Aklı Silin ve
Bedeninizi “Kutsal” Bir İkonaya Dönüştürün!.. (II)
Birinci bölümde, Georg Lukacs’ın Marksist tümcül bilimle bakışımlı
estetik kuramında temel ilkenin, özün belirleyiciliği olduğunu
belirtmiştik. Özdeki gerçeklikten vücuda gelen kurucu ilkenin mülkiyet
toplumuyla birlikte, büyüye dayanan doğrudan yansıtmadan ayrışıp sınıfsal
çatışkılara dayandığı, nesne ile özne arasındaki dolayımsız ilişkinin son
bularak etik ve politik bir sorumluluk kazandığı ve burada toplumun
çoğunluğunu kapsayan bir tarafgirlik meselesinin doğduğunu yine estetiğin
ilkeleri olarak ele almıştık.
Modernizmin karşı estetik yapılanması
Modern burjuva edebiyatından modernizme geçişte, burjuvazinin yarattığı
hayal kırıklığının; savaş, baskı ve şiddet ortamının bir sonucu olarak
trajik ve dramsal çatışkıyı belli etik ve evrensel temsillerle dile
getirmeyi samimi bulmayan yazar hümanizmden koparak yeni bir özerklik
arayışına girdi. Sözcüklerin dolaşımda olan dilbilimsel anlamları,
özdeşlikler temelinde nesnel bütünlük içerimleri artık sorunlu bulunuyor;
bu tür bir içeriğin yasanın, ideolojinin, ahlakın belirleyiciliğinde
olduğu savıyla anlam yapıları parçalanıyordu. Akıl; kuramcı,
tasarımlayıcı yapısı ile insanın varoluşsal arzularından kopuk, sürekli
iktidarın hizmetinde; topluma düşman; yönsenmiş bir olguydu; bundan böyle
akla değil sezginin, duyusalın anlam kipine kulak verilecekti. Bu,
kapitalist (özel mülkiyetli) toplumda aklı ve bedeni ikiye ayrılmış ve
özduyusal bilgisi yabancılaşmış olan insanın yeniden keşfiydi, bir
farkla; duyusal olarak arzunun ve alımlananın; yani ihtiyacın ve nesnenin
(emeğin) tamamıyla özel mülkiyetin eline geçmiş olduğu gerçeğini ortadan
kaldırarak. İnsan arzusunu ve öz bilincini yeniden keşfeden Modernist;
bunun insanın kendisi için gerçekleşmesinin; üretim biçiminin yapısından
kaynaklı özel mülkiyet ve yabancılaşma toplumunda imkânsızlığını
bilmezden geliyor ve yapıtını, soyut varlıklar üzerine inşa ediyordu.
Özetle dış dünyanın acımasızlığından, sosyalizm dâhil tüm kuramları inkâr
ederek kaçan yazar, bazen esrikleşerek bazen üç maymunu oynayarak bazen
de nihilist bunalımını görkemleştirerek iç dünyasında kendini ilkelin
büyü çağına ya da cennetin saflığına yeniden ışınlıyordu. Sonuçta dış
dünyaya yönelik tümüyle ya edilgenliğin ya nedensizliğin hâkim olduğu bir
gizemlilik; anlamsal parçalanma yeni estetik olarak ortaya konuyordu.
Lukacs Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı kitabında, 19. yüzyılın sonunda henüz
ortaya çıkan Modernist eğilimle, burjuva hümanist eğilimi karşılaştırır
ve eleştirel toplumcu gerçekçiliğin de diyalektik tümcül biliminin
ışığında temellerini koyar.
