hakikatin aynasında şiir ile müntehir
ya da
bu dünyadan bir özge dirik geçmedi
özgürlük bir başına kalma ihtimalidir fernando pessoa
“aşk denilen sır, iki ayağın altına sabun bağlayıp
koşmaktı peşinden salıncakların.” ö.d.
“gitmek bir tarihe bürünmüşse ,
deniz duru da olsa
kötüye rotalamalı gemileri yine de” ö.d.
nereden başlamalı ve neyi nasıl söylemeli bilmem ki. yine kirli bir
ağustosa yaklaşıyoruz. geçerek içinden kanlı bir karnavalın. bölünmüş
günlerin dilsiz gecelerin. susmanın konuşmanın bir dilde ifadesini
bulamadığı. ne söylenenin o ne söyleyenin onunla ilişkilenebildiği özne
nesne diyalektiğinin bağının koptuğu dilinin çözüldüğü günlere. tarihte
düzde ve her yerde mutlak bir geceye dondurulmuş bir şimdiye hapsolduğu
saatlerin. sonsuzluğa bir noktada mıydı akrebin yelkovan ile serüveni,
nerede makasa geleceği sonsuza giden trenlerin. iki makas arasında ve
kırık aynasında zamanın raylardan raylara durmadan ve durmadan zehir
taşıyan çocukların sabun köpüklerinde yaşayan soldu solacak düşleri.. ve
sınırsız yaşamak arzusu bir bedende. ve düşlerinden başka kaybedecek bir
şeyi kalmayan her an infilak etmeye zorlanan kuşatılmış bir coğrafya
olarak beden. ve gittiği her yere kendini bırakan. geçtiği sokaklarda
ölü bulunan boğulmuş bir çığlık olarak şiir. ve ömrüne bir ömür yetmeyen
hakikat…. daralan ve daralan iki ucunda makasın iki nefes arası şiir...
biraz da öyle değil miydi hayat iki ucu arasında gidip gelinen makas ve
işte o kısa maraton. ve hep gecikmek bir şeylere ve hep az önce kalkıp
gitmesi uçup gitmesi trenlerin kuşların.
iki bin dört yılının kirli bir ağustos gününde yirmi yedisinde ağustosun
sevgili özge dirik ‘in
aramızdan ayrılmadan dört yıl önce 2000 yılı eylül ayında yazdığı
dizelerinde söylediği gibi..
aşk denilen sır, bilmenin değil de bir heyecanın peşine takılıp gitmekti
belki de. ertelenmiş ve belki de hiç yaşanmamış çocukluğun. hem de ayağının
altına sabun bağlayarak koşmak… risk alınmamış bir yol var mıdır peki
ayağının tozuyla hem de mutlu sonuna varılan. nerede görülmüştür nerede
ayağının kayıp düşme korkusundan arındırılmış bir çocukluk…
peki şiirin ve dünyanın ucuna hakikate yapılan yolculukta beden. bir
külfete taşınmaz bir fazlalığa dönüşmez dönüşemez mi bazen…. işte orada
başka bir dille konuşulur artık. bedenin varlığı ile yokluğu arasındaki o
ontolojik sır ve geçit vermez sınır da aşılır. aşılmıştır da.. işte o
ontolojik sorgulamada bedenin sınırlarının aşıldığı düşler evrenine
geçildiği öyle bir sınır aşımının dili olamaz mı intihar...
geçmiş şimdi ve yarın kurtarabilmiş midir kendini bu sorgulamadan. tüm
zamanların birbirine girmesi ve bir ıslıkla aralarından geçip gitmesi
şiirin çocukluğa o saf hayale deliliğe o hesapsız kitapsız var oluşa bir
yanık selam bir karşılıksız bir mektup değil midir..
“hangi geçmişler için kestiysen parmaklarını ,
onlar için büyüttüm ellerimi .
