şey görmek istemiyordu. Gece gibi olmalıydı gözlerinin gördüğü dünyası, gecenin karanlığı kadar dürüst, aldatmayan, gerçekçi. Işık hep renkler sunmuştu, aldatıcı renkler, karanlıkta anlamı olmayan, ondan bir şeyleri almayan renkler. Sevindi! İsteği gerçekleşiyordu. Işık yerini karanlığa bırakırken gözleri artık ışığı görmüyordu. Soğuk havada az önce ısınan yüzü tekrar soğudu. Aldandı! Işık gözünü örten karanlığa rağmen hala bir yerlerden gözüne ulaşıyordu. Gözlerinin önündeki karanlığın kaynağı olan karaltı hareket ettikçe yayılan ışık, vücudunu buz kütlesine çeviriyor, bedeni soğudukça varlığının içinde yok oluşa sürükleniyordu. Sert bir kabuk! Bahçelerinde zaman zaman gördüğü kaplumbağalar gibi kalın bir kabuğunun olmasını istiyordu. Kimsenin tenine dokunamayacağı, ürktüğü zaman içine saklanacağı kalın bir kabuk. Oysa ne kadar korumasızdı. Tek yapabildiği içinin derinliklerine dönmek, onun için artık olmayan zamanı geçiştirmekti. Çünkü onun zamanı aynı devinim içinde dönüp dolaşıp kaplumbağa olmak istediği anlara ulaşıyordu. Sarmal! İçinde kendisini koruyacak bir yerler aradı. Ruhunun bedeninden ayrıldığı o yolda buldu kendini. Yol ışıkla kesişen bir tepeye uzanıyordu. Koştu, koştu, tepeye vardı. Düşünmeden kendini aşağıya doğru bıraktı. Şimdi o tepenin üzerinden aşağılara yuvarlanıyordu. Yuvarlanırken zihninin derinliklerindeki her şeyde onunla beraber sarmal şeklinde yuvarlanıyordu. Bu beraberliğin içinde bir yerlere yürüyüp giden bir kafile de vardı. Onlara yetişmek istiyor ancak hep bir boşlukta yuvarlanıyordu. Boşluk onu içine çekerken o kafilenin arasından geçip gidiyor, başka kafile ile karşılaşıyor ve başka kafileler, hepsi algıdan uzak. Tutunamadı! Başı dönüyor, bütün görüntüler birbirinin içinde ve bir birinden karışık. Ellerini, tutunmak için boşluğa doğru uzatıyor tutunacak hiç bir nesne bulamıyordu. O zaman aidiyetsizliğini fark ediyor, tekrar karanlığına geri dönüyordu. Boğazında düğümlenen bir hıçkırık, kulaklarında annesinin feryadı.

“Gökyüzü griden de gri ama siyah değildi. Gün karaydı ama gece değildi. Ellerinde taşıdıkları valizleri, omuzlarında çantaları. Ayakları sürüklenerek ilerliyordu. Gitmiyordu adımlar, daha hızlı yürümeleri gerekirken yavaşlıyorlardı, sürekli yavaşlıyorlardı. Yorgunluk çökmüştü üzerlerine tıpkı günlere çöktüğü gibi.

-Günlerden ne?

-Perşembe.

-Dün perşembe değil miydi?

-Değildi.

-Yanlışın var.

-Yok yanlışım. Dün istasyonun yanından geçerken gelecek trenin cuma günü geleceğini ve iki gün bekleneceğini yazıyordu.

-Günler geçmiyor.

Yaşlı adam bir an aklından şüphe etti. Oğlu yanılmıyordu. İki gün beklemek yerine hareket halinde olmayı tercih ettiler. Çok az bir mesafe kalmıştı kurtulacakları sınıra. Sürekli yürüyorlardı. Yıldızlı gecede tepelerindeki yıldızlar gibiydiler. Hareket halinde ama durağan. Bir çok tanıdık köye uğramadan, geçip gittiler. “O köylerde kalanlar leş bekleyen akbabalardan farklı değildir” diyordu yaşlı adam. Bazen bir iki aile bazen dört beş aile oluveriyorlardı. Kimisi başka yollara sapıyor, kimisi başka yollardan kafileye ekleniyorlardı. Yeni düşmeye başlayan yağmur damlaları gibi bir azalıyor, bir çoğalıyorlardı. Hüzün anları, umut gelecekleri olmuştu. Bir dilim ekmeği paylaştıkları gibi aynı ekmeği sakladıkları oluyordu. Toprağın gökyüzüne küstüğü coğrafyada bir oraya bir buraya savrulan dikenler gibiydiler. Birbirlerine dokunduklarında yaşamları birbirlerini acıtırken çıkan her sert rüzgarda birden ayrışıp etrafa dağılıyorlardı.