“Modernist burjuva (yenilikçi) eleştirmenlerin, kendi benimsedikleri
burjuva ölçütlere, üslup ve tekniklere aşırı derecede önem veren
yaklaşımları kaçınmamız gereken şeydir. Bu yaklaşım “yeni” edebiyatla
geleneksel “edebiyat” (yani geçen yüzyılın üsluplarına bağlı kalan
yazarlar) arasında kesin bir ayrım yapmaktadır. Gerçekte ise, asıl
biçimsel sorunları saptamayı başaramamakta, bunların ayrılmaz bir parçası
olan diyalektiği görmezden gelmektedir. Burada üslup ayrılıklarının
önemini abartarak karşıt üslupları belirleyen ve gerçekte bu üslupların
temelinde yatan karşıt ilkeleri gizleyen düzmece bir kutuplaşma ile karlı
karşıyayız”. ( Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, s.21, Payel, 5. basım)
Kitabın orijinal basımından bu yana altmış bir yıl geçmiş olmasına rağmen
sanat ve edebiyat ortamının modernistlerinin, bugünkü postmodern
eğilimlere evrilmesi, küresel kapitalizm ve savaş gerçeğinin görece
insanlığın ortak geleceği üzerindeki zaferi açısından şaşırtıcı
görünmüyor.
Burjuva devrimlerinin ertesinde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında
Avrupa’da hızla gelişen işçi sınıfını mücadelelerinin ayaklanma ve sokak
barikatlarında aldığı ağır yenilgiler, gelişmekte olan kapitalizmin
yarattığı baş döndürücü yeni kültür endüstrisi sanatçının içine doğduğu
ortamda, modernizmin nesnel koşullarını yaratmıştır.
Burjuva toplumunun bir dönem sarıldığı değerlerin alt üst olduğu ve
gerçekte insanın yıkımına yol açan ikiyüzlü kurumlar ve savaşlar çağında
her türlü hakikatin kuşku götürür olduğuna olan inancı tamdır Modernist
sanatçı ve eleştirmenin. Bu yüzden yukarıda belirttiğim üzere her türlü
hakikati reddederek, her türlü kuramı politik, kirli amaçlar için
tasarlanmış yalanlar sayarak kendi iç dünyasına yönelecek ve öznel
deneyimlerinden, gözlemlerinden mutlak doğrular yaratacak ya da insanı
toplumdan soyutlayarak her türlü varoluşun, nesnenin kendi başına
biricikliğini savunarak saf, imkânsız bilgiye erişmeye çalışacaktır.
Felsefi açıklamasını Martin Heidegger’de bulan bu tür bir insan, kendi
yalnızlığı ve yazgısı içinde “varlığa atılmış insan”dır.
Lukacs’a göre böyle tasarlanan bir insan tarih dışı bir varlıktır ve
Modernist edebiyatta iki şekilde kendini gösterir: Birincisinde kahraman
kendi yaşantısının sınırları içerisine hapsedilmiştir. Ne onun için, ne
de görüldüğü kadar yaratıcısı için, kendisinin ötesinde onu etkileyen ya
da onun tarafından etkilenen bir gerçeklik vardır. İkincisinde kahraman
kendi kişisel tarihi olmayan biridir. Anlamsız, anlaşılmaz bir şekilde
“dünyaya atılmış”tır. Dünyayla ilişki kurarak gelişmez; ne o dünyaya
biçim verir, ne de dünya ona. Bu edebiyattaki tek “gelişme” insan
yazgısının yavaş yavaş açığa vurulmasıdır. (…) İncelenen gerçek duraldır.
