Siz beni gökyüzündeki heybetli duruşumla tanırsınız. Keskin gagamı,
muhteşem kanatlarımı, koskoca bir hayvanı bile kavrayıp kaldıran
pençelerimi bilirsiniz. Hem havalanıp uçabilecek kadar hafif hem de avını
rahatça taşıyabilecek kadar güçlü bir hayvandır gördüğünüz. Cüssemden
beklenmeyen bir çeviklikle avımın üzerine atlayışımı, vahşice
parçalayışımı düşünmek istemezsiniz. Pençemdeki hayvanın korkuyla büyüyen
gözleri, acılı çığlıkları aklınıza bile gelmez. Tükettiğim umutlardır
oysa gücüme güç katan.
Önce, kim olduğunu hatırlamaya çalıştı. Beyninin yarısı yoktu. Ya da
kafasının içindeki her şeyi söküp almıştı birileri. Kesik görüntüler
belirdi sonra. Şakakları zonkluyordu. Çığlık çığlığa bağırmak, yattığı
yerden silkinip kalkmak istedi, başaramadı.
Kanlar içinde, yerlere serilmiş insanlar görüyordu. Ve yine kanlar içinde
yatan genç bir kadın. Kadının kim olduğunu bilmiyor, onu düşününce
yüreğinin neden böyle daraldığını anlamıyordu. Ara sıra utangaç gözlerle
etrafına bakınan bir genç kız karışıyordu aralarına.
Sonra kendini bir adamın yanında buldu. On beş, on altı yaşlarında
olmalıydı. Eline bir silah tutuşturdu adam. "Sana orospu çocuğu
demelerine izin verme!" diyordu. "Bu işi yap ki başımız yerden kalksın."
"Ben vurursam yıllarca hapisten çıkamam. Senin yaşın küçük, fazla ceza
yemezsin."
Başka bir adama kaçmıştı annesi. Neden yapmış, nasıl yapmış, sorgulamadı
hiç. Ceza kesilmiş, infaz zamanı gelmişti. Gözünü kırpmadı öldürürken.
Oysa dedesinin evine gittikleri günü çok iyi hatırlıyordu. Babasının içip
içip annesini dövdüğünü, yetmezmiş gibi bazı geceler sokağa attığını
anlatmışlardı. Cevap kesindi: "Erkek kısmı sever de, döver de...
Gelinlikle çıktığın eve, ancak kefenle dönersin."
Babasının ölüm haberi geldiğinde ıslah evindeydi. Yine ölçüyü kaçırıp
sokak ortasına sızmış, geç saatlerde gelen çöp kamyonunun altında
kalmıştı.
Sonum böyle mi olmalıydı? Sertleşip esnekliğini yitiren pençelerim,
göğsüme doğru kıvrılan upuzun gagamla küçücük bir böceği bile
parçalayamayacak kadar zavallıyım. Ağırlaşan yaşlı kanatlarım, kartlaşmış
tüylerimse artık uçamayacağımın habercisi.
Gözünü kırpmadan güneşe bakabilen tek canlıydım oysa. Bir gözümle avımı
kontrol eder, diğeriyle rotamı izlerdim. Dönerek yükselirdim, yuvama
uçarken. Güç, tehlikeyi de getiriyordu beraberinde. Kendimin olduğu kadar
yavaş gelişen yavrularımın da güvenliğini düşünmem gerekliydi. Yuvamı bu
yüzden kayalıkların en yüksek noktasına yapmıştım. Geçmişe dönüp
baktığımda nasıl bu hale geldiğimi anlayamıyorum. O büyülü varlıktan,
yaralı bir yalnızlık mı kalmalıydı geriye?
Neden sonra her şeyi hatırladı. Gece yarısı, tuzağa düşürülmüştü. Nerede
hata yaptığını, nasıl deşifre olduğunu bilmiyordu. Hain bir kurşun,
kâbusa çevirmişti hayatını. Günlerdir ölü gibi yatıyordu. Hareket etmeye
çalıştıkça, daha da hissizleşiyordu vücudu. Bağırıp yardım istiyor,
sesini duyuramıyordu. Ara sıra birkaç doktor uğruyordu yanına öylesine.
Yürekten ilgilenen tek kişi hemşireydi. Çoğu zaman başında beklediğini
hissediyordu kızın. Bu garip ölüm oyununa katılmaya çalışır gibiydi.
Köyündeki sevdiğini görüyordu onda. O güzel, o mahcup köylü kızını...
Başkasıyla evlendiğini duymuştu birkaç yıl önce. Ömür boyu bekleyemezdi
ki.
