ÖYKÜ

Josef H. Kılçıksız  







Liman

                                                                                          
Nora’ya nice yıllara…


Kadim bir yüzyılda Konstantiniye’de yaşayan, düş gücü zengin Samir adlı bir tüccar, kendini kuşatan dünyayı düşlemişti. Kendi iç dünyasına doğru yolculuklara çıkan bu haritacı, düşlerinden devşirdikleriyle bir seyir defteri tutmuştu. Ancak bu defter gemileri bilinmez anakaralara, kayıp adalara sürükleyip mürettebatının tuzdan, susuzluktan ve aşksızlıktan ölmelerine neden oluyordu.

Bir atlas çocuğuydu Samir. İçini oyan kırılmaları umutla harmanlayarak yaşamının sırrını açığa çıkaran bir yönü vardı denizinin.

Ülkelerden yeni ülkeler, kentlerden yeni kentler, kişilerden de yeni kişiler üreten bir yerdi liman.

Baharatı, değerli kumaşları ve taşları, isyanları ve korsanları ve Kızıldeniz’de Habeş kıyılarını ve beyaz ırkın kürk tüccarlarını ve Malabar sahilinde bekleyen karabiberi, güherçileyi, patiskayı ve solmayan gülü ve ipek kumaşı ve define avcılarını ve en çok içinden uğurlayamadıklarını üst üste yığmıştı.

Bu istifleme, engin uzamın sonsuz zamanla, kıyısızlığın limanla, tuzun rüzgarla, gemi enkazlarının mavi tutkusuyla, batmanın yüzeye çıkmakla, bilinçaltı sularında boğulmanın nefes almakla, fırtınanın dalgakıranla, avuç içleri yaralı birinin sürüklenen bir salda akıntıya karşı kürek sallamasıyla, hiçliğin umutla iş birliği sayesinde mümkün olmuştu.

Liman, bir çağın gündüz ve geceden oluşan iki yüzüyle gösterdiği ve artık geceden başka bir şey olmayan bir dünyanın kesin kararmasını anlatırdı bazen. Ona molayı, soluklanmayı, ölmüş mükemmel umutların dokunaklı merasimlerinin yapıldığı yerleri hatırlatırdı.

Bu soluklanmalarda farklı zamanlar ve süreklilikler, duraklar ve yollar geçmiş ve gelecek yan yana durmuştu içinde. Suyun aynasına bakmayı göze alamayanın, ıstırapların en gizli olanını her gittiği limana içinde taşıyanın sığınağıydı deniz. Başta böyle olmaya meyilliydi en azından.

Denizlerde olup bitenler denizlerde kalmazdı. Haberleri, dalgalar ve köpükleri, yakamozlar ve şilepler ve en çok limanlar yayardı. Çünkü sığınağın,yerin,yuvanın ve kıyıların bir önemi vardı. Bir limana vardığında düşüncesine odaklanırlardı. Yalnız ve duraksız olmasını sağlayıp sevdiklerini, insanları, onlarla geçen geçmişini, onların kim olduklarını düşünmesine imkân tanırlardı.

Başlarından güvenli bir limana varma hikayesi geçenlerin aşk hikayeleri olur, oturup yazarlardı anılarını:

“Dalları kuru ağaçtan düşünce yuva, var sen, kanatlarım diye diye çırpın, onlar kırılırmış, kırılır başımın tacı, kopar dal kuru ağaçtan, karanlık bir nehir sürükler açık denizlere.”

Samir’in gemileri demir atmadan birçok ülkenin limanına uğramıştı. Bir süre oracıkta soluklandıktan sonra iz bırakmadan adsız, isimsiz, sessiz sedasız açılmışlardı sonra engin denizlere. Çünkü usta gezgin hiçbir iz bırakmazdı arkasında.

Dört sevgi gemisi olmuştu hayatında. Biri İstanbul’a, diğeri İskenderiye’ye üçüncüsü Helsinki’nin buzlu sularına demir atarken, dördüncüsü alabora olmuştu, demir atacak bir yer bulamadığı hayat denen okyanusun sularında.

Geminin biri, kendisine adanmış şiirin satırlarındaki aşkı zamana yedire yedire, olmayan bir limana doğru seyrediyordu. Çünkü, uzun atlas yolculuklardan sonra bir limana varmak artık hayat memat meselesiydi.

