Yıllar öncesinin tahta bavullarını anımsar ben ve benden önceki kuşak.
Ben kullandım. Yıllarca her ne değin yurtiçi gezilerin de vazgeçilmezi
olmuşsa da daha çok yurtdışına çalışmaya giden kişilerin simgesi
olmuştur. Özellikle de Almanya..
Zaman zaman devlet politikalarında karşılıklı eleştirilere, çatışmalara
yol açmışsa da Almanya bizim insanlarımız için sürekli ikinci vatan
niteliğini korumuştur. En azından Avrupa deyince uzun yıllar Almanya’yı
anladı insanımız. İşte bu Almanlarla ilgili benim de ‘hoş’ üç
karşılaşmam, anım oldu.
İlki Ankara’da, 1980’in sonu ya da 1981’in başları. O yıllar Fransız
Kültür Merkezi’ndeki tüm etkinlikleri aksatmaksızın izliyorum. Sinema,
konser, sergi, konferans…olduğu an ben ordayım. Yine böyle bir gün bir
film gösterimi var. Alman yönetmen Dorris Dörrie’nin bir filmi oynuyor.
Film Almanca ama Fransızca altyazılı. Filmden sonra kokteyl var ve Dorris
Dörrie’de aramızda.
Ve güzel bir rastlantı, filme birlikte gittiğim yanımdaki arkadaşım da
çok iyi derecede Almanca biliyor. Filmi izledikten sonra hiç kaçar mı,
hemen Dorris Dörrie’yle tanıştık. Genç ( o zamanlar), alımlı, şirin,
sımsıcak bir kadın. Saçları da punk tarzında boyanmış ve kesilmiş. Dörrie,
ünlü bir Alman yönetmeni ama aynı zamanda da o yıllar Alman Yeşiller
Partisi’nin de milletvekili.
Tanışmanın ardından sohbete başladık. Kadın da hoşlandı ki ayrılmadı
yanımızdan. Tüm bir gece boyunca sürekli bir arada sohbetimizi sürdürdük.
Malum, önce film üzerine uzun uzadıya konuştuk. Film de zaten yabancı
göçünü ve bu nedenle Alman toplumunda yükselen Neo Nazi ırkçılığının
yarattığı sorunları işliyordu. Kendisi de milletvekili olduğu için söz
döndü dolaştı bizim Almanya’da çalışan işçilere, oraya yerleşen
yurttaşlarımıza geldi. Bu arada özellikle anımsatmakta yarar var. Hani
günümüzde zaman zaman bizde Alman Yeşiller Partisi’ni, Kürt sorunu
nedeniyle daha doğrusu, onları destekliyor diye eleştirenler var ya,
özellikle onlara anımsatmakta yarar var, o yıllar Almanya’daki Türkleri,
Alman ırkçılarına, faşistlerine karşı tek koruyan, savunan Yeşiller
Partisi’ydi. Çünkü o dönem Almanya’nın ‘öteki’ si, Türklerdi.
Konu oradaki Türklerin yaşamına gelip de o konuda da uzun uzun konuşurken
bir ara Dörrie bana aynen şunları söyledi ki hiç unutamıyorum:
‘’Yalnız şöyle bir sorun var. Şu an bakıyorum size, giyiminiz,
davranışınız, konuşmalarınız aynen bizim gibi. Hiçbir farkımız yok. Son
derece uygar insanlarsınız. Bu gece burada gördüklerim hep seçkin
insanlar. Peki niye bize sizin gibiler gelmiyor? Bize gönderdikleriniz
sizden çok farklı. İnsanlarınız ana caddelerimizde şalvarlarla dolaşıyor,
hadi onu anlatmaya çalışıyoruz, yerel giysisidir, karışmamalıyız diye,
kabul. İyi de adam, Kurban Bayramlarınızda balkonda koç, kuzu kesiyor.
Bütün kanlar alt katlara akıyor. Ben bunu insanlarımıza nasıl anlatayım?
Tamam, sonuna dek sizi savunuyoruz, seviyoruz, yanınızda olmaya da devam
edeceğiz ama inanın sizi savunurken çok zorlanıyoruz.’’