şimdi yaşa diyen ağzının içine yakışmıyor,
kupkuru deliliklerim..”
dünyada olmaktan bir bedende var olmaya mahkum olmaktan sıkılan ve
durmadan tırnaklarını yiyen çocukluk. uğruna kesilmiş parmakları için
geçmişin şiddeti içinden geçerek dünyanın
büyütüp durmaktadır ellerini.. belki de geçer sanarak içindeki dünya
ağrısını..
ve fakat ne ağrısı geçer dünyanın ne de bir kurtulmanın yolu vardır
ondan. yaşanan şehir de ağrımaktadır içindeki şiirle.. bir imkansız
aidiyet sürer durur yine de. şiirleri kıyıya vuran, bakılmaya korunmaya
muhtaç bir şehirdir o. büyüyüp gitmektedir bir şiirin ellerinde. kimsenin
kurşununu harcamaya tenezzül etmediği sakat bir attır şiir. dünyadaki
yeri de öyledir bir sakat atın kaplayabildiği kadar. kurtuluşunu bir
kurşuna borçlu ve fakat kendinden esirgendiği o kurşunun. sakat bir atın
yoksul bir çocuk ile yolunu buluşturan sokak ve mendil satılarak
bakılacak kadar sevgi duyulan tutkuyla bağlanılan şehir...
“mendil satar
yine de bakardım istanbul´a
sakat bir attım
kimse kurşununu harcamadı bana”
ve bir türlü peşini bırakmayan o ontolojik kaygı.. var oluşa yetmeyen
beden. beden ile düşleri arasına sıkışıp kalınan varlığa gizli gizli el
sallayan ölüm. elbet her yerde karşısına çıkan çocukluk . ve o imkansız
karşılaşma :
“bizim mahallenin parkında gitmeye yeltenirken
şekerini yalayıp, içinin çürük çıktığını gören kız
ağlamadan attı elindeki elmayı
ölemedim dün..”
ölüm ile arasına çocuk giren şiirler.. bir şiirin arasına girip duran
çocuklar şiirin hangi kapısından çıkarlar.. şiirin görünmez kapısından
öyle mi. işte orada bir soru : o görünmez kapıdan çıkıp gittikçe
çocuklukların arasından çocukluğa dönmesi şiirin.. kurtuluş mudur.. bir
çare midir var oluşa. çocukluk saf hayallerde cisimleşen o çocukluk
imgesinin de çare olamadığı yetersiz kaldığı içten içe açılan ontolojik
yaralar… şiiri bir infilak ile eşitleyen anlar. durumlar..
çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi yiten bu
işte diyerek
ve bir müntehir olarak aramızdan ayrılmıştı nilgün marmara. yirmi dokuz
yaşındaydı. tıpkı üzerine şiirleri üzerine tez yazdığı sylvia plath gibi.
sylvia plath da giderken çocuklarının başucuna sütlerini hazırlayıp
bırakmış ve gaz içeri sızmasın diye içerden bantlayarak banyonun
kapısını... gitmişti çocuklarından gitmişti çocukluğuna. yitirilmiş
çocukluğuna.
dünya işleri arasında eşyaların arasında bir mülkiyet uğruna çocukluğun
saflığının yitirildiği yer.. ve sonrası.. şiir ile müntehirlerin
buluştuğu o yer. o imge evreni. o çocuk bahçesi sonsuzluğun…
özge dirik’in de peşini hiç bırakmaz çocukluk. o da oradan sonsuzluğun
çocuk bahçesinde büyütüp yeşertir ellerinden tutar gezdirir şiirlerini.
belki son bir sığınak olarak da görülebilir o bahçe geçip gider iken
dünyadan. belki de modern dünyanın kirine gizine saldırganlığına karşı
saflığın piru pak kalmışlığın simgesi.
içinde bulunduğu yaşayıp büyüdüğü modern dünyanın saldırganlığını karşı
oluşturduğu itirazını dile ve algıya müdahale ederek kurar şiirini özge
dirik. şiirlerinde sözcükleri bölerek deforme ederek yeni çağrışımlar
yeni sözcük öbekleri yeni şiir formları oluşturmayı dener.
şiir adlarında ve bir çok şiirindeki dizelerde ve düzyazı metinlerinde
rastlamaktayız bu türden yapı bozumlarına ve deneysel arayışlarına özge
dirik’in. (sar-kaç, düş-tü, akasyalar kaçarken, zaman-e, beyin timurları, şebin karamizah,
ikigen, satır-a temenniler, içüvey, kim-lik, acıortay, k an,
ba ba, düş-eş, san-cı, bir monoseksüelin ölümü. bad dua, ezberlenen cin
ayet,)
anestezi şiirinden :
“kafasını namluya sokacak teslimiyet
bir katilin kendi kendini öldürmesidir
en adil cinayet.”
anestezi şiirinde kafasını namluya sokacak bir teslimiyet dizesinde mekan
içinde özne nesne ilişkisi yer değiştirir ve dile müdahale edilerek yeni
bir algı evreni oluşturulur.
