Fadik yirmi yaşında, ne denilebilir ki; güzel mi güzel, alımlı mı alımlı
değil. Önden iki dişi yok. Diğer dişleri iri iri ve sanki tek tek monte
edilmiş, öne fırlamış üst ve alt çenesinden. Üstelik ön dişlerinin
birinin yerinde kocaman, yarım santim çapında bir delik var. Bu delik
neyin nesi, nerden peydah olmuş, ne işe yarar, nasıl merak ediyorum. Ve
sormak istiyorum, ama ayıp olur diye soramıyorum.
Fadik vardı su baskınına uğramış evlerin önünde. Hiçbir yerden eksik
kalmaz. Ona sordum ne oldu diye, ‘evleri lağım suyu bastı’ dedi.
Bizim mahallede ilk kez oluyor böyle bir şey. Şimdiye kadar televizyonda
izliyorduk. Kendimi televizyona çıkmış gibi hissettim. Böyle olunca insan
müdahale edebileceğini unutuyor. Üç ev sular içinde, yarısına kadar
sulara gömülmüş, içindekiler de. Filizin evi dört katlı bir evin önceden
bakkal olan en alt katıydı. Bakkalı kapatınca hemen orayı bir oda bir
mutfak eve dönüştürüp kiraya vermişti ‘Soylu’ bakkal Muharrem Soylu.
Filiz altı aylık hamile, bu pazar taşınmışlar oradan. Boş evin içi
görünüyor perdesiz camdan, lağım suyuyla dolu, bakıp bakıp seviniyoruz,
iyi ki Filiz taşınmış diye. İnsan her durumda sevinecek bir şey buluyor.
Bir üst kattaki kiracının minicik kızı, iki yaşlarında, üst kat
merdivenlerinin sulara gömülmemiş basamağından asfalta uzanan tahtadan
geçmeye çalışıyor. Ayağında annesinin topuklu ayakkabıları. Benim elimde
boş süt şişeleri. Herkes, hepimiz bakıyoruz, üç-dört metre ötemizdeki
çocuğa. Düşersin, git falan diyoruz. Allah allah çocuk bizi duymuyor mu,
yoksa o suların üstüne konmuş tahta köprü çok mu cazip. İkinci adımını
atınca sulara gömülüyor. Boyunun iki misli lağım sularına. Bir adam
koştu, çocuk çırpınıyor, kafası bir görünüyor bir kayboluyor. Adam iki üç
hamleden sonra yakalayıp çekip çıkarmayı başardı küçük kızı. Hepimiz
çığlıklar atıyoruz, annesi duymuyor, evde hâlâ, bir şeyden haberi yok.
Adam salladı biraz çocuğu, çocuk neden sonra nefes alabildi. Benim elimde
hâlâ boş süt şişeleri. Çocuk kurtuldu, biraz geç kalınsaydı gri lağım
sularında kaybolacaktı. Adam düşer düşmez atıldı kurtarmaya ve düştüğü
yerde aradı elleriyle, yoksa bulana kadar ölürdü. Sevindik kurtuldu diye,
güldük, şaşırdık.; Bu çocuğun orda ne işi vardı, ayaklarında annesinin
topuklu ayakkabıları. Hep beraber bağırdık annesine, anne çıktı bir
hışımla, ilk sözü “eğer seni yaşatırsam” oldu. Hepimiz şaşkın şaşkın
birbirimize baktık, kime dedi, lağım suyu havuzuna düşen küçük kızına mı?
Zaten zor kurtulmuştu az önce ölümden. Ya da sözünü dinlemedi, ince tahta
köprüden geçmeye kalkıştı diye miydi? Yoksa kurtarıcıya mı demişti, niye
kurtardın o çocuğu, ben zaten ondan kurtulmaya çalışıyorum mu diyordu,
size ne siz ne karışıyorsunuz mu diyordu? Kimsiniz nesiniz defolun mu
diyordu, çocuğunu kurtaran adama ve buna sevinen bize? Yoksa bana mı
demişti, gerçi bizim sokağın başı burası ama kadını ilk defa görüyorum
yeni taşınmışlar herhalde, olur ya bana demiştir, ellerimde süt şişeleri
öylece izliyorum olan biteni, film izler gibi. Neyse kadın sandığımızdan
çok çok normalmiş, benim tam dibimde dikilen büyük kızına diyormuş bu
lafları. O da dört-beş yaşlarında. Bu çıtı pıtı, kaşlarını yanaklarını
kırmızıya boyamış güzel kız beş-altı yaşlarında da olabilir. Gayet
soğukkanlı bir şekilde yüzüme bakıyor, sana mı diyor annen diyorum? Evet
diyor, parmağı ağzında, hiçbir korku emaresi yok yüzünde, gözlerinde.