İkinci Almanlarla olan karşılaşmam biraz farklı, oldukça da
‘hoş.’.’Dalyan’da geçiyor. Hani size bu yazının önceki bölümlerinde uzun
uzun yazmıştım, Dalyan’da kaplumbağalar için gitmiştik ve orada sahilde
otururken bize sataşmalar olmuş ve ve ben de bunun üzerine azcık küfürlü
yanıt vermiştim ve sabaha dek çevremiz başta belediye başkanı olmak üzere
beli silahlı kişilerce kuşatılmış, sabahı zor etmiştik ya, ,işte o gece
yaşandı bu da.Ama önce olayın başından başlayalım…
Yapmadığım, burnumu sokmadığım iş kalmadı ya, bir dönem de takıcılığa
başladım. Üstelik başka işim varken, yayıncılık yaptığım dönemde. Bir
şekilde takılar ilgimi çekti. Gümüşler ve gümüş işçiliği, değerli taşlara
merak saldım ve bunun işine girdim. Kendimce orta büyüklükte bir set de
kurdum ve bizim İmge’nin Mülkiyelilerin yanındaki dükkânın camekanlı olan
köşesinde onları da sergilemeye başladım. Özellikle başlarda fena da
değildi işlerim. Bizim öğrenci kesiminin yanısıra, sanat v.b. çevremden
de alıcılar yaygınlaşmaya başladı. Özellikle bir dönem Jülide hanım,
Jülide Gülizar en önemli ‘müşterim’ oldu. Her Mülkiye’ye gelişinde benim
sergiye uğramadan girmezdi içeri. Doğrusu benim için de güzel bir
kaynaktı. Sadece kendi alımları değil aynı zamanda iyi bir reklam kaynağı
idi de. Onda takım kolyeleri, küpeleri gören bana geliyordu. Bu iş öyle
tuttu ki, zaman zaman Mülkiye’ye geldiğinde kimi parçaları ben ona hediye
etmeye başlamıştım. Çünkü bir parça veriyorsam hemen ardından çok sayıda
satış oluyordu. Takıcılıkta da gerçi şu dönem bu sektör de durgunluk
içinde, karlar yeterince iyi değil, daha doğrusu doğru düzgün satış yok
ama benim dönemimde kar oranları da çok yüksekti. O dönem takıcılığında
yüzdelerle değil, katlarla çalışırsınız. Yani ona aldığınız bir malı
kırka, elliye hatta yüze satarsınız. Piyasa böyle. Bu arada benim takı
kolyelerine ilgi gitgide artıyor, İstanbul’dan gelenlerden de
müşterilerim olmaya başlıyordu. Örneğin, Yavuzer Çetinkaya da bunlardan
biriydi. Bir ara, Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı bir film çekimi için
Ankara’ya geldiler. Bir süre de kaldılar. O dönem çekimler genellikle
Konur çevresinde olduğu için yemek için de Mülkiyelilere gelirlerdi. Aynı
zamanda çekimler bittiği saatlerde de dinlenme yine bizim orada olurdu.
Bir gün Meral hanımla Mülkiyelilere geldiklerinde Yavuzer Çetinkaya’nın
gözüne ilişti camdaki takılar. İçeri girip baktı, aldı da. Sonra da her
gelişinde uğrar oldu. Hatta bir gün gülerek içeri girdi: ‘’Aman bana en
güzel takımı ver. Az önce hanımı kızdırdım, hemen gönlünü almam lazım’
dedi. Ve gerçekten de sergimdeki en iyi, en zarif takımı üstelik çok da
uygun fiyata vermiştim o gün.
İlerleyen aylarda gümüş takılara yine o dönemlerde moda olan, örgü
bileklik de soktum (onu örmesini de öğrendim ve iyi yaparım) ama ağırlık
yine de gümüş ve yarı değerli taş gruplarındaydı.
Yaz dönemi geldi, Ankara yavaş yavaş boşalmaya başladı. O Sıralar şimdiki
değil, inanmayacaksınız ama kitapların okunduğu dönem. Hatta öyle ki
yazlık yerlerde bile insanlar kitap okuyor. O yıl da yayınevi olarak
Marmaris’te marinada büyükçe bir kitap satış alanı var. Ve dediğim gibi,
kitap satışları öylesine yoğun ki, buralarda yer edinmek çok da kolay
değil, dediğim gibi merkezi alanlarsa kapalı zarf usulü ihalelerle
veriliyor kişilere. Ve biz o yıl o ihaleyi kılı kılına, küsurattan
kaybettik. Ancak başka bir arkadaş yine kitaplarını bizden alarak, bir
yer ayarlamış Marmaris’te, oraya gitti. Tam merkezde yani Marina’da
değil, Meteoroloji’nin orada ama yine de bir dizi kitapçının olduğu bir
bölge. Orta düzey bir yer yani. Bir süre sonra ben de takıları toplayıp,
Marmaris’e onun yanına gittim. Orada da hem kitap satışıyla ilgileniyorum
hem de kendi takılarımı satıyorum, serginin içinde bir bölümde de benim
takıları açtım.