çift sıfır şiirinde:
bir kıta be-leş kargası dizesinde yapılan deformasyon ile çoğul bir okuma
kazandırılır şiire. yine aynı şiirde yer alan şu dizelerde;
“hemen üst katta
hiç duyulmayan baba sesi çerçevesi yer etmiş duvara
bu geceye nereden binersen bin
yokluğuna varmak bir duraktır yalnızca
daracık sokakların güvercini
en çok alay edilen çocuğun sapanına nişanladı bedenini
dün tanrıyı gördüm, halen yaşadığını sanmakta kendisi.”
her durağın bir nokta durağı olduğu yerdeyizdir artık. nerden binersek
binelim yokluğumuza varmak bir duraktır yalnızca. kapanmıştır iki durak
arasındaki mesafe.kapanır kapanmasına da bir babanın hiç duyulmayan
sesinde, çerçevesi yer etmiş duvara varırız yokluğuna babaların. nokta
durağındaki yokluğumuza. izmir’de hatay semtinde bir durağın da adıdır
“nokta durağı” bilmem yaşarken o duraktan hiç gelip geçmiş midir özge
dirik. evet manisalı bir şair olarak. bir ihtimal. özge’nin nokta durağı
bir otobüs durağından daha çok sonsuzluğu simgelemektedir. nokta
durağında gece ile sonsuza yapılan yolculuk..
öznelerin ve nesnelerin bir tersyüz edilme işlemiyle yer değiştirmesi
durumu da sürer şiirde. ve daracık sokakların güvercini en çok alay
edilen çocuğun sapanına nişanlar kendini.
güvercinin kendini nişanlaması gibi sapana “iki gen” şiirinde de bozulur
özne nesne diyalektiği ve tersinden işletilir diyalektik. işaret
parmağındaki intihar eğilimli çirkin yüzük zehir almaya gider bir
yerlere. dil algıyı algı dili deforme eder sürekli ve bu böylece
sürer. ta ki formsuzluğun da bir form olduğu yere kadar.
“işaret parmağınızdaki
intihar eğilimli çirkin yüzük
zehir almaya geldi dün, bana.”
deformasyon sürer şiirlerde ve fakat algıdaki boyutu ağırlaşarak. bir var
oluş derdi bir ontolojik meram derinleşir giderek.
striptiz şiirindeki gibi ;
“körelen kalemin sonunu bilirsin
adına yeltenir bu şiirin
süslü süslü soyar tanrı
hiç düşünmeden kabuğunu,
yasak bir elmadır dünya
ucuz bir pompa
o kalp dediğin
…………..
toprağın altına süpürülen
rakıdır ömrünün deformatik beyazlatıcısı
cahit sıtkı dan dinle bir de
yarısı bitmiş yetmişliğin garip sırlarını
ölü ata nal çakan bir bekleyiş bu
birazdan seslenir erdemin hemşiresi
‘nurt opu gibi bir hiç’niz oldu’
bulamayınca istanbul’da toprağı
-sen- yapmış tanrı bir yıldırımı.”
rakı ile bedene ve ruh deforme edilir bu kez hem de bir “deformatik
beyazlatıcı”nın yardımıyla.. oyalanması yatıştırılması. ve ölü ata nal
çakmak kadar boşunadır oysa bu deformasyon ile ruhu ve bedeni yatıştırma
seansları.. bu arada nur topu gibi bir hiç bırakılır var oluşun kucağına.
ve son hızıyla sürer ten ile tin arasındaki çarpışma.
tin-sel şiirinde ,
“sorunlarımız tin-selken
açmayan çiçeklerimizi seviştirelim artık
perde kenarına bir göz sığarsa
izlesin bizi aç kalabalık.
………..
gargara cumhuriyetindeki trans öz
okyanusa kuyu sokumu”
ve sele kapılmış gidiyorken tin açmayan çiçekler seviştirilir yerimize
yorgundur ten. ve zamanın açtığı yaralardan delik deşiktir bedenlerimiz.
ve güruh seyirlik ister o ruhu aç ve kaba kalabalıklar gizli gizli orgazm
olurlar. ölümümüzden yok oluşumuzdan hem de gözler önünde. gargara olmuş
bir cumhuriyetin translaşan özünde kitle-selin selinde pornografikleşmesi
ölümün de. şiirin de…
“ki en kötüsüdür ölümden sonrada anılmak” dizesinin alınlık yapıldığı
vasiyet şiirinde nokta durağında verilen o güzel o uzun o mola: geç
kalmazdı randevusuna..
