TANRININ GÖZÜ

Tanrının gözü beyaz çorba kasesinin içinde yuvarlak ve kenarları kırmızı duruyordu. Çorba kasesi, mutfağımızdaki masanın üzerindeydi. Büyücek bir balığın kanlı iç organları ve süt beyazı iskeleti masayı bir savaş alanına çevirmişti. Beyaz kasedeki göz bir morina balığınındı. Balık, iri parçalar halinde tencereye atılmış pişiyordu. Göz yapayalnızdı. Tanrının gözüydü.

Çatalınla kâsedeki gözü oradan itmesen iyi edersin, dedi annem.

Ben, kaygan ve yuvarlak göze kâsenin virajlarını büyük bir hızla daldırırken : ama neden? Diye sordum. O fark etmez ki artık. Pişiyor çünkü.

Bir gözle oynanmaz. Aziz Tanrı, gözü tıpkı kendi gözü gibi yaratmıştır, dedi annem.

Morinanın gözüne baş döndürücü bir hızla tur attırmayı ansızın bırakıp sordum : bu göz, Aziz Tanrının gözü mü şimdi?

Elbette, diye yanıtladı annem, Aziz Tanrının gözü.

Morinanın değil mi yani? Diye üsteledim ben.

Morinanın da. Ama asıl Aziz Tanrının.

Kâseden başımı kaldırıp baktığımda annemin ağladığını gördüm. Mutfağımızda morina balığı piştiği gün büyükbabam ölmüştü. Annem ağladı ve dışarı çıktı. Bunun üzerine, ortasında tek başına göz, kenarları kırmız göz bulunan kâseyi iyice çektim önüme. Ağzımı kâseye iyice yaklaştırdım.

Sen Aziz Tanrının gözü müsün? Diye sordum fısıldayarak. O zaman büyükbabamın bugün neden öyle ansızın öldüğünü söyleyebilirsin. Söyle hadi, söyle.

Göz bir şey demedi.

Bir üstünlük duygusuyla : bunu bile bilmiyorsun, bir de Tanrı'nın gözü olacaksın, büyükbabamın neden öldüğünü bile bilmiyorsun, dedim. Büyükbabam ileride dönüp yine gelecek mi, diye sordum bu kez kâsenin hemen üstünden. İleride yine gelecek mi, biliyor musun, ha, söyle hadi! Herhalde biliyorsundur bunu! Bir daha hiç, hiç gelmeyecek mi?

Göz bir şey demedi.

Bunun üzerine kâseyi öfkeyle itip uzaklaştırdım önümden. Göz sıçradığı bir kâsenin kenarından kayıp yere düştü. Ve yerde kaldı öylece. Göz yerde serilmiş yatıyordu. Ve tanrının gözüydü. Tanrının gözü yerde yatıyor, hiçbir şey söylemiyordu. Bir kez daha başımı çevirip baktım. Hayır, hiçbir şey söylemiyordu. Ayağa kalktım. Yavaşça doğrulup kalktım. Tanrıya zaman tanımak istiyordum. Ağır ağır, ağır ağır mutfağın kapısına doğru yürüdüm. Elimi kapının tokmağına uzattım. Usulca çevirdim tokmağı. Sırtım göze dönük, uzun, çok uzun bir süre dikildim kapıda. Bir yanıt gelmedi. Göz, hiçbir şey söylemiyordu. Dönüp arkama bakmadan gürültüyle çıktım dışarı.


