"Burjuva toplumunda ilişkiler, insanlar arasındaki ilişki biçimi olarak
red edilip insan ve şey arasındaki ilişki, mülkiyet ilişkisi biçimini
almıştır, bu ilişkide hükmedici olduğu için insanın özgürleştiğine
inanılır. Ancak bu bir yanılsamadır. Mülkiyet ilişkisi, günümüzde
bilinçsiz ve anarşik olduğu halde, hâlâ insanla insan arasında, özellikle
sömürenle sömürülen arasında olan ilişkiler için yalnızca bir kılıftır.
İşte burjuva kültüründeki sanatçıdan da aynı şeyi yapması beklenir. Sanat
eserine bitmiş bir mal, sanat sürecine de kendisi ile pazarda kaybolacak
olan eseri arasındaki bir ilişki olarak bakması istenir. Sanat eseri ile
alıcı arasındaki bir sonraki ilişkiyle ise yakından ilgilenemez. Burjuva
toplumunun tüm baskısı sanat eserini temel görüp onunla ilişkisini pazar
için üreten üretici düzeyinde alması doğrultusundadır.
Bu, iki sonuç doğurabilir :
(I) Yaşamını bu somut, temel varlığın mülkiyet hakkını -telif hakkı,
resim, heykel- satarak kazanmak zorunda olması sanatçıyı, bir sanatçı
olarak eserini pazarın koşullarında bu mülkiyet hakkı için en yüksek
geliri getirecek bir şey olarak görmeye sürükleyebilir. Bu da sanatın
ticarileşmesine ya da kabalaşmasına yol açar.
(II) Sanat aslında hiçbir durumda bir 'şey'le ilişkili değil, insanlar
arasındaki, sanatçıyla izleyici arasındaki ilişkidir, sanat süreci ise
işlemin bir parçası olarak kavranılması gereken bir makineye benzer.
Sanatın ticarileşmesi belki dürüst sanatçıyı isyan ettirebilir ama ne
yazık ki isyanı burjuva kültürünün sınırları içinde kalır. Pazarı tamamen
unutup sanat eseriyle ilişkisine yoğunlaşmaya yeltenir, o zamansa sanat
eseri kendi -içinde- varlık olarak daha da temelleşir. Artık sanat eseri,
pazar bile unutularak tümüyle kendi -içinde- varlık olmuş, sanat süreci
ise son derece bireysel bir ilişki haline gelmiştir. Sanat biçiminde
bulunan toplumsal değerler, örneğin söz dizimi, gelenekler, kurallar,
teknik, biçim, kabullenilmiş ses dizileri, artık önemlerini yitirirler
çünkü sanat giderek daha çok yalnızca birey için var olmaktadır. Sanat
eseri zorunlu olarak eski bilinçli toplumsal formülasyonlarla -sanatın "biçimi"-
bilinçli kılınan yeni bireysel deneyim -sanatın "içeriği" ya da
sanatçının "bildirisi"- arasındaki gerilimin bir ürünüdür. Bu sentez,
yaratma eyleminin en zor görevidir. Oysa sanat eseri bir erek olarak
temel alınınca giderek eski bilinçli formülasyonların önemi azalır ve
bireysel deneyim giderek önem kazanır. Sonuçta sanat Dada'cılık, geçek
üstücülük ve "Steincılık"da görüldüğü gibi giderek daha biçimden uzak,
kişisel ve bireye özgü olur. Burjuva sanatı, böylece burjuva kültürünün
aynı özelliğinden kaynaklanan iki kuvvetin gerilimi altında çözülür. Bir
yanda pazar için üretim yüzünden kabalaşma ve ticarileşme vardır, öte
yandaysa sanat işleminin ereği olarak sanat eserinin temelleştirilmesi ve
eserle birey arasındaki ilişkinin yüceltilmesi yer alır. Bu, zorunlu
olarak söz konusu edilen sanatı toplumsal bir ilişki yapan toplumsal
değerlerin yok olmasına, böylece sanat eserinin sanat eseri olmaktan
çıkıp yalnız özel fantazya olmasına yol açar.
(...)
Bu evrede sanatçının saf "sanatçı" olarak görülüşünün yok olması
kaçınılmazdır. Ticari sanat artık dayanılmayacak kadar adileşmiş ve
kendini yadsımıştır. Aynı şekilde sanat için sanat da (yani pazarı
görmezden gelerek kusursuz sanat eserine erek olarak yoğunlaşma) kendini
yadsımıştır, çünkü sanat biçimi yok olunca sanat özel fantazyaya
dönüşmüştür. (...)
Ancak toplumsal bir süreç olarak sanat nedir? Yalnızca bir sanat eseri ya
da geçim kaynağı olmanın dışında sanat, kendi içinde, toplumda oynadığı
rol olarak nedir? (...)
Ne denli güzel olursa olsun bireysel fantazya ya da hayal sanat değildir.