“şu bizim yan odada
kürt kaşlı kız çok inledi dün gece
boştu yatağı,
bu gün iyileşmiş ,tahliyesi olmuş,
inandıramadılar bana”
inandırılmak istense de her ne kadar. inandıramazlar onu. çünkü bilirdi
bir şah damarı kadar yaklaşmıştı ölüme.
“ya sen ,
ellerini yıkıyorsun bana her gelişinde,
benimle aynı gün ölecek olan alyansında,
bir sabun parçası
ne demekse.”
dizelerinde sevgilisine seslenir hani o salıncakların peşinden koşarken
iki ayağının altına sabun bağlamayı da ihmal etmeyen çocuk. çocukluk.
geçer gözlerinin önünden. ve aşk denilen sır canlanır gözlerinde.
vasiyet şiirinden devam :
“gidince çürümeyeceğini bilsem,
ellerimizi değiştirelim derdim
ellerimin ellerinde verdiği o uzun mola,
ayrılık allahın emri
ölüm olmasa…”
ve kirlidir ağustos. sahte böcekleriyle gelir. kirinden gizinden
ağustosun nefes alamaz hale gelir şiir.
kırılış şiirinde :
“gözkapaklarını sardığın yaralarımdan önce
usul kırmızı süzüldü beyazdan
ölümsüz yolculuklar yaşadım
sahte böcekleri ağustosun
ağır gelmedi ben’liğim kadar
…………………
gidiş tarihimin rötarından sorumlu bahar
bir buğday atası gibi yorulduk
değirilenler adına değirmenlere karşı.
anlamadılar.
aşı tatilinde bir orman
rüyaya düşüyordu ağaçlarına konan kuşlar.”
yine sözcük oyunlarına başvuruyor özge. çoğul anlamlar çağrışımlar
yoluyla karşılamaktadır hayatı. sınıfsal bir bakışla ezen ezilen
ilişkisine göndermeler yapar. ama yine de anlaşılmaz. o şarkısını yalnız
söylemeyi sürdürür. aşı tatilinde bir ormanın rüyaya düşen ağaçların
kuşların arasında.
yoktan çok telaşı şiirinde görüyoruz ki, aynıdır dünyanın halleri.
“saklanmalı artık,
çık o bela kapıların ardından ,
elma dersem nükleer
armut dersem kimyasal
yaşlanmış oyunlarına tehlike sosu
gözlerinden daha kör lenslerin
yapmacık hüzünlere bulaşıyor
çarpanlarına ayrılalı yıllar oluyor
asal öleceksin,
bir sonrası yok yıkılmışlığının,
hala korkuyor musun”
velhasıl sürüyor o haller. yıllaradır çarpanlarımıza ayırsalar da bizi
asal ölüyoruz sevgili özge. gözlerimizden daha kör lenslerin arasında
sürüyor hala sürüyor o modern mezbaha.
özge adlı biyografik şiirinden :
“ömür boyu hapis bu oyunun adı
ama cinayet işlemeden
okumazlar geçeği adamın yüzüne .”
öyle öyle de özge yine de sorular kalıyor geriye.
oyun bitti mi özge. biter mi. ömür bitince. bitince hapislikler. yerle
gök arasında bir bedene hapsolmanın adına da yaşam diyorlar hala. önce
hoş geldin diyorlar sonrası belirsiz bir sonraya... sonrası… sonrası yok
sonranın da. giden şiirden de özgedir. kalan o bıraktığın yerde nokta
durağında şiir. sahi var mıydı var mıdır şiirden özge hayat. şiirden özge
ölüm.. bir soru kalıyor demiştik yine de kalıyor kalıyor işte. şiir de
gidiyor mu gidince özge. bir sorunun ömründe kanatlanan kuşların adıyla
soruyoruz öyleyse. özge ne yana düşüyor mayakosky ne yana. üstümüzden
geçip giden o dalgın bulut yesenin. marmara üzgün akıyor..
vasiyetinde yayımlanmasını istediği son şiirinde de elden bırakmaz
tersinden okumaya şiiri. değişmedi o coğrafya. her şey bildiğin gibi
özge. kan alınıp kan verilir hâlâ müslüman mahallesi salyangozlarına..
can verip can alınır.