Çeviren : Kâmuran Şipal


 ͠    ͠    ͠    ͠

KEDİ DONMUŞTU KARDA

Geceleyin adamlar yürüyordu yolda. Bir türkü mırıldanıyorlardı. Arkalarında bir kızıl leke gecenin koynunda. Çirkin bir lekeydi. Leke bir köydü de. Köy mü, o yanıyordu. Adamlar kundaklamışlardı. Çünkü adamlar askerdi. Savaş vardı da. Ve kar adamların kabaralı postalları altında feryat ediyordu. Çirkin çirkin feryat ediyordu kar. Herkes evlerinin çevresinde dikeleşiyordu. Evler mi, evler yanıyordu. Kap kacaklarını, çocuklarını ve yataklarını koltuk altlarına sıkıştırmışlardı. Kedi çığlıkları duyuluyordu kanlı karda. Ve kar yangından bir kızıldı ki. Ve susuyordu. Çünkü insanlar çatır çutur evlerinin çevresinde dilsiz dikeleşiyordu da. Ve işte bunun için feryat edemiyordu kar. Kiminin tahta tasvirleri de vardı yanında. Küçük küçük, altın ve gümüş yaldızdan ve mavi. Bir adam görülüyordu tasvirlerde oval yüzlü, kumral sakallı. Bu pek güzel adamın gözlerinin içine bakıyorlardı çılgın gibi. Ama evler, onlar yine yanıyordu, yanıyor da yanıyordu.

Bir köy daha vardı bu köyün yanında. Oradakiler bu gece pencerelere üşüşmüştü. Ve kimi kar, mehtaplı kar, hatta biraz pembeleşiyordu ötedeki yangından. Ve herkes birbirine bakıyordu. Hayvanlar güm güm ahır duvarlarına vuruyordu başlarını. Ve herkes karanlıkta belki önü sıra uyukluyordu.

Dazlak kafalı adamlar masa başında dikeleşiyordu. İki saat önce kırmızı kalemle bir çizgi çekmişti biri. Bir haritaya. Harita üzerinde bir nokta vardı. Nokta köydü. Ve sonra telefon etmişti biri. Ve sonra askerler o lekeyi oturtmuşlardı gecenin koynuna: kanlı ateşler içindeki köyü. Üşüyen feryat eden kedileriyle pembe karda. Ve dazlak kafalı adamların orda yine hafiften müzik çalmaya başlamıştı. Kızın biri şarkılar okuyordu. Ve kimi bir gümbürtü duyuluyordu arada. Çok uzaklarda.

Akşamleyin adamlar yürüyordu yolda. Bir türkü mırıldanıyorlardı. Ve kokusunu duyuyorlardı, armut ağaçlarının. Savaş yoktu. Ve adamlar asker değildi. Ama derken kan kırmızısı bir leke belirdi gökte. O vakit adamlar kestiler türküyü. Ve biri dedi ki: bak bak, güneş. Ve sonra tekrar yürüdüler. Ama türkü mırıldanmıyorlardı artık. Çünkü çiçeğe durmuş armutlar altında feryat ediyordu pembe kar. Ve pembe karı ömürleri boyunca bir daha unutamadılar.

Yarı yıkık bir köyde çocuklar kömürleşmiş tahta parçalarıyla oynuyordu. Ve derken, derken bir beyaz tahta parçası geçti ellerine. Tahta parçası bir kemikti. Çocuklar mı, çocuklar kemikle vurmaya başladılar ahır duvarına. Öyle bir ses çıkarıyordu ki, sanki bir davula vurur gibi biri. Tak, yapıyordu kemik, tak, tak, tak. Öyle bir ses çıkarıyordu ki, sanki bir davula vurur gibi biri. Ve seviniyordu çocuklar. İşte öylesine tatlı duru bir sesti. Kemik mi, bir kedinindi kemik.

Çeviren : Kâmuran Şipal
 

 ͠    ͠    ͠    ͠

ÜÇ YASLI KRAL

Kentin karanlık kenar mahallelerinde paldır küldür yürüyordu adam. Göğe karşı yıkık evler duruyordu. Ay yoktu ve kaldırım bu vakitsiz adımlardan ürkmüş gibiydi. Derken eski bir tahta çit buldu adam. Çürümüş tahtalardan biri iniltiyle kopana değin çite tekmeler savurdu. Gevrek ve tatlı bir koku saçıldı etrafa. Kentin kenar mahallelerinde paldır küldür yürüyüp geri döndü adam. Gökte yıldız yoktu.