(a.g.e s.26)
Somut soyut gizillik ve öznel durumun mutlaklaştırılması
Bu durum diyalektik düşünme yöntemi yerine idealist ve metafizik
anlayışların ağırlık kazanmasıdır. Lukacs modernizmin en belirgin
özelliklerinden biri olarak öznel gerçeklik ile nesnel gerçekliğin
arasındaki karşılıklı ilişkinin kaybolduğunu belirtir. Marx’ın Hegel’den
devralıp ayakları üzerine oturttuğu tümcül bilimcilik kuramının yöntemi
olan Diyalektik Maddeciliğin içsel ilişkiler yasası, varoluşa içkin
olarak somut durumun analizidir ve mutlak bir kesinlik içermez. Lukacs bu
özdeşliğin mevcut çelişkilerle, sıçramalarla evirileceği yeni sürecin
tahmin edilmesini fakat gelecek açısından olgusal düzeyde kesin
bilinmemesini edebiyat yapıtında olması gereken somut gizillik olarak
açıklar. Herhangi bir özdeşliğin kendi içerisindeki çelişkilerle sürekli
devinimini evrimsel gelişmesini ve nitelik sıçramasını ortaya koyan
diyalektik yöntem; özneyi ya da tekili bu sürecin ve akışın içinde
kavrar. Tekilin ya da öznenin bu özdeşlikten ya da özdeşliği içeren
tarihsel evrensel bağlamdan kopartılarak öznenin keyfiyetine bağlandığı
duruma Lukacs soyut gizillik tabirini kullanmaktadır. Modernist edebiyat
ise artık somut ve soyut gizillik ararsındaki bu farkı ortadan kaldırarak
nesnel gerçekliği yadsır ve tekilin ya da öznenin düşüncelerini ya da
özgül bir zamandaki ve koşullardaki durumunu mutlaklaştırır. Modernist
yazarın içine düştüğü bu durum sözünü ettiğimiz hayal kırıklığı ve
hakikat konusunda işine düştüğü sıkışmanın sonucudur.
Lukacs dönemin Modernist şairlerinden Gottfred Benn’in şu görüşünü yer
verir: “gerçeklik diye bir şey yoktur. Yalnızca kendi yaratıcılığıyla dış
dünyalar kuran, bunları değiştirip yeniden kuran insan bilinci vardır “
(a.g.e s. 30)
Benn aynı zamanda her tür düşüncenin karşısında insanın hayvansı bedenini
savunarak gerçekliği toplumsal tarihsel bağlamdan koparır maddesel bir
boyuta indirger. İnsan bedenini, duyusalın ve duyguların kendisine
yabancılaştığı mülkiyet bedeni değilmiş de mutlak bir özgürlük alanı
içerisindeymiş gibi düşünür.
Bu metafizik görüşlerin şiire ilişkin benzerlerini ikinci yeni
kuşağındaki birçok şairin savunduğunu Asım Bezirci İkinci Yeni Olayı
kitabında gösterir. İlhan Berk gibi kimi gençler, “Türk şiirinin
örneklerine eski diye sırt çevirmişler, batı şiirinin eskitip geride
bıraktığı deneyleri yenilik diye önümüze sürmüşlerdir” (İkinci Yeni
Olayı, Everensel basım, 2013, s.9)
Bezirci’ye göre sorun, Modernist akımlar olan Gerçeküstücülüğün,
Simgeciliğin (alegori), Düş biçimciliğin, Dadacılığın teknik olarak
yararlılıklarının, biçimsel zenginliklerinin kullanılması yerine dekadans
(çöküntü) içeriklerinin sürdürülmesidir. Aynı anlam bozucu, aklı
dışlayıcı, içerik; evrensel/toplumsal/sınıfsal bağlamdan kopuyor,
diyalektik birliği yıkıyor. Bu durumda ya öznel deneyimi mutlaklaştırıyor
ya duyularla algılananı saf algı düzeyine indirgeyerek, genel kavramdan
kaçınmak adına maddenin kendisini fetişleştiriyor ve böylelikle bölük
pörçük, eklektik yapıyı gerçeğin yeni bir inkârı; yeni bir gericilik
biçiminde sürdürüyor. Birinci durum yani, öznel deneyimin, bireysel
görüşün; kuramdan bağımsız şekilde mutlak doğru kabul edilmesi öznel
idealizme yol açarken, kuramı tümden ortadan kaldırarak maddeye dönük
algının çoklu, hatta sürekli dönüş ve yeni bağlantılarla sonsuz anlamlar
olarak fetişleştirilmesi özdekçi bir metafiziğe varıyor ki bu sapma
postmodern felsefe adındaki safsatasının bugünkü anahtarıdır.
“Yaptıkları iş, değişik çığrıların bazı verilerini “eklektik” bir tutumla
ve pamuk ipliğiyle birbirine bağlamaktan öteye gitmiyor. Öyleyken Rimbaud,
Cummings, Mallarme, Lautreamont, Tzara, Breton, Thomas, Pound, Michaux,
Char gibi tutarlı şairlerin adlarını sık sık ve kasılarak anıyorlar.