Meteoroloji dediğim gibi Marina gibi değil, biraz arka planda kalıyor.
Kitap satışları idare eder düzeyde ama benim takıların satışı oldukça
düşük. Bir süre sonra oradan ayrılıp ben de kapağı Marina’ya attım. Orada
ihaleyi kazanan arkadaşlar da tanıdık çıktı. Onların yakınlarında bir
tezgah da ben kurdum. Ola ki belediye sorarsa, onlar beni kendilerinden
gösterecekler. Marinada işler açıldı. Hem satış hem de barların çoğu o
bölgede olduğu için benim de keyfim yerinde. Bu arada Marmaris’in belki
de en lüks, en konforlu, birkaç da yıldızı olan bir otelinde kalıyorum,
İçmeler yönüne giderken. Ama yakın, yürüyüş mesafesiyle on dakikalık bir
yol. Bunun da nedeni peşin söyleyeyim, o süper otelde, satışlardan ‘köşe’
olduğum için değil aksine ucuza geldiği için kalıyorum. O dönemler turizm
şimdiki gibi değil, oldukça iyi. Hatta sık sık gazete manşetlerine de
çıktığı gibi yer sorunu var, kapasite az geliyor. Bu nedenle Marmaris’te
normal bir ev kesinlikle hiç yok. Bütün evler ‘pansiyon’..iş böyle olunca
oteller olumsuz yönde etkileniyor çünkü onlara müşteri kalmıyor. Onlar da
zorunlu olarak rekabete giriyorlar. Sonuçta o otelde pansiyon fiyatının
da altında bir fiyata kalıyorum.
Otelde kalıyorum da haftada bir ya da iki gece ya gidiyorum ya
gitmiyorum. Sürekli dışardayım. Akşamüstü sergimi açıyorum, akşam on-on
bir gibi kapatıyorum. Ondan sonra da sabaha dek bar gezileri başlıyor. Bu
arada fazla ayakaltı olmayan, zula yerlerde, uçuk kaçık barlara
bayılırım. Hemen orada da böyle bir bar keşfettim. Her gün oradayım.
Barın adı ‘Green House’ yani yeşil ev. Gerçi deniz kenarında da bir
bölümü var ama bar bölümü hemen arkada daracık, loş bir sokak içinde. Ve
en bayıldığım yönü de şu; barın bildiğimiz anlamda kapısı yok. Yere
doğru, fare deliğini andıran bir oyuk var. Oradan yere uzanıp kendinizi
sığdırmaya çalışarak, zar zor içeri giriyorsunuz..ve içerde muazzam,
nefis bir bar. Tam benlik. Böyle yerlere bayılırım. Yani böyle kapısı
olmayan, sürünerek girilen bir yere anca her gün belli insanlar gelir,
‘Dingonun Ahırı’ olmaz.
İşte ben de sergiyi kapattıktan sonra aksatmaksızın soluğu Green House’da
alırdım. Sabaha dek oradayım. Hatta, sabah saat beş buçuk altı gibi
kapandıktan sonra da orasının çok güzel üzerine de kilim ve şilteler
serilmiş taş sedirleri vardı, oraya uzanıp yatar. Anca saat sabah dokuz
gibi güneş yavaş yavaş yakıcı olmaya başladığında kalkar, otelime gider,
önce bir kahvaltımı yapar, biraz daha yatar sonra da duşumu alıp yeniden
dışarı atardım kendimi. Yaşamım bu şekilde sürer giderdi.
Bir gün benim serginin yakınlarında bir kız da sergi açtı. O da zaman
zaman benim de yaptığım ördüğü bileklik, kolye v.b. işlerini satıyor. Sık
sık yanına üç kişi daha uğruyor, biri kız iki erkek. Satış sırasında ben
bununla yavaş yavaş arkadaş olmaya başladım sonra yanına gelenlerle de.
Erkeklerden biri abisi diğerleri de yakın arkadaşları. Gün geçtikçe
bunlarla samimiyetim de ilerledi. Bir gün yine birbirimize yakın
sergilerde işimizi sürdürürken bunların yanına bir Fransız aile geldi.
Bir şeyler soruyor, bunlar yanıt veremedi. Sonra bana seslendiler’
‘’Fransızca biliyor musun? ‘’ diye. ‘’Biliyor sayılmam. Çok ara verdim.