Sevme yeteneğinin dayanmadığı sallanan ikiliklerin liman repertuvarı, muazzam yalnızlık ve sessizlik doğurup, gerçek dünyada yolunu şaşırmış birinin yıkıcı güçlerini açığa çıkarmıştı. Nora’ya rastlayana kadar limanlar, donuk gözlü bayat balıklar ve ruh kadavralarıyla dolu yerlerdi onun için.

Her limanda bir sevgili edinmek geleneksel bir şey değildi onun için. Bu sadece ihtiyaçlara dair bir şeydi. Aslında ilkelce bir şeydi de. Utanç verici arzular ve takıntılı tutkuların ümitsizliği ile beslenen, ısrarlı cinsel zevk çağrısına karşılık veren, sevişen değil, çiftleşen biri olup çıkmıştı Samir.

Yüksek bahisli bir oyun olmuştu hayat, sadece kazanmak hayatın sunduğu ölümcül bir yanılsamaydı. Şansının ne kadar sürdüğünü görmek istiyordu her defasında:

“Hiç köpeğiniz oldu mu bilmiyorum. Peki hiç iki köpeğiniz oldu mu? Eğer köpeklerden birini severseniz diğerinin de anında oracıkta biteceğini ve sevilmek isteyeceğini bilirsiniz. Hep hesabını tutarlar. Bunu küçük çocuklar da yapar: ‘Benim payım ne kadar?’ meselesidir bu. Onunkisi de öyleydi. Benim bu hayattan payım ne kadar meselesiydi.”

İçindeki susuz tufanın dalgaları gezegeni temizledikten sonra eski gökyüzüne eski kirini kaybettirerek bir kıyıya vurmuştu.Çünkü sular, görünmeyen yaşamları sürüklüyordu geçip giden zamanın eşliğinde. Batasıca yüzleri, yılları, tutsağı olduğu anları,anlamı, amaçları ve zamanı, sürüklüyordu bütün eşyaları.

Savaştan sonraki Stalingrad’dı Samir’in içi. Hayatının güvenilmez trajedisinin hesabı, geriye sevdiklerinin mezarlığı olan geniş bir mezarlıktan başka bir şey bırakmamıştı zaman.

Oysa ay ışığında güzelleşen karanlıktı Nora. Dahası denizin nazlı kızı Eftalya’ydı. Hatıralar eşliğinde yelelerini savurarak zihninden geçen özgür siyah attı. Falezlerin diyarından yeni bir başlangıç, kayalıklardan düşüşe ilişkin bir aşk öyküsüydü.

Güldüğünde, yüzüne bir bebeğin masumiyeti yayılırdı. Nora bir kale olmuştu Samir’in içinde. Bu muhteşem kale ve üzerine kurulu olduğu binlerce dönümlük kalp arazisi yüksek ve sağlam bir duvarla çevrili olup giriş kapısı ise demirden yapılmıştı.

Artık ne girilebilen ne de terk edilebilen bir evdi bu:

“Tesellim olurdu denizin rengi ve güvercin beyazında çırpınan bütün kanatların kırılganlığı, gözlerinin büyüsü karşısında aczim, tesellim olurdu varlığın, ah beyaz güvercinim.

Yüzünün yarısı dünya, diğer yarısı ben, yoksun ya şimdi, batmış yüzümün yarısı, batsın zaten, yıkılsın şakayık tarlasının ortasındaki o beyaz badanalı ev.Gelincikler soladursun, ulaşmak ve uzaklaşmak tekerlemelerinde düşüvermiş beyaz badanalı ev,garip bir boşluğa sonsuz tarlanın ortasından. Sensiz, varsın düşsün, yıkılsın, batsın kalbimin derin obruklarının içine.”

Memleketiyle olan derin bağı, annesinden kendine kalan duygu kırıklarını, karşı cinsle aslında olmayan düşsel ve fiziki yakınlıkları ve kelimelerin volkan hiddetiyle mektuplara yansıyan duygu öbeklerini çağrıştırırdı içinde.

Çocuksu bir hassasiyetten incitici bir kayıtsızlığa, limandan kıyısız deryaya, yolculuktan varışa,hem batmakla hem kıyıya varmakla yükümlü çatlak bir tekneye, köpek ulumalarından ve gök gürültüsünden mütevellit korkulara, karanlık kelimesinin uzak çağrışımlarına, aynı anda körlüğe ve aydınlanmaya, aynı topraklardan çıkmanın ve o topraklara ancak bir tabutta dönmenin hüznüne dair bir serüvendi Nora.