Böylece, kendilerini onların yolunda ve yanında birer yenilik öncüsü diye
göstermiş oluyorlar. Yazık ki işin içyüzünü bilmeyen kimi gençler de buna
kanarak onların ardına takılıyorlar.” ( a.g.e s. 97)
“(...) Bunun sonucu, edebiyatımızı toy, güçsüz, kof değerler kaplıyor.
Gerçek değerler gölgeleniyor, seçilmez oluyor. Keçiboynuzundan şeker
çıkarır gibi yoruluyoruz. Bir tek güzel şiir bulmak için yüzlerce deneme
okumak zorunda kalıyoruz. Bir bezginlik sarıyor içimizi.”
(a.g.e s.9)
“(…) İkinci Yeni’nin ortaya çıkışına bir sürü etken gösterilebilir. (…)
Bunlardan en önemlisi, toplumumuzun 1950’den sonra geçirdiği bunalım olsa
gerek. (…) İkinci Yeni’ye bir çeşit “Bunalım Şiiri” demek yerinde olur.”(a.g.e s.99)
Bu satırlar günümüz şiiri için de yabancı değil. Bezirci’nin ellili
altmışlı yıllara dönük, ikinci yeninin ayrıntılı örneklerini irdeleyerek,
diyalektik maddeci yöntemle analiz ederek yaptığı, gerçekçilikten kopuş
ve batıda gelişen Modernist yapıyı taklit tespitleri bugün içerik ve
biçimlerini daha da genişleterek post Modernist bir yapıya evirilerek
varlığını sürdürüyor.
Postmodern tutum emperyalist sürecin yeni biçimlerde, malileşme,
küreselleşme dönemeçlerinde, bunalımını sürekli kıldığı; henüz kendisine
karşı toplumsal dinamiklerin kolektif dönüştürücü güçte gelişmediği bir
dünyada, her alanda gerçekçiliğe karşı hala hortlaktan hortlamış bir
ceset görkemi olarak “hâkimiyetini” koruyor.
Bu durumda iç dünyada olup biten anlam kaybının, hiçlik duygusunun ve
karamsarlığın ilk uğrağı doğalcılık ve ruhsal çöküntüdür. Doğalcı yazar,
o yıkıntıya uğramış, tahrip olmuş, yozlaşmış öznenin ya da olgunun
durumunu toplumsal sınıfsal kavrayıştan bağımsız olarak belirli, dar bir
çevrenin sonuçları olarak tartışır; kahramanın başına gelenler bir
yazgıymış gibi yönsenir. Mevcut koşullar, öznel zaman aşkınlaştırılarak,
nesnel gerçeklik çarpıtılır. Bu durumda okura kalan bulantı, tedirginlik,
karamsarlık ve umutsuzluktur. Yazar olguları ele alırken farkında olarak
ya da olmadan onları ablukaya da alır ve dondurur. Geçmiş ve gelecek
örüntüleri yoktur. Bir felaket, yıkım, kötücül güçler ve acı bir yazgı
olarak kendilerinin, ailelerinin, şansızlıklarının sebebi ve
sonucudurlar. Felaketin arkasında yatan gerçek toplumsal nedenler bir
tarih bilincinin perspektifinden sorunsal haline getirilemez ve yazarın
dünya görüşünden kaynaklı donuk bir dünya mutlaklaştırılır. Bu boğuntu
edebiyatı ileriki bölümde inceleyeceğimiz üzere Lukacs’da Kafka
üzerinden, Walter Benjamin’de Baudelaire üzerinden örneklendirilir.
Öznel ve evrensel tip arasındaki ilişki ve perspektif (fikirsel yönseme)
Lukacs’a göre kişinin çevresi ile bütünsel ilişkilerinin ortadan
kaldırılması, gerçekliğin bu basit algılanışı, tipoloji olarak
adlandırdığı nesnel bütünlüğün özelliklerini yansıtan ve çatışmanın ürünü
olan gerçek kişiliğin dağılmasına da yol açıyor. İnsan birbirine bağlı
olamayan ve nedeni anlaşılmayan yaşantı parçalarına ayrılıyor.
