ÖYKÜ

Ayşe Korkmaz  






 
Dönüm Noktası


Siz beni gökyüzündeki heybetli duruşumla tanırsınız. Keskin gagamı, muhteşem kanatlarımı, koskoca bir hayvanı bile kavrayıp kaldıran pençelerimi bilirsiniz. Hem havalanıp uçabilecek kadar hafif hem de avını rahatça taşıyabilecek kadar güçlü bir hayvandır gördüğünüz. Cüssemden beklenmeyen bir çeviklikle avımın üzerine atlayışımı, vahşice parçalayışımı düşünmek istemezsiniz. Pençemdeki hayvanın korkuyla büyüyen gözleri, acılı çığlıkları aklınıza bile gelmez. Tükettiğim umutlardır oysa gücüme güç katan.

Önce, kim olduğunu hatırlamaya çalıştı. Beyninin yarısı yoktu. Ya da kafasının içindeki her şeyi söküp almıştı birileri. Kesik görüntüler belirdi sonra. Şakakları zonkluyordu. Çığlık çığlığa bağırmak, yattığı yerden silkinip kalkmak istedi, başaramadı.

Kanlar içinde, yerlere serilmiş insanlar görüyordu. Ve yine kanlar içinde yatan genç bir kadın. Kadının kim olduğunu bilmiyor, onu düşününce yüreğinin neden böyle daraldığını anlamıyordu. Ara sıra utangaç gözlerle etrafına bakınan bir genç kız karışıyordu aralarına.

Sonra kendini bir adamın yanında buldu. On beş, on altı yaşlarında olmalıydı. Eline bir silah tutuşturdu adam. "Sana orospu çocuğu demelerine izin verme!" diyordu. "Bu işi yap ki başımız yerden kalksın." "Ben vurursam yıllarca hapisten çıkamam. Senin yaşın küçük, fazla ceza yemezsin."

Başka bir adama kaçmıştı annesi. Neden yapmış, nasıl yapmış, sorgulamadı hiç. Ceza kesilmiş, infaz zamanı gelmişti. Gözünü kırpmadı öldürürken. Oysa dedesinin evine gittikleri günü çok iyi hatırlıyordu. Babasının içip içip annesini dövdüğünü, yetmezmiş gibi bazı geceler sokağa attığını anlatmışlardı. Cevap kesindi: "Erkek kısmı sever de, döver de... Gelinlikle çıktığın eve, ancak kefenle dönersin."

Babasının ölüm haberi geldiğinde ıslah evindeydi. Yine ölçüyü kaçırıp sokak ortasına sızmış, geç saatlerde gelen çöp kamyonunun altında kalmıştı.

Sonum böyle mi olmalıydı? Sertleşip esnekliğini yitiren pençelerim, göğsüme doğru kıvrılan upuzun gagamla küçücük bir böceği bile parçalayamayacak kadar zavallıyım. Ağırlaşan yaşlı kanatlarım, kartlaşmış tüylerimse artık uçamayacağımın habercisi.

Gözünü kırpmadan güneşe bakabilen tek canlıydım oysa. Bir gözümle avımı kontrol eder, diğeriyle rotamı izlerdim. Dönerek yükselirdim, yuvama uçarken. Güç, tehlikeyi de getiriyordu beraberinde. Kendimin olduğu kadar yavaş gelişen yavrularımın da güvenliğini düşünmem gerekliydi. Yuvamı bu yüzden kayalıkların en yüksek noktasına yapmıştım. Geçmişe dönüp baktığımda nasıl bu hale geldiğimi anlayamıyorum. O büyülü varlıktan, yaralı bir yalnızlık mı kalmalıydı geriye?


Neden sonra her şeyi hatırladı. Gece yarısı, tuzağa düşürülmüştü. Nerede hata yaptığını, nasıl deşifre olduğunu bilmiyordu. Hain bir kurşun, kâbusa çevirmişti hayatını. Günlerdir ölü gibi yatıyordu. Hareket etmeye çalıştıkça, daha da hissizleşiyordu vücudu. Bağırıp yardım istiyor, sesini duyuramıyordu. Ara sıra birkaç doktor uğruyordu yanına öylesine. Yürekten ilgilenen tek kişi hemşireydi. Çoğu zaman başında beklediğini hissediyordu kızın. Bu garip ölüm oyununa katılmaya çalışır gibiydi. Köyündeki sevdiğini görüyordu onda. O güzel, o mahcup köylü kızını... Başkasıyla evlendiğini duymuştu birkaç yıl önce. Ömür boyu bekleyemezdi ki.

