Şehrin yapıları arasında, bir dere kenarına kurulmuş eski bir mahallede
bir kır kahvehanesine gelmiştim. Şehrin modernleşme sürecinde bir kıyıda
sıkışıp kalmış bu eski mahallenin dar sokaklarının kirpi saçaklı
avlularından sokağa taşan hanımelleri, gül ibrişimleri insanı dingin bir
dünyanın içine çekiyordu. Ruhun dinlenmesi için iyi seçilmiş bir yer diye
düşündüm. Kahvehanenin bahçesindeki çınarların yoğun gölgesinden
yararlanan üç beş masa ve onların etrafına oturmuş birkaç kişi vardı. Bir
kısmı çaylarını yudumlarken sohbet ediyor bir kısmı da çevrenin
güzelliğinin sessizce keyfini çıkarıyordu. Huzursuz ve mutsuz değillerdi.
Belki içlerinde gizledikleri mutsuzlukları vardı ama unutmuş gibiydiler.
Üç ay önce yine bu şehre geldiğimde tanıdığım ve bir süre sonra iyi bir
arkadaş olduğum Gülsün, bir köşede önünde kâğıtlar ve bir iki kitabın
sayfaları içinde kaybolmuş gibi düşünceli, biraz da üzgün bir halde
oturuyordu. O kadar yoğun çalışıyordu ki adeta kendini bu şehre adamıştı.
Şehrin her yerindeydi, her parçası oydu. Şehrin güzelliklerini korumak
için uğraşıyor, eksilenlerinin peşinden koşuyordu. Sanırım bu sefer baya
zor bir işe el attı, diye, düşündüm.
Onu bir süre uzaktan seyrettim. Dalgalı kestane rengi saçları yüzünün
inceliğine dalgın suların aheste dalgaları gibi düzenli bir şekilde
dağılmıştı. Onun tasalı halini bir süre izledim. İçimdeki benin ona
yardım etmek için elini uzattığını, bir çocuğu sever gibi o güzel dalgalı
saçların olduğu başı okşadığını duyumsadım. Gülsün başını kaldırıp hüzün
dolu kara gözleriyle bana baktı. İçimdeki ben ve Gustav Klimt’in Adele
Bauer’ine benzeyen, biraz hüzün, biraz masumiyet ve gizem taşıyan bu bir
çift göz en derin sevgilerle bütünleşti. Ona sıkıca sarıldım bir dost,
bir sevgili ve hatta sevdiğim bu şehri kucaklar gibi... İnsan kendini
daha iyi hissedebilmesi için iyi bir dosta, arkadaşa, özel bir yere veya
o yerin ait olduğu şehre ihtiyaç duyar. Kendimi iyi hissediyordum, çünkü
hepsi mevcuttu. Ancak bende bu hissi uyandıran arkadaşım, dostum şu an
mutsuzdu, derin bir hüznün içinde ayakta durabilmek için zorlanıyordu.
Oturduğu masaya yaklaştım, üzgün halini biraz olsun düzeltmek, onu
anladığımı ifade etmek için, “Bakarsın bir gün düzelir her şey!’ dedim.
“Niye olmasın…” dedi.
Boş sandalyelerden birine oturdum. Gerçekten güzel seçilmiş bu yer bana
iyi gelecekti. Gün boyu bir oraya bir buraya koşturmuş, sevdiğim bu şehre
karşı görevlerimi yerine getirmeye çalışmıştım. Dinlenmeyi hak ediyordum.
Bu yorgunluğun üzerine bir çay iyi gelecekti. Sağıma soluma bakındım.
Garsonu göremedim.
“Bir şey mi aradın?”
“…Çay… çay söylemek istedim. İçeriz değil mi?”
“Kahve içelim!”
Benim göremediğim garson az ötedeydi.
“Bakar mısınız!...” diye seslendi
Henüz yeni çıkmaya başlamış bıyıkları ile genç garson tebessümle
onayladı.
