Ne yapıp edip üniversitelerinde okurken tanıştıkları şehre geri
döndüler. O zamanlar arkadaşlarının bile “olmaz, tutmaz,” dedikleri
asansörsüz bir binanın üçüncü katında kitaplı bir kafe açtılar. Şimdi
biliyoruz ama, o zamanlar pek olmayan kitaplı bir kafe.
Kafenin duvarlarına edebiyatçıların portre fotoğrafları ve kitap
kapakları çerçevelenerek asılmış. Hele bir de, içindeki şiiri haftada
bir değiştirdikleri bir şiir çerçevesi var ki; al oraya koydukları
şiirleri, yap bir antoloji, günde beş vakit oku.
Kafe, yazarların, şairlerin, edebiyatçıların uğrak yeri.Sık sık da
ücretsiz etkinlikler yapılıyor. Etkinlikler dini tören gibi; çıt
çıkmıyor izleyicilerden, etkinlik sırasında yiyecek içecek servisi
haşa!
Üniversite öğrencileri nerdeyse orada çalışmak için üste para
verecekler. Kafeci adam günlük beş liraları biriktirip haftalık olarak
çalışanlara öderken ekliyor: “dikkatli harcayın!” Ki o haftalık,
çalışanların dişlerinin kovuklarına gitmez.
Kafecinin eşi, on beş yıl sonra tekrar merak sarmış okumaya;
gündüzleri ikinci üniversitesine gidiyor. Adam hep orada ama yalnız
değil; Beyaz köpeği yoldaşı. Kafeciyi tanıyanlar tanıyor da
tanımayanlar da Ekşi Sözlük’ ten okuyup daha da merak ediyorlar bu
kısa boylu kel adamı. Kel adam, kendisinden beklenmeyecek derecede
güzel müzikler seçip çalıyor kafede. Nerden bulduysa, Farid Farjad’ı
Ankara’ya o duyuruyor.Çaldı mı onun cd’lerini kafedekiler transa
geçiyor.
Kafe bir kültür ortamı olduğu kadar; yalnızların, dışlanmışların,
kaybedenlerin, madunların da âdeta sığınma noktası gibi. Kafeci ve eşi
sol damardan geliyor zaten. İnsanlıktan yana gönülleri geniş. Bu
yüzden gay ve lezbiyenlerin haftada bir yaptıkları toplantıya da ev
sahipliği yapıyorlar. Yalnız, kafede çalışan gençler o toplantılarda
sipariş alma işini kafeci abilerinin yapmasını istiyorlar. Eh, iş başa
düşünce alıyor bizimki siparişleri. Ya bitkisel çay ya meyve suyu
içiyorlar.Yiyecekleri de fiks; ya sosisli sandviç ya da sucuklu tost.
Kafeciye göre ne; isteyen istediğini yer, içer…
Kafenin kapısında yazıyor: Açılış 10.00- Kapanış:21.00. Müdavimler
bunu bildiğinden çaylarının, kahvelerinin son yudumlarını 21.00’a göre
ayarlıyorlar hep.Bilmeyenler ise öğreniyor; saat 21.00 oldu mu Beyaz
köpek kafenin ortasına gelip başlıyor havlamaya. Önce tek tek ve
sakin, oturmaya devam eden olursa sinirli ve seri şekilde havlıyor. O
da işini yapıyor. Nasıl yapmasın; kafecinin, mutfakta takım elbiseli,
kravatlı, döpiyesli şık şık bürokrat arkadaşları dairelerinden zinciri
kırıp ellerinde nevalelerle atmışlar kendilerini Kızılay’ın
ortasındaki bu vahaya.Kimi meze yapıyor, kimi içkileri soğutuyor.Son
müşteri de uğurlandıktan sonra kafeci, eşi, arkadaşları, çalışanlar
kurdukları imece sofraya çöküyorlar, Beyaz köpek de dâhil.