Kapıyı açınca ( ağladı sanki kapı, açılırken), karısının soluk mavi bakışlarıyla karşılaştı. Yorgun bir yüzden geliyordu bakışlar. Karısı soludukça solukları ak ak sarkıp kalıyordu odanın içinde. İşte öylesine soğuktu. Adam kemikli dizini büküp kırdı tahtayı. Tahta inildedi. Derken gevrek ve tatlı bir koku saldı dört bir yana. Tahtadan bir parça alıp burnuna tuttu. Nerdeyse pasta gibi kokuyor mübarek, usulca güldü. Sakın, diye seslendi karısının gözleri, gülme sakın, çocuk uyuyor.

Adam tatlı gevrek tahtayı küçük saç sobaya attı. Birden tutuştu, parıldadı tahtalar ve bir avuç sıcak ışık saçtı odanın içine. Işık minik toparlak bir yüz üzerine düştü pırıl pırıl ve bir an öyle kaldı. Yüz henüz bir saatlikti, ama bir yüzde ne varsa hepsine sahipti: Kulaklar, burun, ağız ve gözler. Gözler iriydi besbelli. Yumuktular ya, gene de belli oluyordu. Ama ağız açıktı ve usul usul girip çıkıyordu hava aralıktan.Burun ve kulaklar kırmızıydı. Yaşıyor diye düşündü kadın. Ve küçük yüz uyuyordu.

Yulaf ezmesi de var daha, dedi adam. Evet, diye cevapladı kadın, iyi ki var. Üşüyorum. Adam tatlı yumuşak tahtadan bir parça daha aldı. Çocuğu oldu, üşüyecek elbet, diye düşündü. Ama karısı üşüdüğü için yumruklarını suratına indireceği bir kimse bilmiyordu. Sobanın kapağını açınca, yine bir tutam ışık uyuyan yüz üzerine düştü. Bak, dedi kadın usulca. Ermişlerin yüzündeki nura benziyor, görüyor musun? Ermişlerin yüzündeki nur, diye düşündü adam. Ama yumruklarını suratına indireceği bir kimse bilmiyordu.

Derken birileri belirdi kapıda. Işığı gördük de, dediler, pencereden. Şöyle bir on dakika oturalım, dedik.

Ama bir çocuk var evde, diye cevapladı adam. O vakit bir şey demediler, ama yine de girdiler odaya. Burunlarından buğu püskürüyorlar, ayaklarını havadan havadan atıyorlardı. Hiç ses etmeyiz, diye fısıldadılar ve ayaklarını havadan havadan atarak yürüdüler. Derken odanın ışığı düştü üzerlerine. Üç kişiydiler. Eski üniformalar giymişlerdi. Birinde bir karton kutu vardı, birinde bir torba. Ve üçüncüsünün elleri yoktu. Dondular da, dedi ve elsiz kollarını yukarı kaldırdı. Sonra paltosunun cebini adamdan yana çevirdi. Tütün vardı cepte ve ince kağıt. Sigara sarmaya durdular. Ama kadın, sakın, dedi, çocuk.

O zaman dördü birden kapının önüne çıktılar. Sigaraları dört nokta gibiydi gecede. Birinin şişman, sarılıp sarmalanmış ayakları vardı. Torbasından bir tahta parçası çıkardı. Bir eşek, dedi, oyayım diye yedi ay uğraştım. Çocuk için. Böyle deyip adama verdi eşeği. Ayaklarınıza ne oldu, diye sordu adam. Akıntı,dedi eşeği oyan, açlıktan. Peki onun, üçüncü arkadaşın nesi var? diye sordu adama bunun üzerine ve karanlıkta elini eşeğin üzerinde gezdirdi. Üçüncüleri üniformasının altında titriyordu. Oh, bir şey yok, diye fısıldadı. Sinir sade. Bu kadar çok korkulara uğrarsa insan. Derken sigaralarını ayaklarıyla söndürüp, yine içeri girdiler.

Ayaklarını havadan havaya atarak yaklaştılar ve uyuyan çocuğun yüzüne baktılar.Titremelisi iki sarı bonbon çıkardı kutudan ve kadın için, dedi.