Ne de, güzel bir gün batımı. Her ikisi de yalnızca sanatın hammaddesidir.
Gerçeklikten, yanılsamalı olarak algıladığımız taklit (mimic) resimler
yapmak sanatın özelliğidir. Bir romandaki olayların gerçekten olduğuna ya
da tabloda görünen manzarada yürüyebileceğimize inanmayız -yine de
bunlarda bir ölçüde gerçeklik vardır-.
Taklit ifade, söz konusu edilen sanata uygun olan teknik yoluyla toplumsal
ifadenin gözeneklerinden duygusal bir akış salgılamasını sağlar. Bu akış
bizim içimizdedir, ifadenin öğeleriyle olan duygusal ilişkimizin
içindedir. Bu ifadede duygulanımın yanısıra, taklitte simgelenen
gerçeklik birimine doğru örgütlenmiş duygusal bir tavır da bulunur. Bu
duygusal tavır, uyarılan sinir ağlarının devimsel olmayan (non-motor)
niteliğinden ötürü bilincin genel yükselişi ve öz-değerin artışı ile
emilir, böylece hepsi bilincin duygusal parlayışına dönüşür. Bu duygusal
tavır, bilimsel bir savın gerçekliğe karşı uyandırdığı düşünsel tavır
gibi kalıcı değildir, ancak gene de organizmanın bellek özelliklerinden
ötürü bir deneyim olarak kalır, deneyimin sağladığı bilinçli etkinin
miktarıyla orantılı olarak, ve deneyimin niteliğine göre etkinin yaşama
karşı takındığı genel tavrı değiştirir. Bu değişim, yaşamı organizma için
daha ilginç kılar, işte sanatı yaşatan değer budur. Toplumun bakış
açısından incelendiğindeyse sanat, üyelerinin duygusal bilincinin
biçimlenmesi, içgüdülerinin koşullanmasıdır.
Dil, gerçekliğe ilişkin görüşlerin alışverişinde en çok kullanılan araç
olduğu için gerek duygusal (affective) gerekse bilgisel (cognitive)
olsun, gerçekliğin ifadelerinde özellikle akışkan bir sahası vardır. Bu
da edebi sanatın; romanın, tiyatro eserinin, şiirin, kısa hikâyenin ve
denemenin, esnek ve geniş ufuklu olmasını sağlar. Bilimsel, tarihsel ve
gidimli (*) zihinsel süreçlerin yarattığı tüm simgesel görünüşleri
üstünde toplar. Sanat, ancak bu görünüşler duygulanım ve örgütlenmeyi
birlikte veriyorsa amacını gerçekleştirmiş olur. Bu durumda, sanatçının
bize gösterdiği bir parça gerçeklik şimdiden duygusal renklerle
parlamakta gibidir.
Gerçeklik bizim adımıza çevremizi oluşturur; temelde toplumsal olan
çevremiz ise sürekli değişir, bu değişim bazen zor kavranabilecek kadar
yavaş kimi zaman da baş döndürücü hızdadır. Gerçekliğin sözcüklerle
çizdiğimiz toplumsal olarak kabullenilen resimleriyse aynadaki yansımalar
gibi aniden değişmezler. Bir nesne aynada yansıyorsa, nesne hareket
edince yansıması da hareket eder. Oysa dilde gerçeklik, simgelerdeki
nesneye yanlış bir durağanlık ve kalıcılık veren değişmez sözcüklerle
simgelenmiştir. O halde bunlar gerçekliği yansıtmak yerine anlık
fotoğrafını verirler. Dilin bu cansız özelliği üzücü olsa da sonuca
ilişkin bazı işlevleri vardır. İnsanın düz (linear) bilinci ile akışkan
gerçekliği kavramasının tek yolu belki de budur. Dil geliştikçe gitgide
bu sahte kalıcılığı daha çok gösterir ve sonunda Platonik Fikirlere,
Sonsuz ve Kusursuz sözcüklere ulaşır. Onların sonsuzluk ve
kusursuzlukları ancak mürekkeple kâğıdın dayanıklılığı kadardır. Bir
varlığı ya da olayı tanımlamak için bir kelime icat eder, ya da bir simge
yazarsak varlık değişse de, olay artık olmasa da, bu kelime "sonsuza dek"
değişmeyecektir. Bu değişmezlik, simgeciliğin mantık yasalarıyla
açıklanan kaçınılmaz doğasıdır. İnsanlar hep garip bir biçimde
gerçekliğin mantık kurallarına uyması gerektiğini düşünmüşlerdir; oysa
gerçek olan şey simgeciliğin doğası gereği mantık yasalarıyla açıklanan
bazı kuralları olduğu ve bu kuralların gerçeklik işlemiyle ilintili
olmayıp simgesel sürecin kendi doğasını tanımladıklarıdır.
