İÇİMDEKİ ‘ÖTEKİ’: TARLABAŞI / 1
1992 yılında Mimarlar Odası İstanbul Anakent Şube başkanı olmuştu Oktay
Ekinci. Benim de çok sevdiğim, yakından izlediğim bir mimar ve
çevreciydi. Göreve gelir gelmez, 12 Eylül’ün hemen sonrasında başlayan ve
günbegün kentin tarihi ve kültürel dokusunu yok eden; İstanbul’un
özellikle de Taksim ve çevresinin, Tarlabaşı’nın yıkılıp, beton yığınına
dönüştürülmesine karşı zorlu bir mücadelenin içinde bulmuştu kendini. Çok
uğraştı bu yıkımla ancak o da bu ‘kentleşme’ felaketinin
yavaşlamasını sağlayabildi yalnızca.
Göreve geldiğinin ikinci yılıydı. 1994 yılının ortaları. Ankara’da Alman
Kültür Derneği’nde bu yıkımları konu alan bir toplantı vardı. Oktay
Ekinci de konuşmacılardan biriydi, ben de dinleyicilerden. Uzun uzun
Tarlabaşı’na yapılan saldırılardan söz etti konuşmasında. Bir ara,
Tarlabaşı Bulvarı’nı açmak için semtin en değerli ve tarihi binaların
yıkımından söz etti. Söyleşinin bir yerinde ‘bir sabah uyandık ki tüm o
binalar yerle bir edilmiş’ dedi. Daha fazla dayanamadım, anında parmağımı
kaldırdım soru sormak için. Söz verdi:
‘’Bu yıkımda siz nerdeydiniz?’’ dedim.
Kısa bir sessizlik oldu salonda. Sorum hafif bir şok etkisi yarattı.
Ekinci duraladı, bir an için kafasında verebileceği yanıtı düşündü. Sonra
söze başladı:
‘’ Bu şimdi,’ 12 Eylül’de nerdeydiniz? ‘ der gibi bir soru oldu’’ diye
başladı söze. Ve ardından uzun uzun yaptıkları çalışmaları anlattı ama
yapılan çalışmaların, kamuoyu yaratma çabalarının yetersiz kaldığını da
kabul etti.
***
1980 Nisan’ında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi bir kültür ve
sanat şenliği düzenlemişti. O şenlikte şiir dalında davetliler
arasındaydım. Bir hafta kaldım akademili öğrenci arkadaşların yanında. O
hafta içinde Tepebaşı Gazinosu’nda çeşitli sol ve devrimci örgütlerin
katıldığı bir gece düzenlenmişti. O gece ordaydım. O arkadaşlarla
kalabalık bir topluluk olarak katılmıştık geceye. Sevmiştim o bölgeyi.
Daha sonraki günlerde Tepebaşı’na açılan Galata ve Beyoğlu’nun alt
sokaklarını ve Tarlabaşı’nı da gezmeye çıktım. Beyoğlu’nun arka
sokaklarına daldıkça büyülendim gördüğüm atmosferden. Tepebaşı’nın tarihi
dokusu, daracık sokakları ve insanları ilgimi çekti. Benim Tarlabaşı’nı
tanımam ve orayı sevmem ilk o yıllarda başladı.
1980 yılında Bedreddin Dalan’ın belediye başkanı olmasıyla başladı ilk
‘kentsel dönüşüm’ projeleri. Bu projede başı çeken semt de Tarlabaşı’ydı.
Tarlabaşı’na ilk kazma da o yıl vuruldu.
Ancak 1980 yılında başlayan ilk çalışmalar, biraz da yükselen toplumsal
muhalefetin etkisiyle derinden ve yavaştan yürütüldü. Yavaş yavaş her
gece birer ikişer bina yıkımıyla başladı çalışmalar. Özellikle o yıllarda
yıkımı meşru kılacak bir taktik de devreye giriyordu. Çürümeye yüz tutmuş
yüzyıllık tarihi yapılar, hiçbir koruma ve onarım görmüyor, çürümeye
bırakılıyordu. Hatta bu dönemde kimi binalar kendi kendine çökmeye de
başlamıştı. Yıkık dökük bu tarihi yapılar bir süre sonra özellikle evsiz
yaşlılarla çocukların, tinerci çocukların soğuk kış günlerinde
sığındıkları birer barınak olmuştu. O yıllarda gazete manşetlerinde;
yıkılan ya da yanan binalarda ölen yaşlı ve çocuk ölümleri göze çarpmaya
başladı. Bu da belediyenin ekmeğine yağ sürüyor, bu tür her olayın
ardından bikaç bina da kendi yıkıyordu. O yıllarda yıkılan bu binaları da
gidip yerinde gördüm içim sızlayarak.
Sonra uzun yıllar uyumaya bırakıldı Tarlabaşı sorunu. Artık sadece
binalar çürümeye bırakılmakla ve çürüyenlerin de yıkılmasıyla yetinildi.