Pratiğim çok çok kötü.’’ Başımdan savdım ama bu kez Fransız aile bana
geldi, önce bir şeyler sordular, ben çat pat yanıt verdim. Başımdan
savmaya çalışıyorum ama onların da hiç gitmeye niyeti yok. Hatta ben
‘bilmiyorum’ dedikçe inadına, inadına ‘yoo, çok iyi konuşuyorsun. Hem
senin için de deneme olur. Konuşalım’ diye beni zorluyorlar. Sonra söz
nereden geldiyse, felsefeye dayandı. Ve hiç bilmem diyen ben, üç saate
yakın anlara tıkır tıkır başladım felsefik söylevler çekmeye. Hem de
nasıl, Platon’dan girdik Marks’tan çıktık. Didik didik dünya felsefesinin
dalmadık adamını bırakmadık. İşin ilginci şu; o kadar zaman konuşmayı ben
Türkçe yapamam, Fransızca neler söyledim, neler anlattım, hala
bilmiyorum. Sanki ben buhar olup uçtum, bedenime tipin teki girdi,
döktürüyor. Uzun süren konuşma sonunda Fransızlar yanımdan ayrıldıktan
sonra baktım o gruptaki arkadaşlar bana şaşkın şaşkın bakıyor. Diğer kız
arkadaşları laf sokuşturdu: ‘İyi ki bilmiyorsun. İki saat kırk beş dakika
esir ettin insanları’ dedi. ‘Valla’ dedim, ‘çok saçmaladım galiba. Ne
dediğimi ben de anlamadım ki.’ Yoo’ dedi bir tanesi, o da çat pat dil
biliyormuş,’ ben biraz dinledim, oldukça iyiydin.’ Çıkıştım: ’Dursaydın
ya yanımda, söylediklerimi şimdi bana çevirirdin.’
‘Değişik bir tip’ olarak gördükleri için o grupla aram o andan itibaren
birdenbire yakınlaşmaya, kırk yıllık dostçasına samimileşmeye başladı.
Hani günümüzde ‘kanka’ diyorlar ya..o cinsten.. Kısacası o andan itibaren
biz; dört onlar bir de ben beş kişilik bir grup oluverdik.
Aramızda öylesine yakın ve iyi bir ilişki olduğu halde şu an ikisinin adı
bir türlü aklıma gelmiyor. Ama ikisinin adını çok iyi anımsıyorum,
unutmam olası da değil. İlk tanıştığım yani yakınımda sergisini açan kız
arkadaşın adı Eren, en çok da onunla anlaştım. Adını şunun için
unutmuyorum, annesi ressam, üstelik çok sayıda sergiler açan iyi bir
ressam, ressamlar arasında benim en çok beğendiklerimden biri de Bedri
Rahmi’nin eşi Eren Eyüboğlu. Bu bana ilginç gelmişti ve sormuştum da,
annen sana Eren Eyüboğlu’yu sevdiği için mi bu adı verdi, diye. Bu
nedenle aklımda kaldı. Abisi de, ki o da gitarist bir arkadaş, Emin Sami.
Bu adı hele hiç unutamam. İlk başlarda ‘Emin Sami’ adını nasıl
söylüyorlarsa, hızlı hızlı, ben bir türlü anlayamadım. Sağır duymaz
uydurur hesabı, ‘Evin Sahibi’ olarak algıladım. En sonunda bir gün
patladım: ‘Kim ulan bu evin sahibi?’ diye. ‘Ne evin sahibi yaa, Emin Sami
diyerek benim anlayacağım dilde hecelediler de böylece kafama kazıdım.
Diğer erkek arkadaş da gitaristti, onun adını unuttum. (eee..bu
anlattığım 1886 yılı..normal) bir de bir kız arkadaş daha var. O da zaman
zaman Eren’e yardımcı oluyor. Onun adını da unuttum.
Biz beş kişilik grup tüm anlarımızı paylaşmaya başlamıştık. Gitarist
arkadaşlar gece saat on birle on iki arasında Green House’ın benim
keşfettiğim zula bar bölümünde değil, ön taraftaki birahane bölümünde
çalıyorlar. Gece birden sonra da deniz kıyısındaki Çatı Bar’da. Tabi biz
de gece on birde sergileri kapatıp hep birlikte cümbür cemaat bu iki
mekândayız.
Artık samimiyet o kadar ilerledi ki, bütçemiz de ortak olmaya başladı.
Sergilerimiz birleşti. Kimi zaman birimizin işleri kötü gidiyordu, sorun
değil, iyi olan bölüm anında destek çıkıyor çünkü kasalar da ortak gibi.
