ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







YAĞMURUN ARKASINDAN


Yeniden yağmur başlamıştı. Üç gündür gökyüzü delinmişti sanki, hiç durmadan yağıyordu. Islanmamış karınca yuvası bile kalmamıştı. Benim, kendimi yaşamaya duyduğum özlem kadar doğa da bu yağmurlara muhtaçtı. İnsanı, insan olmanın gerekliliklerinden koparırsanız, dengeleri bozulmuş doğadan farkı kalmaz. Benim gibi ne yapacağını bilemez, oluşacak felaketleri bekler durur. İçimdeki heyelan evlilikle geldi.

Sevdiğim insanı tanımadığımı, tanıdığımda ise çok geç olduğunu gördüğümde tutunduğum köklerimin bir bir yerinden söküldüğünü gördüm. Yeniden başka topraklarda tutunmak yerine kayıp gittiğim dünyada kaldığım yerde yaşamaya çalıştım. Tıpkı diğer hemcinslerim gibi. Yağmurlar gibiydik. Bereket olması gereken topraklara yağmadığımızda, kurşun gibi düştüğümüz zeminlerde akıp giderdik.

İlk gün bulutlar öbek öbek doluşmaya başlamıştı gökyüzüne, içimdeki sıkıntılar gibiydiler. Onlar çoğaldıkça ışığım azalıyor, griliğin içinde kaybolup gidiyordum. Mutluluğun hüzünle boyandığı renktir gri. Sevmem griyi, ne acılar kadar karadır ne mutluluklar kadar beyaz. İki rengin arasına sıkışıp yer etmiş yaşamlarda iki duygunun arasında bırakır sizi.

Gökyüzünü çorba tası kadar gördüğüm penceremden bağırdım.

- Gelin, siz de gelin!... Nefes alacak halim kalmadı!

Düşüncelerim durmuş, harekete geçirmek için kaldıraç gerekiyordu. Sinirlerime hakim olmaya çalışıyordum. Son teli kalmış saz gibiydim. Düşünemiyordum, zorluyordum, olmuyordu. Beynimin en ücra köşelerine saklanmışlardı sanki. Bir çıkar yol bulmalıyım bu hayatta. Oysa ben, gökyüzüne özgür pencereleri olan evde doğmuştum. O pencerelerde çocuk olmuştum. O pencerelerde sevmiş, sevgiyi öğrenmiştim. Benim pencerelerim özgürdü. Alıp götürdüler beni zindan pencerelerine. Çocukluğumu getiremedim bir daha. Gençliğimi de loş ışıklarla idare ettim. Mahkum olsam cezamı bilirdim. Özgürlüğün, kapıların açılacağı günü sayardım, heyecanlanırdım, yaşama sevinci duyardım. Mühebbete mahkum olsam dünyayı unutur ayrı bir dünyada yaşadığımı kabullenir, sonuna kadar yaşamaya devam ederdim. Af çıkarsa ikinci bir hayat verilmiş gibi olurdum. Ölüm cezası ülkemizde yok. Eğer olsaydı öleceğimi bilirdim. Nihayetinde özgürlüğün anlamı olurdu.

Tek özgürlüğüm bağırmaktı. Her tarafımdan kuşatılmış baskılar, zorluklar beni boğuyordu. Bağırmaktan bir gün delireceğim. Bugün yarın elektriğimi de keserler. Bir parça ışığın girdiği evimde aydınlıktan mahrum olurum. Nasıl bir haldeydim anlamıyordum. Düşebileceğim en yüksek uçurumdan düşmüştüm. Çünkü kendime güvenimi kaybetmiştim. Yıllarca baskılanan kişiliğimin sancılarıydı yaşadıklarım. “Ne çok konuşuyorsun..., Sen ne anlarsın…” ile başlayan sözcüklerle dolu bir yarı yaşam bu evde geçti. Dışarıdan bakılınca yuva olan bu mekan, kapısı açıldığında derin bir uçurum barındırıyordu içinde. Her gün o kapıyı açtıkça o uçuruma düşüyordum.

Ne zaman ki bendeki güveni kaybeden hayat arkadaşım, takdiri ilahi ile evi ve dünyayı terk etti, o zaman o uçuruma taşlar doldurdum. Günlerce taş taşıdım, hayatımda olmasını istemediğim ne bulduysam içine attım sonra yağmurların kurşun gibi düştüğü betonla örttüm. Kaybettiğim güvenimi tekrar kazanmak istiyordum. Her şey düzelecek gibi gelmişti. Beni aşağılamasındaki gerçeğin beni sevmediğinden, benimle yaşamaktan duyduğu pişmanlıktan olmadığını ölümünün arkasından eve gelen borç senetlerini görünce anladım. Kendinden daha iyi düşünen kimse olmadığı saplantısı ve büyük işlerin adamıyım tavırlarıyla girmiş olduğu işlerden uğradığı zararın faturaları bana kalmıştı. Hayatımdan, dünyadan çekip gitmesi bana yaşattıklarının bittiği anlamına gelmemişti. Yıllarca kişiliğime yönelik saldırılarının kendi zayıflıklarını ve hatalarını kapatmak için yaptığını anladım.

