Burcu’nun annesi Ayşegül benim arkadaşımdı. Oturdukları site benim sitenin
yanındaydı. Arkadaşımın annesi 3 yıl önce ölünce babasının yalnız kalmaması
için çekirdek aile babalarının evlerine taşınmışlardı.
Bir akşam beni yemeğe davet etmişlerdi. Evlerinde ailece akşam yemeği
yiyorduk. Masayı beraber hazırlamaya başladık. Arkadaşımla mutfakta servis
yaparken bir kişilik yemek ayırmıştı. Ben evlerinde kedi olduğu için ona
ayırdığını düşünmüştüm. Kedinin bu kadar yemek yiyemeyeceğini düşündüğüm
için kimin yiyeceğini sormuştum. O da “Benim bıcırık bir kızım var. İsmi
Burcu. İşten eve geç geliyor. O da geldiğinde yer” demişti.
Biz hep beraber masaya oturup yemeğimizi yedik. Kahvelerimizi içerken salon
kapısında ufak tefek güler yüzlü genç bir kız belirmişti. Hepimize selam
verdikten sonra annesi bizi tanıştırmış o da bana “Sizi tanıdığıma çok
sevindim hocam” demiş ve yanımıza gelmemiş, kaçarcasına üst kattaki odasına
çıkmıştı. Doğrusu bu durumu yadırgamıştım. Ben de “Kendince bir nedeni
vardır. Belki de konuk sevmiyordur veya benden hoşlanmamış olabilir” diye
düşündüm.
Aradan günler, haftalar ve aylar geçti. Bazen kendileri benim evime
geliyorlar bazen de ben uğruyordum. Burcu’dan eser yoktu. Sanki yer
yarılmış, yer’in içine girmişti. Anne ve babası suskunlardı. Evlerinde adını
koyamadığım bir hüzün vardı.
O günlerde el parmaklarımın kilitlenmesi ben bir hayli tedirgin etmekteydi.
Fizyoterapist örgü örmemin parmaklarıma iyi geleceğini söyleyince örgü
örmeye başladım.
Hapishanelerde kadın tutukluların küçük çocuklarını yanlarında büyüttükleri
duyumunu aldığımdan dolayı çocuk patikleri örmeye başladım. Bir şekilde
ulaştırabileceğimi düşündüm.
Yaklaşık 1 hafta sonra evlerine uğradığımda annesine Burcu’nun en sık
giydiği kabanının rengini sordum. Önce çok şaşırdı anında toparlanarak “Krem
rengi” dedi. Nedenini sorduğunda “kızınıza şal öreceğim. O nedenle kabanının
rengine uygun olsun istemiştim” dedim.
Öbür hafta örgü şal’ı götürdüğümde annesi evden çıkmak üzereydi ki kapıda
karşılaştık. Beni elimdeki hediye paketiyle görünce panikledi ve “Biz eşimle
görüşe gidiyoruz” dedi. O gün hapishanenin görüş günüydü. Hiç tepki
vermedim. Başka soru sormadım. Burcu’nun hediyesini vererek uzaklaştım.
Burcu yakınımızdaki bir cezaevindeydi. Şirket kurucusu olan babası bir
yanlış (!) yapmış gözaltına alınmıştı. Kızı babasının şirketinde sorumlu
müdür olarak atanarak tüm sorumluluğu alınca baba ilk duruşmada serbest
bırakılmış, Burcu tutuklanmıştı.
Bir süre sonra Sincan kadınlar hapishanesine sevk edilmişti.
Tutsaklık yaşamına alışması çok zor olmamıştı fakat halsizlik ve iştahsızlık
dayanılır gibi değildi. Her geçen gün artan mide bulantısı
endişelendiriyordu. Kendisine yakın davranan cezaevi görevlisine durumu
anlatarak revire gittiğinde durumu anlaşılmıştı.
3 aylık hâmileydi. Hapishaneye düşmüş olmasaydı sevdiği gençle çoktan
evlenmiş olacaktı. Şimdi kayıptı. Bulunsa bile bebeği istemeyecekti.
İsteseydi bile gencin ailesi istemezdi.
O hafta görüş gününde anne ve babasına durumu anlatmak zorundaydı. Annesi
yanında olmasaydı baba çıldırmış gibiydi kızını parçalayacaktı. İnfaz
görevlileri araya girerek babayı sakinleştirmişlerdi.
Bir gece Burcu’nun sancısı tutmuş hastaneye kaldırılmıştı. Annesi bebek
çantasıyla birlikte kızını ve torunun görmeye gitmişti. Bebek çok güzeldi.
Annesi bebeğine “Heves” ismini koymuştu.
Heves tam olarak 3 yaşına kadar cezaevinde yaşadı. 3 yılın sonunda
anneannesi gelerek torununu aldı. Annesi 2 yıl daha yatacaktı.
Heves büyükanne ve dedesinin evinde çok mutluydu. Her hafta en güzel
giysiler giydirilerek hapishaneye annesini ziyaret etmeye götürüyorlardı.
Küçük kız kapalı ortamlarda duramıyordu. Ziyarete gitmekten korkuyordu.
Korkuyordu çünkü gözünü açtığı o küçücük odadaki yaşamına geri
gönderileceğini düşünüyordu. Dedesinin bahçeli evini çok sevmişti. Her gün
düzenli olarak parka götürüyorlardı. Bir tek annesini özlemekteydi. Başka
bir sıkıntısı yoktu.
Heves anaokuluna başladığında çok mutluydu. Arkadaşları vardı. Yalnız
arkadaşlarının babaları genç insanlardı. Kendi babası (dede) çok yaşlıydı.
Bazı günler cezaevinde tanıdığı infaz koruma memureleri küçük Heves’i
sevmeye geliyorlardı. Gözünü açtığında teyzelerini görmüştü. Cezaevinin
avlusunda oynamasına izin veriyorlar bazen de Heves’in cebine çaktırmadan
çikolata koyuyorlardı.
İki yıl sonra ilkokula başladığında annesi de cezasını doldurmuş eve
gelmişti. Artık Heves’in iki annesi ve bir babası vardı.
Burcu annesi hapishanede yolsuzluk yaptığı için mahkûm olan eczacı bir
kadının yanında çalışacaktı. İşler yoluna girmişti.
Bir sabah evlerine postacı gelerek sarı renkli bir zarf getirmişti. Bu bir
mahkeme çağrısıydı. Heves’in babası velayet davası açmıştı. Küçük kızı
sabıkalı annesinin yanına bırakmayacaklardı.
Heves’i mahkeme kapılarında olması ölümden de beterdi. Tüm aile bireyleri bu
duruma çözüm üretmekten yanaydı. Sevdiği kadını terk eden erkek şimdi de
babalık davası açıyor ve adalet istiyordu.
Heves’e acilen psikolog bulunarak tedavi sürecine geçildi. Küçük kız
yemiyor, içmiyor ve konuşmuyordu.
Hafta sonu babası olduğunu söyleyen kişi Heves’i almak için evlerine
geldiğinde evden çıkmamak için çığlığı basmıştı. Hiçbir yere gitmek
istemiyordu.
Baba Heves’i kucağına alarak dış kapıya yöneldiğinde o gün son yediği yemeği
ağzından adeta hortum gibi fışkırtarak babasına denk getirmişti.
Esasen ne zaman babaannesi ve babası eve gelse karın ağrısı başlıyordu.
Baba artık kızına daha fazla acı çektirmeye hakkının olmadığını anlayarak
geri döndü ve küçük kızı büyük annesinin kucağına vererek evden uzaklaştı.