Kısacası biz beş kafadar her gece sabahlara dek ‘ultra bohem’ ama çok da
zevkli bir yaşama başladık.
Bir gün arkadaşlardan biri ‘hadi bugün Marmaris dışına gezmeye gidelim,
değişiklik olsun’ dedi. ‘Tamam’ nereye gidelim? Dalyan fikri ortaya
atıldı. Güzel, uyar. Ve biz Dalyan yoluna koyulduk.
Öğleden sonra üç gibi geldik Dalyan’a. Önce kıyıda biraz dinlendikten
sonra, kayıktan çok sala benzer bir şey ayarlayıp, karşıya, Kaunos’a
gezmeye gittik. Kaunos hayatımda gördüğüm en güzel antik kentlerden biri.
Hele en tepeden Dalyan ve çevre denizlerin olağanüstü büyüleyici
görüntüsü, güzelliği anlatılamaz. O zamanlar nasıl bir cesaret varsa ben
de, şimdi olsa asla, ödüm patlar, ayağım ve bacaklar çıplak, üstümde bir
şort, ayaklarımda tokyo terlikler, öyle geziyorum. Ama Kaunos da öyle bir
yer ki, neredeyse bele kadar otlar, dize kadar dikenler arasında
yürüyoruz. Ve önümüzde de zaman zaman kaçışan yılanları görüyoruz.
Herhangi bir yılanın üzerine basmamak, sokulmamak neredeyse mucize. Öyle
bir yerde yarı çıplak dolaşıyorum. Bir ara, eski bir şapel kalıntısının
duvarlarında iguana gördüm. İlgimi çekti,’’aa şunun yanına gidip biraz
sevelim’ dedim. O sırada içimizden biri ekledi: ‘İguanaların zehirli
olduklarını biliyorsun de mi?, ‘Yoo, yılan gibi sokar mı?’, ‘Yılanlar
kadar saldırgan ve sokan huyları yoktur ama yine de doğanın en zehirli
yaratıklarıdır. Belki duymuşsundur, yılanların zehrini iguanalardan
aldığı söylenir. Zehirleri yılandan daha güçlüdür.’’ ‘’Haaa..’’ dedim,
‘’biz yolumuza devam edelim o zaman. Boş ver. Sonra severiz.’’
Akşam karanlık bastığında dönebildik Dalyan’a. Ve size daha önce
söylediğim sonu tatsız bitse de özellikle başlarda çok nefis olan o
geceyi yaşamaya başladık. Yalnız küçücük bir pürüz var. Biz kıyıya
Eren’le sergilerimizi açtık. Açtık da satışlar sıfır. Yaprak
kımıldamıyor. Belki etki eder diye sergileri ikiye ayırdık, farklı
yerlerde açtık, yok, yok, yine yok. Sık sık birbirimize soruyoruz sen de
işler nasıl diye ama değişen bir şey olmuyor.
Orada evinde sabahladığımız pansiyon sahibi bizimkilerin yakın
ahbabıymış. O yönden kalma ve yemek v.b. sorunumuz yok ama yine de insan
deniz kıyısında bomboş da oturamıyor. Bir süre sonra hepimizde de paralar
sıfırlandı. Kıyıda oturuyoruz, ne bira, şarap içecek ne de birer sandviç
alacak paramız var. Paramız yok ve satış desen yaprak kımıldamıyor. Bu
arada en azından müzik dinlemek ve şarkı söylemek için yine de kıyıdayız.
Sergi desen Eren’le dönüşümlü olarak bakıyoruz. Hoş zaten kimse gelmiyor
boş da bıraksan hiç sorun olmaz. Bir ara bir çift yanaştı sergiye.