(a.g.e s.
31,32) ve bu durum doğalcı edebiyattan Modernist edebiyata uzanan bir
köprü görevini görüyor.
Sovyet Edebiyat Bilimcisi Gennadiy Pospelov ise gerçekçi edebiyat
eserinin çıkışında bir çatışma olduğunu belirtir. Trajik veya drama
dayalı bu çatışma diyalektik bir bütünlük içerisinde sorunsal ile bağlam
kurularak, kahramanların sınıfsal ve toplumsal kavrayışları olarak
yansıtılır. Böylece kahraman evrensel tipiğin ortaya çıktığı somut bir
tipoloji olarak belirli bir duygusal fikirsel yönsemeye sahip olur.
Lukacs ise perspektif olarak nitelediği bu yönseme duygusunun
başkaldırıyı hiçliğe kaçışta bulan doğalcı ya da Modernist eserlerde
olmadığını belirtir. (a.g.e s.35)
Burada yönseme ya da perspektifin yani eserin fikirsel olarak
belirlemenin Modernist ve günümüz post Modernist anlayışlarınca da oklara
hedef olduğunu biliyoruz. Bir eserin içermiş olduğu veya içereceği dünya
görüşü o eserin estetik gücünü gölgede bırakacaktır bu anlayışlara göre.
Marksist bakışta ve Lukacs’ın estetik kuramında dünya görüşü, eserdeki
olguların, olayların nesnel gerçeklik içinde yansıtılmasıdır. Nesnel
gerçeklik, her bileşenin karşılıklı devingen ilişkiler içerisinde olduğu
özdeş bütünün tüm ayrıntılarda içerilmesidir. Eserde öz olarak çıkan bu
yapının anlamı aslında yönsenmiş olan değildir kendinde olan şeydir.
Özdeşliğin ve tarihsel aşamanın akış anındaki görüntüsünü yazarın çıkarıp
göstermesi dediğimiz şey, eserin fikirsel duygusal yönsemedir ki asıl
bunu ortaya çıkarmadığımız sürece gerçekliğe karşı bir estetik kurmuş
oluruz. Bir nesnel bütünlüğün içerisinde belirlenimden söz ettiğimizde
özdeşliğin kendi içerisindeki farkları, çelişkileri olumsuzlamaktan
bahsetmiyoruz. Post modernler kurama ve diyalektiğe en çok bu noktadan
saldırırılar. Marx’ın ortaya koyduğu haliyle bu belirleme, bileşenler
ararsındaki göreli nedensel ağırlıklı etkilerin ve çelişkilerin
karşılıklı birbirini yadsıma etkisinin sonucudur. Bu öznelliğin keyfi bir
yorumu değil eşyanın doğası olarak gelişen bir akıştır. Edebiyat
yapıtında önem sırasına göre seçim ve belirlenimi yansıtma özün doğasını
oluşturan önemli bir boyuttur. Yabancılaşma toplumunun kendi iç
çelişkilerinden ve içsel ilişkilerin tekilleri arasındaki hiyerarşiden
doğan bir ahlaki ve politik amaç, gerçekliğin doğasından ileri gelir.
Sınıflara bölünmüş bir toplumsal bütünde tekillerin arasına hiyerarşiyi
ve belirlenimi yok saymak, post yapısalcıların ve bugünkü post
modernlerin yaptığı türden eşitlik kurmak; örneğin iki kaşıt sınıfı ve
bunların kendi varlıklarını sürdürmek konusundaki ilerici ve gerici
doğalarını, karşıt tutumlarını ve eskinin bağrında yer alan ilerici
öğelerin devinimlerini görmemek demektir. Toplumda bu tür çatışkıların
varlığı, sanatta önemli olanın seçilimi ilkesini gerektirir ve Lukacs’ın
tarafgirlik ya da perspektif olarak ortaya koyduğu ilkedir ki aşkın bir
yönseme değil yadsınmanın yadsınması şeklinde bir ilerlemeye sahne olan
içkin bir belirlenim ile bağlıdır.