“Bize iki sade kahve lütfen!” dedikten sonra bana dönerek “Sadeydi değil
mi?” diye sordu. “Evet, evet,” diye tercihini onayladım. Gülsün’ün
yüzündeki hüzün gittikçe artıyordu. Pırıl pırıl bir gökyüzünü kaplayan
yağmur bulutları gibi bütün çehresini sarmıştı. Sormak istedim ama
vazgeçtim. Çok fazla işine karışmak istemiyordum. Paylaşmak istediği bir
şeyler varsa anlatırdı ama yoksa susardı. Onun yaşadıkları ve bu gün
burada oluşu, tırnaklarıyla kazıyarak geldiği nokta ve bildiğim yaşam
hikâyesi beni susmaya zorladı. Bu arada kahvelerimiz de gelmişti. Belki
kahvelerimizi içerken anlatırdı. Birden,
“…..Kestiremedik ne yaptığımızı kim olduğumuzu
Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk
Köy köy bucak bucak memleket memleket…”* deyiverdi.
Şaşırdım! Bir şiir okuyordu, kelimeler yabancı gelmedi ama çıkaramadım.
Kimin şiiri olduğunu düşünmek yerine anlatmak istediğine odaklandım.
Tasasının nedeni ağırlaşmıştı. Benim şaşkınlığımı anlamış olacak ki
sözüne devam etti; “Abimi kaybettim.” Ve ağlamaya başladı. Bir süre
ağlamanın ona iyi geleceğini düşünerek sustum. Sonra o büyülü gözlerini
silerek düğümlenmiş boğazından çıkan kısık bir sesle, “Onu en son
gördüğümde altı yaşımdaydım ve ona öyle hayrandım ki! Giderken arkasına
dönüp dönüp bakıyordu. Ben de bir gün döneceğini düşünerek ona el
sallıyordum. Ta ki köyümüzün dağının gölgesinde kayboluncaya kadar… Ama
dönmedi! Önce abimin hasretine dayanamayan annemi sonra babamı kaybettim.
On kardeştik. En büyüğümüzdü. Onun sadece yaşadığını biliyorduk ve o bize
yetiyordu.” Konuşmasını kesti ve başını çınar ağacının dallarına doğru
kaldırdı.
“Çok üzüldüm. Başın sağ olsun. Biliyorum böyle anlarda kelimeler yetersiz
kalıyor,” dedim. İncecik kalem gibi parmaklarını dudağına götürerek bana
sus işareti yaptı ve ağacın dalları arasına bakmaya devam etti. Bir
bülbül ötüyordu. Gülsün’e ve o müthiş sese itaat ettim.
“Bizim oralarda da bülbül çoktur. Abim bülbülleri çok severdi”
Bakışlarını hâlâ ağacın dallarından ayırmamıştı. Devam etti; “Diğer
kuşlar da öter ama bülbül ötüşünde bir amaç, bir gerçek vardır. Aşkı
temsil eder. Biz içimizdeki sevgiyi aşkı ararız. Oysa onun sevgilisi
gül’dür. Biz ise inandığımız neyse onu arar, peşinden gideriz. İnanmak da
sevgidir, derdi abim”. Bakışlarını bana çevirerek konuşmasını sürdürdü.
Bense sadece dinliyordum. Gözlerinde birikmiş ama akmayan yaşla, “Abim de
sevgilisi olarak gördüğü inandıklarının arkasından gitti. O gitti, biz
tespih gibi savrulduk. Babam annem öldüğünde “doğmak ölmekle başlar”
demişti. Doğruymuş... Ama ben yıllardır ölümü unutmuştum.”
Uzunca bir süre sessiz kaldık. Bülbül ötmeye devam ediyordu. Onu teselli
edebilmek için, “Gerçekler ne olursa olsun insanlar içinde bulundukları
anı düşünüyor. Evet, unutuyoruz ölümü. Unutmamız da bence iyi. Acılar
bizler için. Unutma ki ölüm doğanın bir dengesi. Olduğu gibi kabul
edeceğiz. Sen güçlü bir insansın, atlatacaksın ve hayatına devam
edeceksin. Abin de öyle olmasını isterdi,” dedim. Güzel bir gün, güzel
bir yer, güzel bir şehir ve o şehrin parçası olmuş o güzel insan bir anda
kırık dökük oluvermişti. Güzellik dediğimiz şey hislerimizle beraber
güzeldi.