Baktım, orta yaşın biraz üzerinde hafif yaşlıca bir Alman çift. Yüzüm
buruştu. Çünkü özellikle deniz kıyısı bu tür satışlarda Almanlarla aramız
hiç iyi değildir. Onlar bizi kazıkçı olarak görürler bu nedenle anormal
pazarlık yaparlar. Biz de onları aşırı pazarlık yapıp almayan tipler
olarak görürüz. Alsalar bile kesin zarar edersiniz. Yani hiç abartmasız
bu karşılıklı ‘güven duygusu’ o kadar ileri düzeydedir ki onlara bin
liradan yüz liraya düşseniz, bir lira olmaz mı derler. Çoğunlukla da
almazlar. Bu nedenle önemsemedim. Alman kadın tezgahtaki broşlarla
ilgilendi. O broşlar da başıma dert olmuştu. Gümüş ama anormal iri anca
kalınca bir mantoya olabilecek türden iğneler. Doğal olarak elimde
kalmıştı, deniz kıyısında kim alacak onu. Bana o zamanlar seksen liradan
gelmişti, zar zor birine geliş fiyatına satabilmiştim. Elimde üç tane
daha var. Kadın onların fiyatını sordu. Ben de dediğim nasılsa almaz,
alsa bile söylediğimden çift sıfır atarak pazarlığa başlar diye
astronomik bir fiyat söyledim, dört bin lira dedim. Ya almayacak ya da
alsa bile o dört bini o nasılsa pazarlıkla yüze kadar düşürür. Ve işte o
an beklenen mucize oldu. Kadın hiç ağzını açmadan üç broşu da önüme sürdü
ambalajlamam için, cüzdanını çıkardı. Ve önüme toplam on iki bini saydı.
Ben şaşkınlıktan delirmek üzereyim ama belli de etmemeye çalışıyorum.
Çünkü o dönemler on iki bin, özellikle parasız olduğumuz o gece için iyi
para. Yaklaşık bugünün on iki bini kadar belki de biraz daha fazla. Ben
parayı alıp kendime gelmeye çalışıyorum, bir yandan da Eren’le diğer
gitarcı arkadaşa sesleniyorum ‘Bir gelseniz ya, yiyecek ve içecek bir
şeyler alalım’ diye. İkisi de şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. ‘Satış mı
yaptın?’ diye sordu Eren. Evet, dedim, ‘broşlardan sonunda kurtuldum.’
Broşlar sözünü duyunca yüzünü buruşturdu, satamadığımı, elimde kalmasın
diye zararına satışı göze aldığımı biliyordu. Yani, nasılsa ciddi bir
para kazanamadığımı düşünüp ‘iyi de niye ikimizi, çağırdın? Ne
alabileceğiz ki?’ dedi. On iki bin sözünü duyunca bütün grup hem sevindi
hem üşüttü. Ve yiyecek bir şeyler de satan bir bakkal dükkânına daldık
topluca. Neredeyse dükkânı boşalttık. Artık sınırsız yiyecek ve içkimiz
vardı. Sonuçta ikinci kez Almanlarla karşılaşmam böyle oldu. Onlar benim
o gece gökten zembille inmiş koruyucu meleklerim oldular. Ve o güzel
geceye ‘gönüllü sponsor’ oldular.
Üçüncü Alman Ankara’dan çıktı. 2000’li yılların başı, o yıllarda görev
yapan Alman Kültür Merkezi müdürü. Ama onun adını gerçekten unuttum.
Fakat tipini unutmama olanak yok. İrice, hafif göbekli, kel olmasa
saçları hafiften seyrek, sarışına çalan tipik, fabrikasyon bir Alman.
Ercan ve Orhan adlarında iki arkadaşım var. Alman Kültür Merkezi müdürü
de aslında onların yakın arkadaşıydı. Özellikle Orhan’ın. Orhan ressam
bir arkadaş ve aynı zamanda antik eserlerle de ilgileniyor. Malum,
yabancılar bizim eskilerle bizden çok ilgilenirler. Özellikle
koruyamadıklarımızı onlar anında koruma altına alırlar. Büyük olasılıkla
yakınlıkları da buradan geliyordur. Neyse, o dönemler benim bilindiği
gibi yayıncılık, editörlük yaptığım yıllar. Ve oldum olası Almanya’daki
edebiyat çevresi ve sonu Yeşillere varan alternatif hareketler de özel
ilgi alanım. Benim yakınlığım da bu nedenle başladı. Zaman ilerledikçe
bizim samimiyet arttı. Ve bir ara ben buna kafamdakileri açtım. ‘Tamam’
dedi, ‘ben sana her türlü yardımı yaparım. Dilediğin yazarı, kitabın
yayın hakkını çok ucuza hatta parasız verdiririm sana. Anlaştık. Bir gün
karar aldık, ertesi sabah saat dokuzda Alman Kültür’de sözleştik. Ben
istediğim yazar ve kitapları seçeceğim, o bağlantıyı sağlayacak. Bu arada
biz sürekli hemen her gün birlikteyiz. Çoğunlukla Mülkiyelilerde zaman
zaman da farklı mekânlarda oturup içerek sohbet ediyoruz. Hatta bir ara,
ben Mülkiyeliler yakınlarında yine benlik, sapa bir bar keşfetmiştim
‘Kilim’ adında. Zaman zaman oraya tüyüyoruz.