“bir kıvılcım gibi acıyan içlerime
yalnızca hüzünlü anlarda attığın çentikler
ödenmesi gereken bir hesaptır şimdi
müslüman mahallesi çocuklarına kan satan çocuklara”
vasiyetinde yer almayan fakat eşinin ve arkadaşlarının çabasıyla
kitaplaştırılan nokta durağı adlı kitabın ikinci bölümünü oluşturan
-ilham nöbetleri’nde yer alan bafra ekspresi şiirinden :
"ne zaman üç yanlış bir doğruya sulansa
elimdeki sıfır üşüyor altından
birbirini şehvetle kıran iki kadeh varlığımız,
iyi ki, iki yanlışız.”
yanlış bir hayat doğru yaşanmaz diyormuş adorno desin. yanlışların
ortasında iki nefes arası nefes alan yanlışlar. ve şehvetle kırılan o iki
varlık. iyi ki yanlışsınız.. iyi ki varsınız.
zaman-e şiirinde baba ile süren hesaplaşma’dan :
“bak baba, okula iki yıl erken başlatılmış her çocuk, işsizlikle iki yıl
erken tanışır, gece yarısı tartışmalarından peydahladığınız ve bordro
kuyruklarında bırakıp kaçtığınız o yarım yamalak devrim, bir başka
ifadesidir şimdi alnımdaki dört çeker çizgilerin”
“bana armağan ettiğin tek şey, kafatasımın içinde intihar adlı obur
müşteriye sunulur, nasıl olsa aşısı bulunmayan, mertliği bozulmayan beyin
timurlarım çoktan fethe çıkmışlardır.”
çıkışsız bir sorudur.durur.bir baba armağanı bir baba yadigarı mıdır
intihar…
“küçükken müzik defterime sığdırdığım
dört mısralı şiirler
şarkı oluversin diye bekliyorum uzundur
ne onlar şarkı oluyor
ne sol anahtar…”
bir erk olarak baba figürü ile hesaplaşılırken sol politika da alır
payını bu hesaplaşmadan. solun solcunun bir türlü içinden çıkamadığı
çıkmazlarından. kırıp başka bir dünyaya açılamadığı kapılarından. ne
anahtarı olup ne de kıramadığı kapılarından. ve iç acılarıyla sürüp giden
hayatlarından. ve hep yarım kalan hiçbir zaman devrime dönüşmeyen
ütopyalarından. kırgınlıklarından kırılganlıklarından. müzik defterinde
sıkışıp kalan ve hep şarkı olmayı bekleyen şiirlerinden. imkansız
hayallerinden.
pisuar buluşmaları’nda yer alan düz şiirlerinde de erkte ifadesini bulan
erkte cisimleşen erk-eklik ideolojisinin tüm halleriyle hesaplaşılır..
erk ile sahiplenilen aidiyet ilişkisi kurulan mülkiyetçi halleriyle
erkekliğin ve kadınlığın tüm halleriyle cinsiyetin hesaplaşılır.. ve çok
küçük yaşlarda başlar eğitim seansları. dört dörtlük bir kuşatma ile
sürer. çocukluğun saf hali mülkiyetsiz duruşuna da karışmıştır. tüketim
ideolojisinin çarklarında alınır satılır olmuştur her şey. tüm düşler,
düşünceler, aşklar.
“yoklamalarda hepimiz hesapsız efendim
saplar öne çıksın lütfen ,
bizsek söyleyin ittirin bizi öne, ittirin .
efendim”
sap ile saman da karışmıştır birbirine erk-ekliğin tahakkümcü dünyasında.
pisuar buluşmaları 12 den:
“evlilik iki kişi arasında yaşanabilecek en çoğulcu kavram. cehennem gibi
bir yer yaratıyorsunuz” dizesiyle başlanan evlilik kurumu eleştirisi
şiirin sonunda yer alan şu dizelerde ayyuka çıkar :
“kriz anında çanta açılır ve çatal bıçak ile her şey parçalanır,
paylaşılır, yalanır ve yutulur.
ayrılık bu; en az kim alacaksa en çok o gidecektir”
dile sabotaj had safhadadır pisuar buluşmaları'nda.