Herkes oturunca, bir nevi müzik organizatörü olan Turgay, her akşam
yanında getirdiği müzisyeni içeride akordunu tamamladıktan sonra
sofraya davet ediyor.Turgay, müfettiş ama kendisi ve herkes biliyor ki
o da yanlış meslek seçimi kurbanlarından. Müzik, şiir, şarap, aşk
kulvarı olmalıymış ama yine iyi ki burası var; soluk alıyor insan.
Fena da olmuyor, onun sayesinde her akşam; keman, saz, cümbüş, ut,
kanun gibi müzik aletlerinden birini dinleyip söylüyor herkes topluca.
Kafede yapılan etkinlikler kültür sanat ağırlıklı ama 8 Mart’ın yeri
ayrı tabii.Gitar ve yan flüt ikilisinden güzel bir dinletiden sonra
etkinliğe grup olarak gelmiş feministlerden bir kadın günün anlam ve
önemine ilişkin bir konuşma yapmaya başlıyor. Keşke uzun sürmese…
Altmışını çoktan geçmiş, saçları aklaşmış bir şair abi ücretsiz
dağıtılan Bozcaada şaraplarını hızlıca dikmiş kafaya ki sık sık
konuşmayı “Hava gazı bunlar, hava gazı!” diyerek bölüyor. Etme şair
abi, sık dişini, yaşın ilerlemiş; kalbin kaldırmaz senin bunca
saplanacak kirpiği! Kafeci bakıyor olacak gibi değil. “Bunun şekeri
fırlamış yine,” diye mırıldanarak eline aldığı bir çerez tabağını
uzatarak hava gazcı şair abisini markaja alıyor.
Müfettiş Turgay, taş plak koleksiyonu olan bir arkadaşıyla, “klarnete
üflediğinde zırıl zırıl ağlatır herkesi,” dediği klarnet ustası bir
arkadaşını ayarlamış önceden. Etkinlik repertuarı zengin.Sıra
Turgay’ın memleketinden getirttiği çocukluk arkadaşı Rasim’de. İki
gramofonunu ve o gün için seçtiği onlarca taş plağını masanın üzerine
yerleştirmiş. Ön sıraya dizilmiş feminist grubun önünde boncuk boncuk
terleyerek Hafız Burhan’dan başlayıp, Dede Efendi’den, Sadettin
Kaynak’tan, Neşe Can’dan, Zeki Müren’den, Münir Nurettin Selçuk’tan,
hüzzamdan, uşşaktan, nihaventten derken hem bilgi veriyor, hem
çalıyor. Her seferinde plakları kadife silgisiyle silip, gramofonların
iğnelerini değiştiriyor.Türk Sanat Müziği olunca şarap tüketimi
hızlanıyor. Hâkim Uğur, memleketine inat fevkalade centilmen; ağzında
kırmızı gülle özellikle kadın konuklara hürmetle kadehleri sunuyor,
ara ara da Rasim’in feminist grubun önünde heyecandan durmayan
terlemesine çare olmaya çalışıyor.
Rasim, kırılgan ve titiz birisi.Herkes görüyor bunu orada.Taş
plaklarına, gramofonlarına nasıl incelikle, sevgiyle davranıyor.
Birçok anne baba çocuğuna böyle davranmaz. Zaten bu yüzden taa
Sivas’tan arkadaşının özel otomobiliyle kalkıp gelmişler. Rahatlık
kendileri için değil, taş plaklar ve gramofonlar otobüsün bagajında
örselenmesin diye. Tabii arabada yer olunca arkadaşı Şener, klarnet
ustası bir arkadaşını da almış yanına, “Gel hele, şu zavallı
Ankaralıların halini bir görelim,” diye.