Tetikçilere göre değildi evlilik. Atılan kurşunun her an geri dönme riski vardı çünkü. Bu risk, yalnız kendisi için değil, yakınları için de tehlikeliydi. İlk kez pişmanlıkduydu. Üç kuruş para uğruna değer miydi her şeyden vazgeçmeye?

Kırk yaşını geçen bütün kartalların yazgısıdır bu. Şartlar bizi zor bir karar aşamasına getirir. Ya ölümü seçer, kayalıklardan aşağıya bırakırız kendimizi, ya da korkunç acılarla dolu yeniden doğuş süresini başlatırız. Taşlara vura vura gagamızı düşürürüz önce. Çıkan yeni gagamızla pençelerimizi söker, yeni pençelerimizle kartlaşmış tüylerimizi yolarız. Beş ay kadar süren bütün bu yenileşme çabaları sonucunda ikinci bir yaşam başlar bizim için. Ancak o muhteşem ilk uçuş pek azımıza kısmet olur. Kimimiz en başından göze alamayız bunca acıyı kimimizse yarı yolda pes ederiz.

Hayata dönme adına çaba harcamak gelmiyordu içinden. Kendini kirlenmiş hissediyordu. Yapış yapıştı. Döktüğü onca kan ellerine, yüzüne, yüreğine bulaşmıştı. Temizlenmek, içindeki hayaletlerden kurtulmak istiyordu. Bunun tek yolu ölümdü. Ancak kanla ödenirdi kanın bedeli.

Ara sıra hemşirenin sesini duyuyor, "Sevdiği biri var mıdır?" diye düşünüyordu. Sonra yine öldürdüğü adamlar gelip geçiyordu gözlerinin önünden. Onları hemşire kızla aynı yere koyamıyordu kafasında.

Ne çok özledim gökyüzünü... Rüzgârla yarışmak, bulutları kucaklamak vardı şimdi. Gücün ve saltanatın zirvesinde olmak vardı. Avladığım hayvanların ölüm kalım savaşını veriyorum oysa. Her biri gırtlağımı sıkan başka bir ele dönüşüyor. Tam birinden kurtulmayı başarmışken bir başkası çörekleniyor üzerime.

Öldürdüğü adamlar onu karanlık bir zindanın içine çektiler. Kollarıyla, bacaklarıyla itiyor, kendini savunmaya çalışıyordu. Düşenlerin yerini başkaları dolduruyordu sürekli. Hepsine birden gücü yetmiyordu. Oysa ne kadar kolay olmuştu tek başına ölümleri.

İşini hep ev ortamlarının dışında yapmıştı. Öldüreceği insanların evlerine gitmez, yakınlarını tanımazdı. Her zaman katı ve acımasız olmak zorundaydı çünkü. En ufak bir duygusal tepki, hedefin şaşmasına neden olabilirdi. Devran dönmüş, sıra kendisine gelmişti.

Gücümün ve umudumun tükendiği yerdeyim. İçine düştüğüm dipsiz karanlık sinsice kendine çekiyor yaşlı bedenimi. Varlığım parmaklarımın arasından kayıp gidiyor. Yıllar boyu koskoca göklerin hükümdarı olan ben, ölüme karşı koyamıyorum. Hayat, öldürmeyi yaşam biçimi olarak dayatmasa ya da onca acıya değecek bir amacım olsa sonuna kadar savaşabilirdim. Ama her şey kontrolümün dışında gelişiyor. Avladığım, canını acıttığım, yorduğum, kırdığım bütün canlılardan af diliyorum. Kendimi karanlığın kollarına bırakıp, kararımı ölümden yana kullanıyorum.

Bir an annesi belirdi karşısında. Ona kavuşacağını düşününce ölüm gözüne çok daha güzel göründü. Vücudunda garip bir hafiflik hissetti. Odasını ve cansız bedenini izledi uzun uzun. Duvarların içinden geçip, bütün hastaneyi dolaştı. Yan odadaki doktorları gördü. Vedalaşmaya çalıştıysa da sesini duyuramadı. Sonra her şey silikleşip kayboldu.

Uzak bir noktada güçlü bir ışığın karanlığı içine çektiğini gördü. Işık yavaş yavaş büyüyüp hemşire kıza dönüştü. Ellerine takıldı gözleri. Ne kadar küçük ve narindiler kendi ellerinin aksine. "Sevdiği biri var mıdır?" diye düşündü yine. "Uzansam tutunabilir miyim ellerine?"

Hemşire şaşkınlık içinde bağırdı: "Koşun, hasta kendine geldi." Oda bir sürü insanla doldu. O hâlâ düşünüyordu. "Acaba sevdiği biri var mıdır?" Kaskatı kesilmiş bedenine hemşirenin ellerinin sıcaklığı yayıldı.


içindekiler    üst    geri    ileri   



 11