Üç Yaslılar'ın çocuğun üzerine eğildiğini görünce, fincan gibi açıldı kadının soluk mavi gözleri. Korkmuştu. Ama derken ayaklarını kadının göğsüne dayadı çocuk ve öylesine güçlü bir çığlık attı ki, Üç Yaslılar tabanlarını kaldırıp usulca kapıya kaydılar. Kapıda bir kez daha başlarıyla selam verip, gecenin koynuna indiler.

Adam arkalarından baktı. Ne acayip ermişler, diye seslendi karısına. Sonra gidip örttü kapıyı. Amma da güzel ermişler, diye homurdandı ve yulaf ezmesine düştü gözleri. Ama bir yüz yoktu ki, tutup yumruklarını indirsin.


Ama çocuk bağırdı, diye fısıldadı kadın. Var gücüyle bağırdı. Onun üzerine gittiler. Bak ne kadar hareketli, dedi kadın gururla. Derken yüz, ağzını açıp bağırmaya başladı.

Ağlıyor mu? Diye sordu adam.

Yo, gülüyor sanırım, diye cevapladı kadın.

Nerdeyse pasta gibi, dedi adam ve tahtayı kokladı. Pasta gibi. Pek tatlı.

Bu gün Noel zaten, dedi kadın.

Evet, Noel diye homurdandı adam ve sobadan doğru bir tutam ışık uyuyan minik yüz üzerine düştü pırıl pırıl.

Çeviren : Kâmuran Şipal
 

 ͠    ͠    ͠    ͠

KANGURU

Sabah. Nöbetçiler pinekliyordu. Battaniyeleri henüz ıslaktı geceden. Biri boylu boyunca yere uzanmıştı ve ayaklarıyla tempo tutuyordu;
Birinde bir kanguru
Bir tırnak törpüsü elinde
Dikti torbanın ağzını
Çünkü sıkıntıdan patlıyordu
Çünkü sıkıntıdan patlıyordu
Çünkü sıkıntıdan-
Sus hele, dedi ötekisi. Birden durdu olduğu yerde.
-Çünkü sıkıntıdan patlıyordu
Çünkü sıkıntıdan-
Sus hele biraz.
Ne var ki? Yerde yatan ayaktakine döndü.
Birileri geliyor.
Kim?
Bilmem. Bir şey görülmüyor ki. Bu gün de ışımadı gitti ortalık.
Birinde bir kanguru
Dikti torba... E, gördün mü bir şey?
Evet, geliyorlar.
Hani? Ha, kızlar!- dikti torbanın ağzını -
Bana bak, bu gece bizim moruk' un yanına iki kız gitti ya hani, onlar.
Dün akşam kentten gelenler mi?
Evet.
Bırak allahaşkına. Moruk da da amma mide varmış. Büyüğü kartoloş mu kartoloş, diyorum sana.
Ne münasebet. Hiç de fena değil.
Amma yaptın ha. Biliyor musun, öyle-öyle. Yo yo, şu bacaklara bak bir.
Moruk küçüğüyle yatmıştır belki.
Yok canım. Küçüğü öylesine geldi. Büyüğüyle yattı seninki. Şu bacaklara da bak.
Neden! Hiç de fena değil.
Amma yaptın ha. Böyle-böyle-yo yo!
Şu moruk'a da şaşıyorum doğrusu.
Neden? Körkütüktü. Hepsi o kadar. Körkütükken kocamış bir ineği getir koy önüne.
Şu bacaklara da bak bir. Kartoloş mu kartoloş. Moruk yine adamakıllı kafayı bulmuş anlaşılan, azizim. Ve sonra da dün akşamdan beri.
Benden uzak olsun.
Benden de.
Yeniden battaniyelerine sarıldılar. Battaniyeler henüz ıslaktı geceden. Yerde yatanı ayaklarıyla tempo tutmaya başladı;
Birinde bir kanguru
Dikti torbanın ağzını
Dikti-
Dikti-
Ayakları üşüyordu ve tempo tutuyordu ayaklarıyla;
Dikti-
Dikti-
Akşam. Battaniyeleri ıslaktı hala. Geceden. Pinekliyorlardı. Ve biri tempo tutuyordu ayaklarıyla;
Birinde bir kanguru
Dikti-
Hişt.
Ne var?
Sus hele.
Neden?
Geliyorlar.
Geliyorlar mı? Ayağa kalktı. Battaniyeler yere düştü.
Evet, geliyorlar. Getiriyorlar onu.
Evet. Sekiz kişi.
Hişt.
Ne var?
Şey, moruk pek de ufak tefek, değil mi? Yoksa başkaları taşıyor da onun için mi?
Yo, kız başını uçurdu da ondan.
Yani onun için mi böyle ufak tefek.
Başka neden olacak?
Şimdi böyle gömecekler mi?
Nasıl?
Böyle başsız.
Gömmeyip de ne yapacaklar! Başı kız alıp gitmiş ya.
Vay anasını. Kız da ne kızmış be. Kafayı adamakıllı bulmuş anlaşılan moruk.
Bırak artık onu.
Öyle. Artık konuştuklarımızı işitmez.
İşitmez.
Yeniden battaniyelerine sarındılar.
Hişt.
Söyle.
Şu senin ki normal bir kız mıydı dersin?
Baştan dolayı mı?
Tabii tabii.
Sanmam. Normal bir kız mı? Yo.
Üstelik başı da alıp götürmüş.
E, bırak artık.
Acaba bunu yalnız kent için mi yaptı?
Başka ne için yapacak ki?
Vallahi bravo. Öyle düpedüz başı al git.
Benden uzak olsun.
Benden de, biliyor musun, benden de.
Ve yeniden ayaklarıyla tempo tutmaya başladı;
Birinde bir kanguru
Dikti torbanın ağzını
Dikti torbanın ağzını
Dikti torbanın ağzını---
İki kız kent içinden yürürlerken herkes bağırmaya başladı. Bir baş taşıyordu büyüğü. Giysisinde koyu lekeler vardı. Başı gösterdi.
Judith! Diye bağrıştılar.
Giysisinin eteğini kaldırdı ve göğsü hizasında bir torba yaptı.
Torbanın içinde baş duruyordu. Başı gösterdi.
Judith! Diye bağrıştılar. Judith!
Başı giysisinin içinde taşıyıp götürüyordu önü sıra. Bir kanguruya benziyordu.