Sanatçı dille gerçeklik arasındaki bu ayrımı şöyle yaşar : Bir gülle
yoğun bir deneyimi yaşadıktan sonra bunu başkalarına da sözcüklerle
aktarmak ister. Söylemek istediği "bir gül gördüm"dür. Ancak "gül"ün
belirli ya da bir grup toplumsal anlamı vardır; ve varsayımımıza göre
sanatçının gülle deneyimi sözcüğün anlamında ve tarihinde saklı olan,
toplumun daha önceki bir deneyiminden farklıdır. O halde sanatçının gülle
olan deneyimi "gül" sözcüğünün yadsınmasıdır (negation), gül-olmayan yani
"gül" sözcüğünün günlük toplumsal anlamında ifade edilmeyip de onun
deneyiminde bulunan her şeydir. Bu yüzden de o, "Ben... gibi bir gül
gördüm" deyip bir benzetme koyar, ya da bir sıfat "tanrısal bir gül" veya
deyim (euphemism) "çiçeksi bir kızarma gördüm" getirir, her üç durumda da
yeni deneyimi, toplumun eski deneyimine toplumsal olarak sızdığı ve bu
süreçte her ikisi de değiştiği için bir sentez vardır. Onun deneyimi
"gül" kelimesinin tüm önceki kullanımlarından renk alır, çünkü şiirini
okuyan insanların zihnindedir bunlar, buna karşılık "gül" kelimesi de
onun bireysel deneyiminden renk alacaktır çünkü artık onun şiiri de
gelecekte "gül" sözcüğüyle karşılaşacak olan insanların zihninde
olacaktır.
Peki ama şairin deneyimi toplumun geleneğinden niçin farklıydı? Bireysel
yaşam-deneyimi dediğimiz o çevre kesit farklıydı da ondan. Ancak eğer
toplumun sanatını bir bütün olarak, yani bireysel kesitlerin toplamı
olarak alırsak bir yanda çevrenin tüm deneyiminin ortalamasını öte yandan
da ortalama insanı ya da ortalama genotipi (genetype) elde ederiz. Yeni
sanatın devamlı doğuşu bize çevrenin değiştiğini gösterir, böylece
insanın bireysel deneyimi de değişir ve miras aldığı toplumsal bilinçle
formülasyonları sürekli yetersiz bularak yeni bir sentez ister. Böylece
sanat biçimleri Çin uygarlığında olduğu gibi değişimsiz ve geleneksel
kalırsa çevrenin -toplumsal ilişkilerin- durağan olduğu ortaya çıkar.
Eğer bugünkü kültür gibi çürüyorlarsa toplum iflasın eşiğindedir. Eğer
iyileşiyorlarsa tam tersi geçerlidir. Ancak sanatçının değeri
kendini-ifadede değildir. Öyle olsaydı kendi bireysel deneyimiyle eski
toplumsal formülasyonları birleştirecek bir senteze ulaşmak için
çabalamasına ne gerek vardı? Toplumsal töreleri görmezden gelip kendini
bağırarak, sıçrayarak ve ağlayarak dolaysız bir biçimde ifade edemez
miydi? Bu olanaksızdır, çünkü bir kere "saf bireysel ifade" eski burjuva
yanılsamasından başka bir şey değildir. Hatta sanatçı, soylu bir şekilde,
kendini-ifadeyi toplumun yararı için toplumsal kalıplara sokmaya da
çalışmaz. Her iki tavır da insanın iç güdülerini özgürce
gerçekleştirmedikçe özgür olduğuna ilişkin eski burjuva masalının
ifadeleridir. Gerçekte sanatçı kendini sanat biçimlerinde ifade etmez,
kendini burada bulur. Özgür kendini-ifadesini toplumsal olarak geçerli
kılmak için dizginlemez, tersine onu ancak sanatta içkin toplumsal
ilişkilerde bulabilir. O halde sanatın sanatçı için değeri onu özgür
kılışıdır. Sanat ona kendini ifade ettiği bir değer gibi gözükmesine
rağmen aslında kendisinin ifadesi değil keşfidir. Kendisini yaratışıdır.
Deneyimini toplumunkiyle sentezler, iç benliğini toplumsal ilişkilerin
kalıbına sokarken yalnızca yeni bir kalıp, toplumsal değeri olan bir ürün
yaratmakla kalmaz, aynı zamanda kendi benliğini de yaratır ve
şekillendirir."
Çeviren : Mehmet
Gökçen
_______________________
Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler / Metis
Yayınları, Birinci Basım, 1982 / (Sf.61-66)
(*) Gidimli : Bir
tasarımdan, önermeden ötekine geçerek, çıkarımlar yaparak, bir önermeden
ötekine mantıksal yolla ilerleyerek, ilkeden sonuca ulaşan, parçadan
bütünlüğü olan bir düşünce oluşturan (düşünme yolu). -derleyenin notu-