Bir gece artık dışarıda oturmaktan bıktım, bir 35’lik alıp o günlerde
sürekli kaldığım Mülkiyeliler Oteli’ndeki odama çıktım. Biraz içerek
işlerimi yapıp sonra da yatacağım. Daha ben şişeyi açmadan zırr telefon
Ercan’dan, ‘biz Kilim’deyiz hadi hemen gel’. Adamın kanına girmek işte
böyle bir şey. Hemen koşup gittim. Sohbet kadehleri, kadehler sohbeti
açtık ve biz çok da güzel bir gecede dolanmaya başladık. Öyle ki masadan
kalktığımızda sabah saat altıyı yirmi geçiyor. Odama geldim, yatasıya dek
oldu saat yediye yirmi var. O saatten sonra, dokuzdaki randevunun hükmü
kalır mı? Kalmaz. Doğal olarak o iş de başka bir zamana yattı. Hiç olur
mu? İki saat sonra saat dokuzu biraz geçe zırr yine telefon. Karşımda
Alman aksanıyla konuşan (ama Türkçesi çok iyiydi) o bildik ses: ‘Nerdesin
sen? Sen insanlara böyle mi söz verirsin? Ne biçim adamsın sen!’’ diye
bas bas bağırıyor. Bu kez bağırma sırası bana geldi: ‘ Kardeşim biz senle
iki saat önce içki masasından birlikte kalkmadık mı? O saatten sonra ne
zaman evine geldin. Ne zaman yattın ve ne zaman kalkıp işine gittin?
Dalga mı geçiyorsun sen? O zaman niye dağıldık? Doğrudan kültür merkezine
geçseydik.’’
Karşılıklı telefonları ‘pat’lattıktan sonra anladığınız gibi bizim ilişki
koptu. Ve iş de yattı. Uzun sözün kısası, Bir Almanla sözleşirken aman
Türkçe uyumuna çok dikkat edin. Hani ‘Türk konuk severliği’nde bir
gelenek vardır ya..uğurlarken ‘yine gelin. Beklerim’ denir. Sakın ola
bunu bir Almana söylemeyin. Gider bir tur atır, iki dakika sonra
karşınıza dikilir, ‘gel dedin, geldim’ diye.
Geçen bölümde bizim Mülkiyeli hocalarla ilgili anılarımı anlatmıştım. Bu
yazıda benim Mülkiyeli anılarım bitmez çünkü 12 Eylül ve sonrasını
anlattığım bir yazı dizisinde gerek yönetim kademesinde gerekse içeri
tıkılanlar kademesinde bizimkiler her zaman vardır. Gelenek bu.
Bu bölümü de yine bizden biriyle noktalayayım. Bu kez anlatacağım kişi
aslında hocam olmadı. Benden çok çok eskiden hocalık yapmış, sonra
siyasete atılmış ve uzun yıllar özellikle de Kıbrıs sorununu, çıkarma
günlerinin yaşandığı dönemde dışişleri bakanlığı yapmış, esprili,
eskilerin deyişiyle ‘nüktedan’, konuşurken insanı ağzına baktıran popüler
bir kişi; Turan Güneş.
Turan Güneş’in hocalık dönemine yetişemedim ama, bir dönem okula ziyarete
geldi. İki gün boyunca onunla tanışıp öğle yemeğinde yanında bulunup, o
doyulmaz sohbetine katılma olanağı buldum.
Güneş, Kandıra’lıdır. Onun esprili kişiliğiyle Kandıralı fıkraları da o
dönem de literatürümüze girmiştir. Gerçi, Karadeniz fıkraları hep ağır
basmıştır ama, Kandıra da özellikle insanlarının kendilerini hoşça alaya
aldıkları, kendileriyle dalga geçebildikleri fıkralardır. Aslında
kendisiyle dalga geçebilmesi, o insanın olgunluğunu ve zekasını gösterir.
Karadenizliler de öyle değil midir? Siz bakmayın fıkralara, Onları zaten
kendileri uydurup yayıyor. Yoksa, her ne değin kimi otellerinin yangın
merdivenlerini tahtadan yapsalar da Karadeniz yurdumuzun en akıllı
insanlarının yaşadığı bir bölgesidir.
Kimi Kandıra fıkraları da sonraları Karadenizlilere yamanmıştır. Örneğin,
ampul yakarken, ampul yerine takanın kendisinin dönmesi aslında bir
Kandıra fıkrasıdır. Bu arada duyduğum en kısa, en güzel Kandıra
fıkralarından birini de yazmadan geçmeyeyim.
