"Toplumculuğun temeli, eninde sonunda sosyal adalet, insanlık, kardeşlik,
doğruluk vb. gibi insanlığın yarattığı, geliştirdiği ve boyuna
geliştirmeye çalıştığı değerlere dayanır. Toplumcu politika bu değerlerin
gerçekleşmesi için yapılan mücadeleden başka bir şey değildir. Politika, her
şeyden önce bir eylem olduğundan, sık sık bu soyut değerlerin dışına
çıkmak, onları "kuramsal" bularak harcamak zorunda kalır. Sanat ise, bu
değerlerden kolay kolay vazgeçemez. Çünkü sanat, o zaman varlığının
temeli olan iki öğeden birini, evrenseli yitirmiş olur.
Sanatın görevi, (...) özelin içinde evrenseli, evrenselin içinde özeli,
soyutun içinde somutu, geçicinin içinde ölümsüzü görmektir.
(...) Bu
bakımdan sanat, "günlük politika" içinde kalmaz, kalamaz. Dahası, "en
kritik zamanlar"da "en son kıyılacak değerleri" savaşa sürmez; tersine,
bunları her zaman göz önünde tutar, yaşatır. "Kritik zamanlar"da en
keskin şekilde ortaya çıkan evrensel ve özel, ölümsüz ve geçici çatışması
sanatın konusunu oluşturan tragedyanın ta kendisidir.
Sanat bu açıdan ele alındığı zaman yalnız "kritik dönemler"de değil (...),
her zaman toplum için yararlı olmuş ve olacaktır. Başka türlü sanat
düşünülemez. Ancak sanatın yararlılığı onu bir "sıra eri" durumuna
sokmayı, "gütmeyi" gerektirmez. Sanat bu duruma sokulursa görevini
yapamaz, "kritik zamanlar"da mücadelenin coşkunluğu içinde dayandıkları
insansal temelleri tüm unutacak kadar ileri giden, dahası zaman zaman
tarih ve bilim adına rahatça ve kolayca suç işleyen "günlük
politikacıları" uyaramaz. Sanatçılar bu yüzden elbette ki sık sık
politikacılarla çatışacaktır. Bundan kaçınılamaz.
(...)
[Ama] Sanat en "kritik zamanlar"da bile toplumdaki uyarıcı görevinden
vazgeçmez. Sanattan "son değerleri" harcanması istenemez. Evrensel
değerlerini, belli bir doğru anlayışı yitiren sanat, sanat olmaktan
çıkar. İnsanlığın geleceğinden vazgeçmeden sanattan vazgeçilmez. Onun
için sanatın özgürlüğü sonuna kadar savunulmak zorundadır.
(...)
Sanat özgürlüğü anlayışı sanatçının hiçbir zaman toplumdan uzak,
toplumdaki akımlara yabancı kalması demek değildir. Böyle bir özgürlük
anlayışı tam tersini gerektirir; sanatçı toplumun içinde, onunla
kaynaşmış olarak yaşayacak ve onunla birlikte mücadele edecektir.. Çünkü sanatçı
ancak böyle davranırsa özelin içindeki evrenseli, bu iki öğenin
diyalektik çatışmasını ve birliğini yaşayan gerçek insanı, somut olarak
görebilir ve gösterebilir.
(...)
Öte yandan çağımızın gerçek, yaşayan insanını, bütün çelişmeleri ve
sorunları ile ele alan "Varoluşçu edebiyat" ya da "başkaldırma edebiyatı"
diyebileceğimiz sanat yapılarında bugünün insanını kolayca bulur. Yazar
da okuyucuyu içinde bulunduğu durumdan alır ve - okuyucunun bıkmış olduğu
kolay ve ömrünü yitirmiş yorumlardan olabildiği kadar kaçınarak -
birbirine karşıt olumlu ve olumsuz duygulardan geçirir.; böylece
okuyucuyu duygulandırır, ona kalıpları attırır, onu alıcı (receptive)
duruma getirir. Bugünün koşulları içinde bu da küçümsenmeyecek bir iş;
rahata, kolaya, düşünmemeye alıştırılmış okuyucuyu tedirgin etmek,
kişiliğini yeniden kazandırmak, kendi düşüncesine güvenini sağlamak,
kısacası okuyucuyu düşündürmek... Düşünen insan bugünkü ortamda bilerek
seçen insandır. Ancak böyle bir insana güvenilebilir.
(...)
Onun için "sanat"ın daha geniş insan yığınlarını sarsma ve düşündürme
anlamında "yararlı" olduğu, - biraz garip ama - bir "propaganda" olduğu
bile söylenebilir. Ama günlük politikaya, saltıklara (aksolutes) dar bir
görüşe değil, eninde sonunda somut insanlara, insan düşüncesine güveni
sağlayan bir "propaganda"; "kritik zamanlar"da bile insansal değerleri
harcamayan bir "propaganda"...
Kaynak : Sanatın Yararlılığı / Rasih Güran / Yeni Dergi / Eylül 1965 / 12. Sayı
_______________________
Rasih Güran : Çevirmen, yazar. (D. 1912, İstanbul - Ö.1972,
Ankara). Nâzım Hikmet'in yakın arkadaş olan Güran, ressam Nazmi Ziya’nın
da yeğenidir. Ağırlıklı
olarak çevirmenlik yaptı ve dünya edebiyatından Türkçeye önemli eserler
kazandırdı. Uzun yıllar TKP (Türkiye Komünist Partisi) içinde görev
yaptı. Stalin dönemine ilişkin "yayılan söylentiler, iddialar" karşısında çelişkili
duygular yaşadı. "“Bize ya önceden yalan söylüyorlardı ya da şimdi yalan
söyleniyor.” diyerek bu düşüncesini dile getirdi.
Nurhak Dağları'nda
Sinan Cemgil ve arkadaşlarının katlinden çok etkilendi. 1972
yılının başında
kanser sanısıyla hastaneye yatırılması üzerine öleceğini umarak sevindi.
Ancak kanser olmadığı anlaşıldı. Bu haberi alan Rasih Güran,
yatmakta olduğu Hacettepe Hastanesi’nin üçüncü katından atlayarak yaşamına son verdi.
İntiharı üzerine arkadaşı yazar, siyasetçi Rasih Nuri İleri, "Rasih Güran, dostların gayet iyi
bildiği etkiler karşısında, kalbinde Sinan Cemgil'in acısı, pencereden
atlayıp intihar etmiştir."
açıklamasını yaptı.