O gün fazla beraber olamadık, ben şehirden ayrılıncaya kadar da Gülsün’ü
göremedim. Ağır gelmişti bu ölüm ona! Veda etmek için telefon ettim, sesi
hâlâ hüzünlüydü. “Tekrar geldiğimde seni iyi görmek istiyorum,” dedim.
“Bilemiyorum.” dedi.
Uzun süre telefonlarımı açmadı. Ortak arkadaşlarıma sordum “arada sırada
karşılaşıyoruz, işiyle ilgileniyor. Fazla bir şey bilmiyoruz…” dediler.
Anladım ki ağabeyinin ölümünü benim dışımda kimseyle paylaşmamış. O şehre
birkaç defa daha gittim ama Gülsün’ü bulamadım. İş yerine uğradım, istifa
ettiğini sonra da görmediklerini söylediler. O gün oturduğumuz, onun çok
sevdiği kır kahvesine gittim, gelip gelmediğini sordum. Burasını çok
severdi, belki gelir diye saatlerce oturdum. O günkü hüzün geldi içime
çöktü. Kuşlar ötüyordu ama bülbülün ötüşünü duyamıyordum. “Bülbül
sevgilisini bulmuştu anlaşılan Gülsün!” dedim içim burkularak.
“Pardon! Gülsün hanımın arkadaşısınız değil mi?”
Biz Gülsün ile kahve söylediğimizde henüz bıyıkları yeni çıkmaya başlamış
garsondu. Önce tanıyamadım çünkü yarı çocuk yarı delikanlı hali gitmiş
yağız bir delikanlı olmuştu. Üstelik bıyıkları da yüzünün hakkını
veriyordu.
“Evet, benim…” dedim.
Elinde tuttuğu küçük bir zarfı bana uzatarak, “Bunu size vermemi
söylemişti.”
Zarfı aldım heyecanla, bir taraftan da garsona, “Gülsün hanım nerede? Ne
zaman verdi? Onu arıyorum, biliyor musunuz nerede? Uğruyor mu yine
buraya?” diye peş peşe sorular soruyordum.
“Hiçbir bilgim yok. Uzun süre önce uğrayıp bırakmıştı. Bir daha da
görmedim.”
“Ne kadar uzun süre? İyi miydi?
“İnanın ben de bir daha görmedim kendisini. Hatta size bu zarfı
veremeyeceğimi sanıyordum. Siz de yoktunuz uzun zamandır.”
Teşekkür ederek garsonu yolladım. Ona dair bir şey öğrenememenin üzüntüsü
ve büyük bir merakla zarfı açtım, içindeki küçük bir kağıtta Gülsün’ün el
yazısı,
“…yalnızım ah yalnızım
Son yolcularım da gitti
Ne kurt kaldı ortada ne kuş (-bülbül- yazmış parantez içine)
Pencerelerde rüzgârın ıslıkları…”**
Bakarsın bir gün düzelir her şey! Gülsün…
Ben bu şehre ilk geldiğimde ruhumu teslim aldığını ve benim için
farklılıklar yaratacağını hissetmiştim. Bana güzel bir dost armağan edip
armağanı da geri almıştı. Gülsün bu şehre o kadar yakışıyor ve
anlamlandırıyordu ki; şehir onsuz güzelliğini yitiriyor, tüm anılarım
siyah beyaza dönüyordu. Ben, şehir ve Gülsün darmadağın olmuştuk.
Hiçbir zaman ona “ -Nerelisin?” diye soramadım. Nerede doğmuş olursa
olsun, O bu şehirliydi! Eğer sorsaydım onun şehrine gider arar bulurdum.
Bilmiyorum! Gülsün belki de buralıydı. Bu şehrin kitabıydı. Kelimeleri,
bu şehrin kaldırımları, dar sokakları, ağaçları, bir anda ötüşünü
duyduğunuz bülbülleriydi. Gülsün o kitabın başlığıydı!
Ankara
________________________
* Atillâ İLHAN- Korkunun Krallığı/ ağır kan kaybı s.27
** Atillâ İLHAN- Korkunun Krallığı/ekim,akşam s.53