“bu şiir balayı baltalayan kaynana dili bayım
modern asya’nın devrimleri yani,
zincirleme dil sürçmesi.”
aynı şiirden :
“ bu şiir işleyen demirin yaşlanması
yaşlanan demirin ise paslanması bayım.”
dile sabotaj dili raydan çıkartma girişimleri bu şiirde de sürer. bir
şeyi unutmamak gerekiyor oysa. özge dirik şiirinde dil raydan
çıkartılırken politik eleştirellikle bir ideoloji kırıcı üslupla yapılır
tüm yapıp edilenler. ve felsefi bir alt yapısını da oluşturur bu kırma
işleminin. tam bu noktada ise şiir tarihi içindeki ayrıksı duruşuyla
kendi poetikasını oluşturan bir şairden ve şiirden söz edebiliriz. bir
özge dirik şiiri ve poetikasından...
şiirde nesnelerle de konuşulur özge dirik şiirinde dile gelir nesneler
tıpkı ilhan berk şiirinde olduğu gibi. ilhan berk şiirinde otlar
böcekle konuşurken özge dirik'te bir masanın etrafındaki sandalyeler dile gelir.
derken masa sandalye, balkon da dahil olur sohbete. şiir sürer. insan
merkezli şiirin sonudur.
“on iki sandalyeli bir masayla, masanın gençliğinden konuşuyorduk. on bir
sandalye ve iki intihar büyütmüş balkon pür dikkat beni dinliyorlardı”
nesnelerden sonra hayvanlar girer şiire. bad dua adlı o düz şiirde. insan
merkezli olmayan bir şiire yönelir özge. ve onu en çok isyan ettiren de
bu insan merkezli tahakkümler dünyasından başkası değildir. insan
dışındaki nesnelerle canlılarla kurulan empati, bir nefes alış verişi
olarak da okunabilir. İntihara varlığa, varoluşa, oluşa bir meydan okuma
insan kimliğinin sınırlarını zorlamaya. yer ile yeksan olmaya görsün bir
kez insan karınca ile karınca, fil ile fil, serçe ile de serçe
olunabilir. ontolojik sorgulama var oluş mücadelesi bir bedende yaşamanın
sınırlarını ortadan kaldırmakla da mümkün olabilir mi.. neden olmasın..
intiharından geriye kalan notlarından öğrendiğimize göre daha önce kuzey
yıldızı adlı dergiyi birlikte çıkardıkları arkadaşı vedat kamer’e yazdığı
21.08.2004 tarihli e-mektupta bir kitap hazırlamakta olduğunu ve adını da
nokta durağı koyacağını belirtir..
“bir de sanırım bir kitap dosyası hazırlamaya başladım,’nokta durağı’
isminde. hiçbir şey yapamıyor olmaktan sahip olduğum her şeye küfretmeye
başladım. daha fazla saçmalamamam için bir şeyler yapıp kendimi
kandırmalıyım.”
27 ağustos 2004 tarihindeki intiharından sonra bulunan vasiyetinde özge
dirik, 29.08.2004 tarihli hürriyet gazetesinde de yer alan vasiyetinde;
“abaküs, adisyon, yazıları, an tıbben ölü, anestezi, ania’ya savaş sırları,
ben deniz, bursa ve siz, çift sıfır, çorak, doğurgan senfoni, düş-tü,
ekmek arası patates, fakir uyak, içimdeki müzik, iki gen, kamaşma,
papatya, akasyalar kaçarken, masalınız var. replik. ruh ruleti, sar-kaç,
sidarta kadar gözü kara, striptiz, tinsel nafaka, vasiyet, yağmurun
saklandığı yer, yoktan çok telaşı, özge, ben”
vasiyetimdir
bu otuz parça kitaplaşsın. bir tanesine de mezarıma gömün. öpücük sesi.
özge dirik
18.03.2003
imza
notunu düşer.
özge dirik'in geriye bıraktığı vasiyeti on yıl sonra nisan 2014 tarihinde
yerine getirilir.. vasiyetinde yer alan otuz şiiri ve eşinde bulunan
şiirleri 'vasiyet', 'ilham nöbetleri', 'ikincil ruhla pisuar buluşmaları'
ve
iki düzyazı metni 'ezberlenen cin-ayet' "Nokta Durağı" adıyla toplu halde ‘ve yayınları’
tarafından kitaplaştırılır.