Yine de az değildi yıkım. Tarlabaşı’nı Beyoğlu’ndan koparan şimdiki
bulvarı açmak için o yıllarda üç yüzün üzerinde bina yıkıldı. Özellikle
1984-86 yıllar olaylı yıkımlara sahne oldu.
Ancak 12 Eylül’ün başlattığı ve tamamlayamadığı bu yıkımı, bu iktidar
tamamladı. 2004 yılında ‘kentsel rant’ projesi uygulamaya sokuldu.
Tarlabaşı büyüklüğü ve coğrafi konumu, büyüleyici atmosferiyle yine liste
başındaydı. Projeden bikaç yıl sonra hızlanarak yeniden başladı başladı
yıkım. Bu kez yalnızca çürümeye bırakılan binalar değil, son derece
sağlam, 3-4 dozerin, kepçenin günlerce çalışarak anca yıkabildiği, içinde
insanların yaşamlarını sürdürdüğü binalara gelmişti sıra.
Gördüğünüz fotoğraflar 21 Mart 2012 tarihinde çekildi. Çoğu yıkılan
tarihi bir kültürde, inatla yaşamaya çabalayan, varolma savaşı veren bir
halkın içine itildiği durumu belgelemek amacıyla çekildi. Her bir sayıda
altışar fotoğraf olmak üzere, toplam yedi bölüm olarak, ilk kez Süje
okurlarına sunuluyor.
Tarlabaşı’nı yerle bir eden yıkım furyası nereden bakarsanız bakın çok
planlı yürütüldü. Öncelikle dışarıdaki insanların bunu haklı görmeleri
için, orayı bilmeyen insanlara karşı, Tarlabaşı’nda yaşayan insanlara
karşı acımasız bir algı operasyonu yapıldı ve hala da sürüyor.
Tarlabaşı halkı; genelde İstanbul’un eski ailelerinin yaşadığı, her
ırktan, her kesimden insanların bir araya gelerek kendilerine özgü bir
kültür yarattıkları, tarihi evleriyle tanınan bir semt. Eskiliği
nedeniyle de özellikle son yıllarda; kiralarının da ucuzluğu nedeniyle,
toplumun görece daha dar gelirli, alt kesiminin yaşadığı bir yer. Ancak
son yıllarda, evlerinden kovulan, yersiz yurtsuz kalan ve yaptıkları
yaşam mücadelesini yitiren insanların oralardan gitmeleriyle, tarihi semt
daha da yalnızlaşmakta; evsiz-barksızların barınağı haline dönüşmektedir.
Bu da yıkımcıların işine gelmekte, yürürlüğe konan ‘algı operasyonuna’
zemin hazırlamaktadır.
Bu diziyi hazırlamaya başlarken, özellikle sosyal medyanın ilk yaygınlık
kazandığı 2006-2007 yıllarında yazılan çeşitli ‘yorumlara ve tanıtım
yazılarına’ baktım Tarlabaşı için. İşin ilginci bunların çoğu da
Tarlabaşı’na adım atmamış insanlardan oluşuyordu. Adım atmamışlardı ama
oranın yaşamından tutun da tarihine dek her türlü ‘bilgi’yi
paylaşıyorlardı okurlarıyla.
Bu ‘algı operasyonuna’ göre, Tarlabaşı her türlü olayların yaşandığı;
tinercilerin, esrarkeşlerin, jiletçilerin, fahişelerin, lez ve
homoseksüllerin yaşadığı, bırakın geceyi, gündüz bile girmenin çok
tehlikeli olduğu, girenin sağ çıkamadığı yerlerdi. Hani onları
okuduğunuzda doğal olarak ‘buraları hemen yok edilmeli, iyi ki
yıkıyorlar’ demeniz için her türlü ‘veri’ sağlanmıştı bu yazılanlarda.
Kusura bakmasınlar, çok günlerim, gecelerim geçti Tarlabaşı’nda. 80’li
yılların ortalarından günümüze dek İstanbul’a sayısız defalar gidip
geldim ve her gidişimde de Tarlabaşı öncelikli uğrak yerlerimden biri
oldu. Çoğu insanın bilmeden gündüz bile girmekten korktuğu o mekanlarda
ben geceleri Tarlabaşı kahvelerinde çayımı da içtim, meyhanelerinde
içkimi de yudumladım. Ve aksine, kendimi en ‘güvende’ hissettiğim tek yer
Tarlabaşı oldu.
Doğru, ilk anda sizi ‘yabancı’ görür Tarlabaşı insanı. Ama saldırmaz.
Aksine sakınır kendini. Mesafeli duru size karşı. Ama sizden içtenlik
gördüğünde de bağrına basar. Saldırgan olmak bir yana, sizi kollar,
gönüllü korumanız olur.
Doğru, gecenin bir yarısı saçı sakalı birbirine karışmış bir evsiz keser
yolunuzu. Zarar vermek için değil. ‘Abi ya’ der, ‘bir şarap parası
versene.’ Verirsiniz. Büyük bir mutlulukla ve size sevgiyle3 gülümseyerek
koyulur yoluna.
Doğru, günün herhangi bir saati, gençten, tinerci olduğu belli olan bir
genç hatta çocuk kesebilir yolunuzu. ‘Abi, bir sigaran var mı?’ der.
