Tahtakurularının sagularının kulağı tırmaladığı bir barda dizi kırık
iskemlesinde sallanan bir Danimarkalının bildiğini, balıklarının
ciğerlerini botlarında beraberinde taşıyan, kirpiklerini ovuşturan bir
Eskimo da bilir. Ölmesine ramak kala denizleri ve ağaçları düşünen,
gözleri yuvalarından çıkmış, boynundaki aslanın dişlerini unutan bir
ceylan ne hissederse onu hissediyorum.
Paytak oğlanlar önümden geçiyor. Mısır cipsi kokan parmaklar tek tek aynı
iştahla yalanıyor. Çocuk olmayı özlemeye zorluyorum kendimi. Olmuyor. Özlediğim
hiçbir şey yok.
Soldan sağa baksam kocaman bir Dünya. Sağdan sola çevirirken kafamı fikrim
değişiyor, mana soluyor, kalbim kararıyor. Bir baş dönüşüne değişen her ne
varsa mıh gibi çöküyor üstüme. Travmalar atlanmak için vardır. Uzun
atlamadaki rekorumun madalyonlarını koltuk altlarımda, saç köklerimde
taşıyorum.
Bir çeşit iç bunalmasının, dünyada yapayalnız hissetmenin korkusunun
yaptırdığı onca şeyden sonra biraz olsun yalnız kalmayı istemek, yolundan
caymak. Canı yanan cayar. Yani benim canım yandı. Hâlâ da yanıyor.
Yeşil soğan kokusunun elde bıraktığı yumuşak, ıslak kum hissi.Tırnak
içlerim gıdıklanıyor. Elimi en çok kazmak için kullanışım olağan dışı
gelmeseydi sana, kumdan birkaç kale yapardık. Muhtemelen.
Her sızı sızsaydı, ben-liğimde boğulurdum. Ben iyi yüzerim de bazı
dalgalar atlanmak için değilmiş. Siz hiç ıslanmadan bir yudum..siz hiç
boğuldunuz mu? Birkaç el ıskalar sırtımı böyle anlarda ben "tüh!"
derim. Mühim olan her şeyi ceplerimden dibe bırakmışım. Oysa ben bu
dalgayı bilirdim. Bile bile sonuna gidenler iyi bilir, bilmiyorsan tüh!