Gözleri çok güzel, kaşları kırmızı boyalı, neden kaşlarını da boyadı
acaba? ‘Niye kardeşine bakmadın?’ diye soruyorum, cevap vermiyor,
kardeşine bakacak kadar büyük olmadığını ve onun da lağım suyu havuzunun
üzerindeki tahta köprünün cazibesine kapılarak oradan biraz önce
geçtiğini anlıyorum, gözlerinde ışıltılar var, ama yine de soruyorum :
‘Sen oradan mı geçtin?’ parmağı ağzında başını sallıyor.
Annesi onu yaşatmayacak ama pek umrunda değil gibi. Neyse ki kadın tahta
köprüden zor bela, tekrar suya düşürme tehlikesi geçirerek kendisine
uzatılan çocuğu aldı. Büyük kızına onu yaşatmayacağı tehditleri savurarak
evine girdi. Çocuğun içi dışı lağım suyu, nasıl yıkayacak? Havuz haline
gelmiş olan, yan evin bahçesi hafif hafif dalgalanırken, durgun gri
sulara biz şaşkınlıkla bakarken belediyeden ekip geldi. Hortumu bahçeye
daldırıp motoru çalıştırdılar. Yokuş aşağı asfalta suları saldılar.
Mikropluymuş şuymuş buymuş hiç düşünmeden. Bahçe boşalsın da. Bu kadarına
şükür, suları boşaltıyorlar işte. Koskocaman hortumdan sular bir akıyor
ki, çağlıyor adeta. Şenlikli bir görünüm, bütün mahalle seyrediyor.
Çocuklar sevinçle dans ediyor hortumun çevresinde, suyun üstünden
atlıyor. Ben artık pes deyip bakkala doğru yoluma devam ediyorum. Süt
alıp döneceğim.
Dönüşte Fadik kendi evinin önünde hâlâ dikiliyor, oğlu evin camında.
Çocukta bir garip büyük adam suratı var. Böyle desem Fadik üzülür. Sizin
evde bir şey var mı? diyorum, yok diyor. ‘Allaha şükür yok abla.’ Bana
her zamanki gibi heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor, her zamanki
tavrıyla, tarzıyla. Her söylediğini heyecanlı bir şekilde söylüyor, olur
olmaz yerde nefeslerle kesiliyor sözleri. Gözlerini aça aça ‘Terzi
İsmail’in eşyaları da su içinde kalmış abla, satacağı mallar. Kardeşi
kucaklamış kucaklamış kanepeye koymuş ama sonra kanepeye kadar yükselmiş
sular. Bluzler, etekler hep ıslanmış, kız kardeşi ağlıyor, ben de
ağladım’. Bir yandan da gözlerini siliyor. Fadiğin güzel yüreği
gözlerinden görünüyor. Bu korkunç ağızlı kadın öyle güzel geliyor ki
bana.
Fadik yirmi yaşında, kendi halini bırakmış İsmail’e, kız kardeşine
ağlıyor. Oğlu; yüzü adam yüzü, gövdesi iki yaşında olmasına rağmen bir
yaşında bebek gibi eğilip bükülen, ayakta durup doğru dürüst yürüyemeyen
oğlu camda, bizi izliyor. Fadik yemenisiyle gözyaşlarını silip sokağın
başına bakıyor. Ben bir ona, bir oğluna bakıyorum. Oğlan bir çıkış
arıyor. Boylu boyunca cama dayanmış, bir o cama bir öteki cama geçiyor,
açmaya çalışıyor, bir çıkış arıyor. Bulamıyor. Fadik uzaklara bakmaya
devam ediyor.
Elimdeki dolu süt şişeleriyle eve doğru yürüyorum.