Bölük komutanı, içinde bir de Kandıralı olan bölüğüne komut verir:
- Bölüüüük dur! Kandıralı sen de dur!
Turan Güneş’le ilgili anlatacağım hoş anı benim yaşadığım değil ama
Mehmet Ali Birand’ın ‘300 Sıcak Gün’ adlı kitabında yazdığı çok hoş bir
bölüm. Anlatmadan duramam.
‘300 Sıcak Gün’ iki kez çıkarma harekatına sahne olan, 74’deki Kıbrıs’ta
yaşadığımız sıcak anlar. 300 gün süren bu dönemde dışişleri bakanımız
Turan hoca. Turan Güneş.
Kıbrıs’taki Sampson darbesinden sonra, çıkan karışıklığa çözüm bulmak
amacıyla Türk, Yunan ve İngiliz dışişleri bakanları bir araya gelir,
Cenevre’de. Ancak, anlaşma zor görünmektedir. Bu nedenle dönemin
başbakanı Bülent Ecevit, adaya müdahale seçeneğini de cebinde
taşımaktadır, ki sonunda olur da. Ancak olası bir müdahaleyi taraflardan
saklamak gerekmektedir çünkü o zamanlarda da telefonlara, dinlenme
kuşkusu nedeniyle güvenilmemektedir. Bu nedenle önceden Güneş’le Ecevit
bir şifre üzerinde anlaşırlar. Şifrenin kilit ismi, Turan Güneş’in kızı
Ayşe olacaktır. ‘Ayşe şu saatte tatile çıkıyor’ demek, o saatte harekât
başlayacak, ‘Ayşe tatile çıktı’ demekse, harekât baladı demek olacaktır.
Günlerce sürer Cenevre’deki görüşmeler. Hiçbir sonuca da varılamamıştır.
Ecevit, masaya harekât kartını çıkarır. Cenevre’dekiler ise günlerce ya
tümüyle uykusuz ya da günde anca iki-üç saat uykuyla, haplarla ayakta
durmaya çalışmaktadır. Ve o gece sabaha karşı dörtte, Güneş artık
dayanamaz, yardımcına ‘ben biraz yatacağım. İki saat sonra kalkarım.
Ankara’dan bir telefon gelirse beni uyandır’ der ve yatmaya çıkar.
Gerçekten iki saat sonra, saat altıda da kalkar. Konferans biraz ara
vermiştir bu arada, saat altıbuçukta hep birlikte kaldıkları otelin
lokantasına inerler, birer çorba içmek için. Tam çorbalar içilmeye
başlandığı sırada, yardımcısı konuşmaya başlar;
- Turan abi ya, bizim Bülent beye bugünlerde bir haller oldu. Burada
uğraşan biziz, psikolojisi bozulan o. Bence acilen bir doktora göstersin
kendini.
- N’oldu? (Turan Güneş henüz olayı kavramamıştır, gülerek sorar o da bu
soruyu.)
- N’olacak? Abuk sabuk konularla uğraşıyor sanki yeterince sorunumuz
yokmuş gibi.
Durumun ciddiyetini biraz anlamaya başlayan Güneş sesini bu kez
yükselterek sorar:
- Ne dedi?
- Hiiiç..sabah sabah kafayı senin kıza takmış. Kalkmış bana onca sorun
içinde, seni sordu, uyuyor dediğimde de, hemen git uyandır, kızı Ayşe
tatile çıkıyor. Yarım saat sonra yola çıkacak, dedi. Ben de ciddiye
almadığım için seni uyandırmadım tabii..
- İyi halt ettin! (Bu kez Turan Güneş’in sesi oldukça gür ve kızgın
çıkmıştır. Ve o sinirle gözlüğü de çorbanın içine düşer. Hızla çorbanın
içinden gözlüğünü alıp silmeye çalışırken bu kez masada haberi duyan eşi
başlar söylenmeye:
- Aaaaa..bu demek oluyor Turan. Bu böyle olmaz. Hemen döner dönmez Bülent
beyle konuş. Burada babası olarak sen dururken o ne hakla bizim kızla bu
kadar ilgileniyor? Ona ne? Ne sanıyor kendini?
Güneş sinirle temizlediği gözlüğünü yeniden takıp, koşar adım telefon
kulübelerinin olduğu alana yönelirken, eşi konuşmasını hala sürdürüyordu:
- Bizim kız da bir hoş. Burada baban dururken ne diye gidip Bülent beye
söylüyorsun. Ondan mı izin alacaksın. Çıkarsan çık. O kim oluyor?….