Rasim’in çaldığı plaklardan nerdeyse dinleyiciler komaya girmiş, duygu
komasına.Gece yarısını geçmiş vakit hızlıca. O arada orta yaşlı
feminist hanımlardan biri fırlıyor Rasim’in yanına; “ Rasim bey sizi
çok sevdim, izin verirseniz öpebilir miyim?” diye sorunca Rasim
şaşırıyor; nasıl şaşırmasın? Sivas’ta böyle şeyler olmaz tabii
ki.Demek ki başkentte oluyormuş; Rasim hemen toparlanıp yanağını
uzatarak “bence sakıncası yok, tabii ki öpebilirsiniz hanımefendi,”
diyor, ama Uğur zor yetişiyor alnında sel olan terini silmeye.Ardından
sırayı klarnet ustası Şemsettin alıyor.Mübarek öyle bir üflüyor ki, ne
üfleme; dinleyenler ciğergâh oluyor, kalpler yırtılıyor, gece
yırtılıyor.Bunlar iyi de apartman yıkılıyor sesten.Kafenin kapısı
zangırdıyor.Yalan yok, nefesi pek güçlüymüş.
Çok geçmeden alt katta oturan apartman yöneticisi kadın ve kocası
kafenin kapısını yumrukluyorlar; başka türlü de duyuramazlar ki
kendilerini. Adam hımbıl ama karısı şirret mi şirret; evlerden ırak!
Kim korkar böyle bir gecede yöneticinin tehditlerinden? Hele bizim
klarnetçi hiç takmıyor; peşlerinden, sanki körükle üfler gibi ‘anca
gidersin‘ havası çalıyor! Klarnet sesi ezan sesine, mum ışıkları güneş
ışıklarına karışırken herkes birbirine sarılıp öpüşüp evinin yolunu
tutuyor.
***
Bir hafta sonra kafeye belediye zabıtaları doluşuyor. Beyaz köpek
sürekli havlıyor zabıtalara.Kafeci alıyor mesajı; bir musibet var
bunların gelişinde, yoksa Beyaz böyle delice havlamaz; tanıyor
köpeğini.Öyle de oluyor.Yönetici şikâyet etmiş ve gelen ekip de
ellerindeki tutanağa bir sürü şey yazıp kafeyi mühürlüyorlar.Kafeci,
Beyaz yoldaşını alıp kafasında ne yapacağını hesap ederek iniyor
apartmanın merdivenlerinden.
Acilen çözüm bulması lazım ki kafe açılsın.Yoksa, bütün emekler boşa
gidecek.Kafenin müdavimlerinden Zelal, hukukta okuyor, çok cevval bir
kız, hem çalışıp hem okuyor; ben hallederim diyor.Patronu belediyede
açma-kapama işlerine de bakan başkan yardımcısını tanıyormuş.Alıyor
randevuyu, birlikte gidiyorlar belediyeye.Temizinden bir saat
bekletiliyorlar başkan yardımcısının kapısının önünde “toplantıda,”
denilerek.Sonra bir görevli gelip alıyor ikisini içeriye. Kafeci
bakıyor; adam tek başına odada; ‘kendiyle toplanmış’ diyor içinden.
Oturun diyen yok, kendileri oturuyorlar sehpanın iki yanındaki
koltuklara.Zelal, patronunun selamını iletip, meramlarını kısaca
anlatıyor başkan yardımcısına. Başkan yardımcısı diyorum ya, siz
bakmayın öyle dediğime; adam, genelkurmay başkanı gibi oturuyor. Hangi
dağları yarattıysa? Gastritli birinin yüz ifadesiyle soruyor kafeciye:
“Sen ne iş yaparsın?”
Kafeci rahatsız oluyor daha ilk kelimesinden; “sen” diyor… Ya sabır
çekip başlıyor kafenin özelliklerini anlatmaya ve “… bir nevi kültür
faaliyeti…” diye bitirirken sözünü, başkan yardımcısı önündeki
dosyanın içindeki kağıtları karıştırarak yüzünde bir iğrenti
ifadesiyle; “Bilirim ben sizlerin kültür faaliyetlerini!” diyor.Kafeci
sehpanın üzerindeki kalın cam küllüğe bakıp dudaklarını ısırıyor.Zelal
uyanık kız; hem ayağına basıp hem de kolundan tutuyor kafecinin.“Gidebilirsiniz,”
lafıyla sersemlemiş bir vaziyette çıkıyorlar odadan.Şimdi ne oldu?Niye
geldik, ne halloldu?Kös kös çıkıyorlar belediyeden.