Verirsiniz. Korkmayın, jiletlemez sizi. Sizi biraz daha kendine yakın
görürse, kolunu sıyırıp size gösterir. ‘Abi bak..’der. Jilet kesiği
içindedir kolu. ‘Niye yaptın lan bunu?’ dersiniz, ‘’hiç..’’ der boynunu
bükerek. ‘İçimden geldi.’ O aksine; horlanmasına, itilip kakılmasına,
dışlanmasına, çaresizliğine, parasızlığına, ‘kaderine’ isyan edememiş bir
insanın gücünün yettiği sınırdır. Gücü anca kendine yeter. Evet,
jiletler. Ama sizi değil, kendini.
Ve büyük yıkım başladığında, Tarlabaşı’nda yüzlerce, binlerce insan bir
anda yok olur. Bir sokak yıkılır..yüzlerce insan bir anda yok olur..bir
bölge yıkılır yine yüzlerce insan bir gecede ortadan kalkar. Sanki kuş
olup uçmuşlardır, buhar olup yokolmuşlardır. Nerelere giderler, başlarına
ne gelir? Kimse bilmez. Sessiz sedasız ortadan kaybolurlar. Tarlabaşı
tarihi, kültürü sonunda yok olur gider.
Fotoğrafı çektiğim zamanda çok sayıda bina yıkılmış, insanların çoğu
gitmiştir. Ancak ilginçtir; hiçbir umudu kalmayan bu geride kalan
insanlar, biraz da umarsızlığın sonucunda yine de hiçbir sorun
yokmuşcasına, yaşama arzularıyla, sohbetleriyle, gülmeleriyle günü
kurtarmaya, yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar.
Sanki oturdukları yapılar her an başlarına yıkılacak, her an kovulacak
olan onlar değilmişcesine, yine sokağındaki mobilyacıya verirler
mobilyalarını, koltuk takımlarını. Onartırlar, yüzlerini değiştirirler.
Fotoğrafta da göreceksiniz, bir binanın üzerinde yapılış tarihi yazıyor:
1893.. İşte yok edilen böyle bir tarih. O yapı yüzyılı aşkın tarihinde
kimbilir kaç deprem, kaç yangın, kaç fırtına yaşadı? Yine de dimdik
ayakta. İşte Tarlabaşı’nda, ‘sağlam olmadığı’ gerekçesiyle yıkılan
yapılar bunlar. Öyle sağlam ki..hani o olası büyük İstanbul depreminde,
tüm İstanbul yerle bir olsa bunlar ayakta kalır. Her birinin yıkımı
günlerce sürüyor. Yıkmakta zorlanıyorlar.
Tek tük de olsa, az da kalsalar orada oturanlar, yaşam savaşı verenler
yine de hiçbir şey olmamış gibi geleneklerini sürdürüyorlardı gittiğimde.
Akşamüstleri evlerinin önüne çıkıp, az kalan komşularıyla tatlı bir
sohbete dalıyorlar.
Bir sokak görüyorsunuz tepeden tırnağa yıkık binalar içinde. Arada tek
tük evler görüyorsunuz, inatla içeriden ışık sızan, perdeleri örtülü,
balkonları saksılarla süslenmiş.
Tepeden tırnağa yıkık dökük bir bina görüyorsunuz. Her yeri delik deşik.
Ama ortalarda bir kat, o yıkımlar içinde inatla yaşama savaşı veren bir
aileyi barındırıyor.
Ve halkının çoğu gitmiş Tarlabaşı’nın o sevimli güzelliğini inatla
sürdürüyor geride kalanlar. Daracık sokaklarını, yine evden eve
karşılıklı olarak gerilen iplerin üzerinde dizilmiş rengarenk çamaşırlar
süslüyor. Tarlabaşı olanca azınlığıyla kimliğini haykırıyor.
Sizi fotoğraf makinanızla gören halk, ürkmek ya da size saldırmak bir
yana, dostça yaklaşıyor size. Sorunlarını anlatmanız, sorunlarını
fotoğraflayabilmeniz için. Kimse sizi yadırgamıyor. Çocuklar doluşuyor
dört bir yanınıza ‘abi beni de çek’ diye. Sadece çocuklar mı? Tarlabaşı
sokaklarının, onlarla aynı kaderi paylaşan kedileri bile sizi gördüğünde
durup size özel ‘poz’ veriyor.
O gün güneş batmak üzereyken, başka bir buluşmama yetişebilmek amacıyla
ayrılıyorum Tarlabaşı’ndan, yüreğimi orada bırakarak.
Güneşin batışını izlemek güzeldir. Bebek ya da Moda kıyılarından; Ankara
Kalesi’nde tarihi bir konakta içkinizi yudumlarken; İzmir’de Pasaport’ta
çayınızı içerken güneşin batışını izlemek bambaşka keyif verir insana.
O gün ben güneşin batışını Tarlabaşı’ndan izledim. Orada güneş,
insanlarıyla birlikte batıyordu.