-Hey siz durun!

Rüzgarla savrulan diken yumakları dertop olup iç içe girdiler. Gökyüzünden üzerlerine şimşekler çakmaya başladı. Çakacak bir yıldırım sonları olabilirdi. Yorgun bedenlerine son güçlerini verdiler. Yaşamları umut ettiklerini yakalamadan bitmemeliydi. Karşılarında asker desen asker değil, eşkıya desen eşkıya değil, bu ülkenin insanları da değillerdi. Karşılarında garip giysili bir takım oluşturamayacak sayıda çapulcu duruyordu. Gözleri av yakalamış çakal kızıllığında, duruşları kartal çevikliğinin karasındaydı. Gölgeleri ağır ağır üzerlerine çöküyor, zar zor toplayabildikleri gücü emiyordu. Tükenmiş nehirlerin bataklığında son nefesini veren balık misali ağızları bir açılıp bir kapanıyor ama sesleri çıkmıyordu. Çelik gibi soğuk ve güçlü eller annesinin yanından önce onu sonra abisini çıkarıp aldı."

Çocuk! Gözleri ilk defa ışığa engelleniyor ve tüm renkler kayboluyordu. Güçlü eller bedenini uzaklara götürürken annesinin feryadı kulaklarında yankılandı. Ayrılık! Zaman karanlıkla birlikte kayboldu. Ne zaman ki ışık gözlerine tekrar dolmaya başladı, zaman gerçeklerle yeniden ortaya çıktı. Göç! Küçücük bedeni cinsiyet ayrımına ulaşmadan ışığın getirdiği renkler gerçeklerin acımasızlığını tanıttı. Annesinin elinden tutarak başladığı göç şimdi içinde devam ediyor ve tüm duyguları tanımadığı duygularla yer değiştiriyordu. Yitirdiği duygular geri gelmemek üzere renklerin arasında ruhundan göç ediyordu. Tayf! İçinde yaşadığı göçlerle bildiği tüm renkler gök kuşağı olarak yeryüzünden çekildi.

Gerçek dedikleri zihnin bir köşesine yerleşen edinilenlerin görülen ile birleşmesi değil miydi? Hangisi gerçeğiydi? Aylar önce belki de yıllar önce, kaybolup giden ailesi ya da duyguları mıydı? Zaman tekrarların içinde ilerliyordu. Tıpkı akreple yelkovanın saat üzerindeki hareketi gibi gerçekler zamana sürekli tekrar yaptırıyordu. İnanmak! Tüm inançları gibi var oluşa ve zamana olan inancını da yitirdi.

Ayakları buz tutmuştu, dizlerini bacaklarını hissetmiyordu. İstemsizce kayan eli, ölü katılığındaki bedenine dokundu. Ölüm! Soğuk, buz gibi büyük bir vidayla onu ıslak topraklara vidalıyorlardı. Gerçekle yalan yüz yüze, yüzsüzce etrafına yayıldı. Ölü katılığındaki bedeninden uzaklaşıp kaçmak istedi. Çırpındı! Islak ve soğuk toprakların üzerine düştü. Işık, üzerinde ileri geri hareket eden karaltının etrafından yüzüne ulaşıyor onu ısıtmak istiyordu. Yalancı!

Sınırları geçtiler kalan beş on kişiyle. Tekrar! Çocuklarıyla birlikte gelecekleri yok edilenler gerçekleri arkalarında bırakarak yeni topraklara adım attıkları anda başka topraklarda kafileler sınırlara doğru ilerliyordu. Yaşam! Göç kendi gerçekleriyle gerçekleşirken, göç edenler sınırların içerisinde renklerini kaybeden çocukların karanlıklarında kayboldular.

2017 Ankara
 


dizin    üst    geri    ileri  

 



 34 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi yedi temmuz iki bin on yedi   / 23