Bir limanda keşfedilen defne dostluğuna, masumluğun kapının eşiğine yakın duruşuna ya da yitip gitmenin sınırsızlığına dair bir çelişkiler yumağıydı.Kısacası, kumun ve rüyanın değmediği derinlikti Nora.

Ömrünün son yokuşunda zamanın kırık dökük bir armağanıydı anlayacağınız. Çünkü insanın yaşamla olan sallantılı bağlarını güçlendirmesi sadece sevmekle mümkündü.

Vardığı ülkelerde, umutla hem mahvolmaya hem de yüzeye çıkmaya yazgılı, inanmayı ve bağışlamayı yitirmemiş arkadaşlar edinmişti Samir.

Tanrıların tutuşturduğu yangında yakıp yok edilmiş ne varsa küllerini deşen, o küllerin içinde küçük bir kıvılcım bulurum umuduyla güne gözlerinde başka bir alevle uyanan insanlardı bunlar.

Hem kötülüğü hem iyiliği öğretmek konusunda olağanüstü bir yeteneği vardı denizin. Uzun yolculuklar, tuz ve kum ve en çok kıyısızlık, şehvet duygularına karışmış hırsızlığı, yalan söylemeyi, küfretmeyi, yalan yere yemini öğretir gemi mürettebatına. Bazen onurlu insanlar, erdemli davranışlar da olurdu bu gemilerin içinde. Fakat tuzlu yel zamanla aşındırırdı erdemlerini ve masum yüzlerini.

Tayfa her limana vardığında sabahın ilk ışıklarına dek yer, içer, çılgınca eğlenirdi. Zehirli meyvelerle karınlarını doyurup şarapla susuzluk giderenler bulundukları yerde sızar, ertesi gün kendilerini frengili liman fahişlerinin koynunda bulurlardı.

Bu, akşamdan masa üstlerinde olduğu gibi kalmış yiyecek kırıntılarından açlığı bastırmaktı biraz da.

Sona kalan birkaç kişi ise tabakları sıyırmak ve şişe diplerini somurmak için birbirlerine girerlerdi. Ortalık durulduktan sonra, iyi kötü karınlarını doyurmuş olmanın ve dışarıda onları derine çekmekte olan meddücezirden korunmanın huzuruyla yeniden uykuya dalarlardı.

Bir keresinde yoksul bir ülkenin küçük bir liman şehrinde konaklamıştı da bergamotlu çay kokulu elbiseleri içinde, yüzleri hüzün ile gölgelenmiş insanlara rastlamıştı. Merhametin şekillendirdiği bakışlarında en hacimli kıvamıyla, uzak olurdu, uzak bir kasaba mesela.

Ana caddesinin bir tarafında küçük bir kömürlük, tamirciler, bir çayhane, karşı tarafında beş on ev olan bir kasaba işte. Muhtemelen bu evlerden birinde oturuyordu Nora. Ev kamıştan yapılmış, saman toprak karışımı sıvanmış bir yerdi.

Dizlerini karnına çekip oturdu Samir. Ufuk çizgisi yoktu buralarda. Öyle uçsuz bucaksız ki baktığı yer, öyle sonsuz; sanmaktan ötesi öyle düşmez ve kanatsızca.

Uzak da yoktu, onu sınırlayan bir ufuk çizgisi olmadığı için.Başka bir yerde ona mihenk olacak başka bir kalp olmayınca başka bir yer de yoktu. Ne mesafe ne mekân yoktu anlayacağınız. Fakat buna rağmen özleme dair vehim soğuyup gitmiyordu içinde. Çünkü yüzünü öpememekten eskittiği bir ülke olmuştu özlem;zamanla siması kaybolmuş bir varlığa dönüşmüştü.

Yalpalayan gemi uzun yılların ardından demir aldığı limana geri döndü. Şimdi, kimsenin gerçek adını ünlemediği, yüzünde rüzgâr ısırığı, göz çukurlarında tuz ve kum birikmiş bir adam köhne bir çayhanenin bir köşesinde sersemce konuşan zavallı düşkün biri olup çıkmıştı Samir:

“Olsun, ne güzeldi kanmak. Sonsuz sanıların ve sancıların çaresini sayıklamalarda bulduğunu sanmak ne güzeldi, yarı aç yarı tok bilmemekmiş nasıl bir huzur bu diye.”