Tetikçilere göre değildi evlilik. Atılan kurşunun her an geri dönme riski
vardı çünkü. Bu risk, yalnız kendisi için değil, yakınları için de
tehlikeliydi. İlk kez pişmanlıkduydu. Üç kuruş para uğruna değer miydi
her şeyden vazgeçmeye?
Kırk yaşını geçen bütün kartalların yazgısıdır bu. Şartlar bizi zor
bir karar aşamasına getirir. Ya ölümü seçer, kayalıklardan aşağıya
bırakırız kendimizi, ya da korkunç acılarla dolu yeniden doğuş süresini
başlatırız. Taşlara vura vura gagamızı düşürürüz önce. Çıkan yeni
gagamızla pençelerimizi söker, yeni pençelerimizle kartlaşmış tüylerimizi
yolarız. Beş ay kadar süren bütün bu yenileşme çabaları sonucunda ikinci
bir yaşam başlar bizim için. Ancak o muhteşem ilk uçuş pek azımıza kısmet
olur. Kimimiz en başından göze alamayız bunca acıyı kimimizse yarı yolda
pes ederiz.
Hayata dönme adına çaba harcamak gelmiyordu içinden. Kendini kirlenmiş
hissediyordu. Yapış yapıştı. Döktüğü onca kan ellerine, yüzüne, yüreğine
bulaşmıştı. Temizlenmek, içindeki hayaletlerden kurtulmak istiyordu.
Bunun tek yolu ölümdü. Ancak kanla ödenirdi kanın bedeli.
Ara sıra hemşirenin sesini duyuyor, "Sevdiği biri var mıdır?" diye
düşünüyordu. Sonra yine öldürdüğü adamlar gelip geçiyordu gözlerinin
önünden. Onları hemşire kızla aynı yere koyamıyordu kafasında.
Ne çok özledim gökyüzünü... Rüzgârla yarışmak, bulutları kucaklamak
vardı şimdi. Gücün ve saltanatın zirvesinde olmak vardı. Avladığım
hayvanların ölüm kalım savaşını veriyorum oysa. Her biri gırtlağımı sıkan
başka bir ele dönüşüyor. Tam birinden kurtulmayı başarmışken bir başkası
çörekleniyor üzerime.
Öldürdüğü adamlar onu karanlık bir zindanın içine çektiler. Kollarıyla,
bacaklarıyla itiyor, kendini savunmaya çalışıyordu. Düşenlerin yerini
başkaları dolduruyordu sürekli. Hepsine birden gücü yetmiyordu. Oysa ne
kadar kolay olmuştu tek başına ölümleri.
İşini hep ev ortamlarının dışında yapmıştı. Öldüreceği insanların
evlerine gitmez, yakınlarını tanımazdı. Her zaman katı ve acımasız olmak
zorundaydı çünkü. En ufak bir duygusal tepki, hedefin şaşmasına neden
olabilirdi. Devran dönmüş, sıra kendisine gelmişti.
Gücümün ve umudumun tükendiği yerdeyim. İçine düştüğüm dipsiz karanlık
sinsice kendine çekiyor yaşlı bedenimi. Varlığım parmaklarımın arasından
kayıp gidiyor. Yıllar boyu koskoca göklerin hükümdarı olan ben, ölüme
karşı koyamıyorum. Hayat, öldürmeyi yaşam biçimi olarak dayatmasa ya da
onca acıya değecek bir amacım olsa sonuna kadar savaşabilirdim. Ama her
şey kontrolümün dışında gelişiyor. Avladığım, canını acıttığım, yorduğum,
kırdığım bütün canlılardan af diliyorum. Kendimi karanlığın kollarına
bırakıp, kararımı ölümden yana kullanıyorum.
Bir an annesi belirdi karşısında. Ona kavuşacağını düşününce ölüm gözüne
çok daha güzel göründü. Vücudunda garip bir hafiflik hissetti. Odasını ve
cansız bedenini izledi uzun uzun. Duvarların içinden geçip, bütün
hastaneyi dolaştı. Yan odadaki doktorları gördü. Vedalaşmaya çalıştıysa
da sesini duyuramadı. Sonra her şey silikleşip kayboldu.
Uzak bir noktada güçlü bir ışığın karanlığı içine çektiğini gördü. Işık
yavaş yavaş büyüyüp hemşire kıza dönüştü. Ellerine takıldı gözleri. Ne
kadar küçük ve narindiler kendi ellerinin aksine. "Sevdiği biri var
mıdır?" diye düşündü yine. "Uzansam tutunabilir miyim ellerine?"
Hemşire şaşkınlık içinde bağırdı: "Koşun, hasta kendine geldi." Oda bir
sürü insanla doldu. O hâlâ düşünüyordu. "Acaba sevdiği biri var mıdır?"
Kaskatı kesilmiş bedenine hemşirenin ellerinin sıcaklığı yayıldı.