Son kahve paketimi de yağmur başladığı gün açmıştım. Bir kaç gün daha yeter nasıl olsa. Isıtıcıdaki su kaynamıştı, soğumadan kahvemi almak için mutfağa geçtim. Ruhumun sıkıntısı, düşüncelerimin dağınıklığı mutfağa da yansımıştı. Temiz bardak aradım. Dolabın dip tarafında bir tane buldum. Son bir haftada doğru dürüst yemek yediğim de yoktu. Sürekli kahve içiyordum. Sıcak suyu bardağıma boşaltırken kapının zili ile irkildim. Elim ayağım kesildi, son telim de kopmak üzereydi. Bağırdım,

- Ölmeli miyim artık!

- Ölürsen öl! Çok da umurlarındaydın,

diye kendimi cevapladım ama bağırmadan.

Yıllar önce “Narayama Türküsü” adında bir Japon filmi seyretmiştim. Yoksulluk nedeniyle yetmiş yaşına gelen yaşlılar, Narayama Dağı'na götürülüp ölüme terk ediliyordu. Filmde, kendisini ölüme götürmek istemeyen oğlunu ikna edebilmek için dişlerini kıran yaşlı kadın aklıma geldi. Dişlerimi kırsam, kırılacak dişim yok hepsi protez. Zaten ne öyle bir dağ ne de beni o dağa götürecek çocuğum var. Sıkıldım bu hayattan. Gittim kapıyı açtım.

Gelenler icra memurlarıymış. Evin içine şöyle bir göz attılar,

- Alacak bir şey yok, borcunuzu en kısa zamanda ödeyiniz!

“Olmaz mı bak şuradaki çekmecede ilk yirmi iki yılını özgürce geçirmiş, sonraki yıllarında süresini bilmediği mahkumiyeti olan benim nüfus cüzdanım var. Sağdaki duvarda yaşamda kimisine hiç, kimisine birazcık, kimisine de ömür boyu özgür yaşamın ne olduğunu anlatan Delacroix’in özgürlük tablosunun kopyası var. Bakın şuradaki penceremden çorba kasesi kadar giren ışık hüzmesi var. Alın onları. Alın!” diyesim geldi. Onların aradığı cinsten eşyalar değildi düşündüklerim. Ne olabilirdi ki alacakları? Evin içinde iki tane olan işe yarar bir şey yoktu. Benden iki tane olsa… bir tanem bile işe yaramıyor, ikincisini ne yapsınlar. İyi günler dileyip, çıkıp gittiler.

İcraya kabil değer görülmeyen televizyonumu açtım, kahvem de soğumuştu. Yine de içerim diyerek koltuğa oturdum. Ekrandaki adam ara haber bültenini veriyordu. Son gelen zamların arkasından kocası tarafından acımasızca öldürülen bir kadın cinayetinin haberine geçti. Televizyonu kapadım. Bu haberi kaldıracak ruh halim yoktu. Yine hiçe sayılan bir kadın ve can. O kadar sıradanlaşan olaylardı ki insanlar üzerinde dahi durmuyordu. “Dünya artık çoğalma sistemini değiştirse de hiç dişi doğmasa” dedim. Ne güzel olurdu. Aç kalsınlar, azsınlar, kudursunlar tüm erkekler birbirlerini yesinler. Çok vahşice bir yaklaşım oldu. Genellememek lazım! Babam iyi adamdı.

Kalktım özgürlüğe hasret penceremin camından gökyüzüne baktım. Yağmur durmuş, yavaş yavaş güneş ışıkları yeryüzüne yayılmaya başlamıştı. Birden Ağırlaşan zihnimin açıldığını, hareketlendiğini fark ettim. Kaldıracımı bulmuştum. Hemen yatağın altına ne olur ne olmaz diye sakladığım paramı aldım, üzerimi değiştirdim. Ne kadar önemli evrak varsa çantama tıktım ve dışarı çıktım. Sanki yağmurun arkasından gelen güneş düşüncelerime vurmuş bir anda zihnim açılmıştı. Yıllardır yağan yağmurun kurşun damlalarını durdurmalıydım. İcra memurlarının bile alacak bir şey bulamadığı, üstelik bana ait olmayan yıllardır merhumun tuzu kuru kardeşlerinin merhametleriyle oturduğumuz bu evde neden hala yaşıyordum. Kendi zindanımı kendim kurmuştum. Kendi mahkumiyetimi kendim vermiştim. Taşla doldurup betonladığım uçurumun üzerine topraklar taşımalıydım. Köklerinden kayıp giden toprakları yerine taşımalıydım. Heyelanlarımın önüne güçlü kökleri yaşam ağaçlarından duvarlar örmeliydim. Şimdi özgürlüğümü kazanmalıydım.

Son param ile bir bilet aldım. İç içe geçmiş şehirlerin, üst üste yığılmış evlerin zindan pencerelerinden yağmurların kurşun damlalarını seyretmektense, pencereleri özgür, yağmurları, ruhları incitmeyen, sert yüzeylere kurşun gibi düşmeyen, hesapsızca akıp gitmeyen yağmurların yağdığı yere gidiyordum.

2016 / ANKARA

dizin    üst    geri    ileri  

 



 27 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi beş ocak iki bin on yedi   / 20