Çeviren : Kâmuran Şipal
 

 ͠    ͠    ͠    ͠

AKŞAM TÜRKÜSÜ

Neden, ah söyle neden
çekip gider güneş böyle?
Uyu, yavrum, gör güzel düşler;
bu, her halde karanlık geceden:
güneş çekip gidiyorsa.

Neden, ah söyle, neden
gömülür kentimiz ıssızlığa?
Uyu, yavrum, gör güzel düşler;
bu, her halde karanlık geceden:
uyumak istiyor da.

Neden, ah söyle, neden
yanmakta fener böyle?
Uyu, yavrum, gör güzel düşler;
bu, her halde karanlık geceden:
harlı ve gür yanıyorsa.

Neden, ah söyle, neden
giderler bazıları el ele?
Uyu, yavrum, gör güzel düşler;
bu, her halde karanlık geceden:
onlar el ele yürüyorsa.

Neden, ah söyle, neden
bu denli ufak bizim kalbimiz?
Uyu, yavrum, gör güzel düşler:
bu, her halde karanlık geceden:
ki bu kadar yalnızız.


Çeviren : Behçet Necatigil

 






 39 

 

Wolfgang Borchert, zorlu bir hayatın izlerini eserlerine başarıyla yansıtmış bir yazar olarak XX. yüzyıl edebiyatının en önemli isimlerinden biridir. Borchert, Heinrich Böll ve Wolf Dietrich Schnurre’yle birlikte yıkıntı edebiyatının temsilcilerinden biri olarak kabul ediliyor.