***
Bir gün daha geçiyor.Kafeci çok sevdiği ve hep yanında olan şair Rüştü
abisini arıyor.Kendi özeli için bir şey talep etmeyi hiç istemese de
fakülte yıllarından arkadaşı olan diğer başkan yardımcısı Gürsel’e
gidiyorlar birlikte. Rüştü abi sadece şair değil, hoş sohbet, tam bir
hayat adamı. O da Gürsel’in arkadaşı. Gürsel, ikisini de çok iyi
karşılayıp hatta fırça da atıyor: “Niye direkt bana gelmediniz?” diye.
Çaylar, kahveler içildikten sonra Gürsel, “O arkadaşı arıyorum şimdi,”
deyip telefonu tuşluyor.
Gürsel, bizimkilere göz ederek konuştuğu telefonun hoparlörünü karşı
tarafa hissettirmeden usulca açıyor.
“Senin arkadaşın ama sen bile bilmiyorsun; adam top’muş. Karşısında
açılan eşcinsellerin kafesinin de asıl patronu oymuş. Hiç beklemezsin
di mi; mülayim, efendi görünüşlü, kel; bir de kültür adamıymış… Önümde
kabarık bir dosya var. Hem Ankara’dan hem de burada okuyan çocukların
memleketlerindeki ana babalarından şikâyet dilekçeleri var. Okuyayım
bazılarını bak, bana inanmıyorsan onların yazdıklarını dinle:
‘O kısa boylu, kel kafalı adam; ahlaksızlık yuvası kafenin gizli
sahibiymiş. Çoluk çocuğumuzu biz okusun diye Ankara’ya gönderdik.’
‘Bu nasıl başkent? Kızılay’ın ortasında çocuklarımız
zehirleniyor.Emniyet, polis yok mu?Bunlara nasıl müsaade
ediliyor?Belediyenizden bu bataklığın kurutulmasını arz ediyoruz.’
‘Siz belediye olarak halletmezseniz, ana baba olarak yollara mı
dökülelim?’
Başkan yardımcısı muzaffer bir ses tonuyla:
“Duydun mu Gürsel? Daha ne küfürlü şikâyetler var. Okursam aklın
şaşar! Sen de arkadaşını iyi tanı! Kardeşim, adam bildiğin ibne işte!
Sen de mi ibne savunucusu oldun Allah aşkına?”
Gürsel gülmesini tutarak;
“He vallah, doğru söylüyorsun; o ibneler şimdi yanımda; biri yaşlı,
biri daha genç, senin yanına gelen!”
Rüştü abi celallenip;
“Lan oğlum ne oluyor, ne iş bu?”
diye sorarken kafeci sinirle ayağa kalkıp telefonun hoparlörüne
eğilerek;
“Muavin efendi! Madem bu işler bu kadar kolay; şimdi ben de gidip,
senin de bizden olduğunu Yüksel caddesinde basın açıklamasıyla herkese
bildireceğim! Hadi bakalım, o zaman nereni mühürleyeceksin?”
Telefonun karşı tarafındaki başkan yardımcısı titrek bir sesle;
“Gürselciğim, ne diyor bu arkadaşın? Deli mi ne? Olur mu öyle şey?”
Gürsel gülmesini tutarak;
“Delirttiniz lan adamı! Valla bu dünya etme bulma dünyası! Artık sen
düşün!”
“Tamam tamam, ben dosyayı tekrar incelerim; zaten, apartman yöneticisi
getirmişti…”