Gözünü kırpmadan, hatta belki nefesini bile vermeden uzaklara aynı noktaya bakıyordu. Yüzünde kederli bir tebessüm donmuştu. Rengi gitmiş, avurtları tamam batmış, alnı ve gözleri derin kırışıklıklarla dolmuştu. Üstü başı kir pas içindeydi.

Herkese küsmüştü. Artık kasabada bir hayalet, bir ceset gibi dolaşıyordu Samir. Geçmiş, bugününün yularını sıkıca tutup ilerlemesini engelliyordu çünkü.

Zaman, göçebelik, Nora’nın ölümü, sefalet, yaşlılık ve içini yiyip bitiren dert onu görünmez bir kuyunun dibine yuvarlamıştı. Mezar kazarak hayatını sürdürüyordu:

“Bir keresinde mezarı öyle bir özenle kazdı öyle güzel hazırladı ki içine girip uzanmak istemiştim.”

Kuru budağa benzeyen elini pantolonunun cebine sokup eşeledi. Solmuş bir fotoğraf çıkarıp parmağının ucunda tuttu, anlaşılmaz bir şeyler söylendi ardından:

“Bir gün uyanmış resim, uyanamayasıca karanlığa ismin. Zaten baştan ayağa sevmekmiş ismin. Susmamasıymış İçimdeki adamın. Susup dinledim. Etrafta sessizlikten başka bir şey yok, sessizliğin kurşun ağırlığını duyumsayabiliyordum.”

Birden sessizliği,ona doğru telaşla koşan bir kadının ayak sesleri bozdu.Nefesi kesilmişti. Dolunay parlaklığında soluk sarıdan bir siması vardı kadının. Yapışkan salyalarıyla toprak solucanları yapışmıştı yüzüne, paçavraya dönmüş elbiselerine.

Hiç kimsenin, her şeyin yok olup gideceğini ve ortadan kalkacağını söyleyecek kadar ileri gitmemesi gerektiğine dair bir tanıklıktı, bir anıklıktı kadın.

Nora ansızın oradaydı işte. Hiç kimse uzun süre boyunca ölmezdi çünkü.

Samir’den gelen mektuplar bir ruhtu Nora için konuşan sesin sadık bir yankısıydı. Onları, bu yüzden, aşkın en zengin gömüleri olarak bir batığın içinde, derin dipte bir yerde saklamıştı.

Kadın durdu aniden ve cebinden bir mektup çıkararak dudaklarına götürüp yemin etmek isterken:

“ ‘İnanırım Nora valla da inanırım! Hadi kalk gidelim aşkım!’ dedi Samir. Sonra el ele zihnimin en derin katmanlarına doğru uzaklaştılar.”

Başta ona özgü eşyalarla birlikte, eksiksiz bir biçimde Samir’in içinde yer aldı Nora. Eskiyen eşyaları bir gün eskicinin birine verdiler.

Fakat bir limanda karşılaşmayla başlayıp mektuplarla süren romantik aşkı sonsuza dek aralıksız sürdü:

“Güneş doğar, doğdu, doğacak sevgilim ne bildin, ne bildin de doğacak dedin? Meğer varmış Nora, göğün altında, uçamasa da, bir kuş varmış. Sevmek, sevilmek de direnmekmiş canımın içi; unutuşa karşı direnmek.

Dünya yuvarlakmış, dönüyormuş, hep başladığı yerden, bittikçe hep aynı yere; tekrar, tekrar ve tekrar ve o kuş dönüp dolaşıp pencerene tünüyormuş çaresiz, iklimler boyunca.

Kanadın ağırlığı, şarabın tadı, hayatın anlamsızlığı, bakıp gördüğünü kendinde bulmayanın cinneti, hepsi kıymetlim, beni uğurladığın o limana geri dönmekmiş, dönememekmiş, bir gün diye bir şey olduğunu bilmeksizin, bakmaksızın eski göğün lekesine, kanatlarına kapandı kaldı birkaç yüzyıl.

Yeniden hoş geldin sevgilim, layık olduğun yere tünedin.”

 

içindekiler    üst    geri    ileri   




 14