1921 yılında Hamburg’da dünyaya geldi. 15 yaşındayken şiir yazmaya başladı. 17 yaşına geldiğinde ise oyuncu olmak istediğine karar vermişti. 1941 yılının mart ayında Hannover Bölge Tiyatrosu'yla bir anlaşma yaptı. Ancak aynı yılın haziran ayında askere çağrılınca güzel günler sona erdi. 1942’de askerdeyken kendi kendini yaralamakla suçlandı, ama beraat etti. 1943 yılına kadar hayatı savaşın ortasında ya da ayrılıkçı ifadeler suçlamasıyla, hücrede geçti. Tifüs şüphesi ve sarılık nedeniyle ordudan terhis edildikten sonra, bir süre kabare sanatçısı olarak çalıştı. Bu kez de Goebbels’i bir parodisine konu edindiği için dokuz ay hapis cezasına çarptırıldı. Berlin’de yakalanmasının ardından Borchert’e yeniden cephe yolu görünmüştü. 1945 yılında birliği Fransızlara teslim olunca, ordudan kaçmayı başardı. Hamburg’a döndüğünde ağır hastaydı. 1946 yılında şiirleri "Fener, Gece ve Yıldızlar" adı altında bir kitapta toplandı. O dönemde "Karahindiba" başta olmak üzere 24 kısa hikâye kaleme aldı. Borchert onu ölümsüzleştiren tiyatro oyunu "Kapıların Dışında"yı 1947 yılında bir hafta içinde yazıp bitirdiğinde sağlığı artık iyiden iyiye bozulmuştu. Üç hafta sonra radyo oyunu olarak yayımlanan bu eserin ardından da tam 22 hikâye yazdı. "Kapıların Dışında" onun ölümünden bir gün sonra, 21 kasım 1947’de, ilk kez Hamburg Oda Tiyatrosu’nda seyircilerle buluştu.

ESERLERİ :

An diesem Dienstag, kısa öykü, 1947
Bleib doch Giraffe, kısa öykü, 1947
Dann gibt es nur eins, şiir
Das Brot, kısa öykü, 1946
Das Gewitter, kısa öykü
Das Holz für morgen, kısa öykü, 1946
Das ist unser Manifest, 1947
Der Kaffee ist undefinierbar, kısa öykü
Der Schriftsteller, kısa öykü
Die drei dunklen Könige, kısa öykü
Die Hundeblume, 1947
Die Katze war im Schnee erfroren, kısa öykü
Die Kegelbahn, kısa öykü, 1946/47
Die Kirschen, kısa öykü, 1945
Die Küchenuhr, kısa öykü
Die Stadt, kısa öykü
Die traurigen Geranien, kısa öykü, 1945
Draußen vor der Tür, tiyatro/radyo oyunu, 1947
Eine Lesebuchgeschichte, kısa öykü
Jesus macht nicht mehr mit, kısa öykü
Laterne, Nacht und Sterne, şiir toplamı, 1946
Mein bleicher Bruder, kısa öykü
Nachts schlafen die Ratten doch, kısa öykü
Radi, kısa öykü
Schischyphusch, kısa öykü
Versuche Es, şiir
Vielleicht hat Sie ein rosa Hemd, kısa öykü
Vier Soldaten, grotesk, kısa öykü
Von drüben nach drüben, kısa öykü


Türkçe Çevirilerin Yer Aldığı Kitaplar :

Ama Fareler Uyurlar Gece ,  Öykü - Doğan Kitapçılık - 2003 - çev. Kâmuran Şipal
Bu Salı,,  Öykü - Afa Yayınları - 1994 - çev. Kâmuran Şipal
Bu Salı,  Öykü - de Yayınevi - 1965 - çev. Kâmuran Şipal
Üzgün Sardunyalar,  Öykü - Bağlam Yayınları - 1987 - çev. Kâmuran Şipal
Fener, Gece ve Yıldızlar,  Şiir - de Yayınevi - 1963 - çev. Behçet Necatigil
Kapıların Dışında ,  Oyun - 1962 - de Yayınevi - 1962 - çev. Behçet Necatigil
Sonra Yapılacak Tek Şey Var..., Bildiri - Nitelik Dergisi -  1987 - çev. R. Haydar




dizin    üst    geri   


 SÜJE  /  Wolfgang Borchert  /  yirmi beş ocak iki bin on yedi     20