Kadim bir yüzyılda Konstantiniye’de yaşayan, düş gücü zengin Samir adlı
bir tüccar, kendini kuşatan dünyayı düşlemişti. Kendi iç dünyasına doğru
yolculuklara çıkan bu haritacı, düşlerinden devşirdikleriyle bir seyir
defteri tutmuştu. Ancak bu defter gemileri bilinmez anakaralara, kayıp
adalara sürükleyip mürettebatının tuzdan, susuzluktan ve aşksızlıktan
ölmelerine neden oluyordu.
Bir atlas çocuğuydu Samir. İçini oyan kırılmaları umutla harmanlayarak
yaşamının sırrını açığa çıkaran bir yönü vardı denizinin.
Ülkelerden yeni ülkeler, kentlerden yeni kentler, kişilerden de yeni
kişiler üreten bir yerdi liman.
Baharatı, değerli kumaşları ve taşları, isyanları ve korsanları ve
Kızıldeniz’de Habeş kıyılarını ve beyaz ırkın kürk tüccarlarını ve
Malabar sahilinde bekleyen karabiberi, güherçileyi, patiskayı ve solmayan
gülü ve ipek kumaşı ve define avcılarını ve en çok içinden
uğurlayamadıklarını üst üste yığmıştı.
Bu istifleme, engin uzamın sonsuz zamanla, kıyısızlığın limanla, tuzun
rüzgarla, gemi enkazlarının mavi tutkusuyla, batmanın yüzeye çıkmakla,
bilinçaltı sularında boğulmanın nefes almakla, fırtınanın dalgakıranla,
avuç içleri yaralı birinin sürüklenen bir salda akıntıya karşı kürek
sallamasıyla, hiçliğin umutla iş birliği sayesinde mümkün olmuştu.
Liman, bir çağın gündüz ve geceden oluşan iki yüzüyle gösterdiği ve artık
geceden başka bir şey olmayan bir dünyanın kesin kararmasını anlatırdı
bazen. Ona molayı, soluklanmayı, ölmüş mükemmel umutların dokunaklı
merasimlerinin yapıldığı yerleri hatırlatırdı.
Bu soluklanmalarda farklı zamanlar ve süreklilikler, duraklar ve yollar
geçmiş ve gelecek yan yana durmuştu içinde. Suyun aynasına bakmayı göze
alamayanın, ıstırapların en gizli olanını her gittiği limana içinde
taşıyanın sığınağıydı deniz. Başta böyle olmaya meyilliydi en azından.
Denizlerde olup bitenler denizlerde kalmazdı. Haberleri, dalgalar ve
köpükleri, yakamozlar ve şilepler ve en çok limanlar yayardı. Çünkü
sığınağın,yerin,yuvanın ve kıyıların bir önemi vardı. Bir limana
vardığında düşüncesine odaklanırlardı. Yalnız ve duraksız olmasını
sağlayıp sevdiklerini, insanları, onlarla geçen geçmişini, onların kim
olduklarını düşünmesine imkân tanırlardı.
Başlarından güvenli bir limana varma hikayesi geçenlerin aşk hikayeleri
olur, oturup yazarlardı anılarını:
“Dalları kuru ağaçtan düşünce yuva, var sen, kanatlarım diye diye çırpın,
onlar kırılırmış, kırılır başımın tacı, kopar dal kuru ağaçtan, karanlık
bir nehir sürükler açık denizlere.”
Samir’in gemileri demir atmadan birçok ülkenin limanına uğramıştı. Bir
süre oracıkta soluklandıktan sonra iz bırakmadan adsız, isimsiz, sessiz
sedasız açılmışlardı sonra engin denizlere. Çünkü usta gezgin hiçbir iz
bırakmazdı arkasında.
Dört sevgi gemisi olmuştu hayatında. Biri İstanbul’a, diğeri
İskenderiye’ye üçüncüsü Helsinki’nin buzlu sularına demir atarken,
dördüncüsü alabora olmuştu, demir atacak bir yer bulamadığı hayat denen
okyanusun sularında.
Geminin biri, kendisine adanmış şiirin satırlarındaki aşkı zamana yedire
yedire, olmayan bir limana doğru seyrediyordu. Çünkü, uzun atlas
yolculuklardan sonra bir limana varmak artık hayat memat meselesiydi.
Sevme yeteneğinin dayanmadığı sallanan ikiliklerin liman repertuvarı,
muazzam yalnızlık ve sessizlik doğurup, gerçek dünyada yolunu şaşırmış
birinin yıkıcı güçlerini açığa çıkarmıştı. Nora’ya rastlayana kadar
limanlar, donuk gözlü bayat balıklar ve ruh kadavralarıyla dolu yerlerdi
onun için.
Her limanda bir sevgili edinmek geleneksel bir şey değildi onun için. Bu
sadece ihtiyaçlara dair bir şeydi. Aslında ilkelce bir şeydi de. Utanç
verici arzular ve takıntılı tutkuların ümitsizliği ile beslenen, ısrarlı
cinsel zevk çağrısına karşılık veren, sevişen değil, çiftleşen biri olup
çıkmıştı Samir.
Yüksek bahisli bir oyun olmuştu hayat, sadece kazanmak hayatın sunduğu
ölümcül bir yanılsamaydı. Şansının ne kadar sürdüğünü görmek istiyordu
her defasında:
“Hiç köpeğiniz oldu mu bilmiyorum. Peki hiç iki köpeğiniz oldu mu? Eğer
köpeklerden birini severseniz diğerinin de anında oracıkta biteceğini ve
sevilmek isteyeceğini bilirsiniz. Hep hesabını tutarlar. Bunu küçük
çocuklar da yapar: ‘Benim payım ne kadar?’ meselesidir bu. Onunkisi de
öyleydi. Benim bu hayattan payım ne kadar meselesiydi.”
İçindeki susuz tufanın dalgaları gezegeni temizledikten sonra eski
gökyüzüne eski kirini kaybettirerek bir kıyıya vurmuştu.Çünkü sular,
görünmeyen yaşamları sürüklüyordu geçip giden zamanın eşliğinde. Batasıca
yüzleri, yılları, tutsağı olduğu anları,anlamı, amaçları ve zamanı,
sürüklüyordu bütün eşyaları.
Savaştan sonraki Stalingrad’dı Samir’in içi. Hayatının güvenilmez
trajedisinin hesabı, geriye sevdiklerinin mezarlığı olan geniş bir
mezarlıktan başka bir şey bırakmamıştı zaman.
Oysa ay ışığında güzelleşen karanlıktı Nora. Dahası denizin nazlı kızı
Eftalya’ydı. Hatıralar eşliğinde yelelerini savurarak zihninden geçen
özgür siyah attı. Falezlerin diyarından yeni bir başlangıç, kayalıklardan
düşüşe ilişkin bir aşk öyküsüydü.
Güldüğünde, yüzüne bir bebeğin masumiyeti yayılırdı. Nora bir kale
olmuştu Samir’in içinde. Bu muhteşem kale ve üzerine kurulu olduğu
binlerce dönümlük kalp arazisi yüksek ve sağlam bir duvarla çevrili olup
giriş kapısı ise demirden yapılmıştı.
Artık ne girilebilen ne de terk edilebilen bir evdi bu:
“Tesellim olurdu denizin rengi ve güvercin beyazında çırpınan bütün
kanatların kırılganlığı, gözlerinin büyüsü karşısında aczim, tesellim
olurdu varlığın, ah beyaz güvercinim.
Yüzünün yarısı dünya, diğer yarısı ben, yoksun ya şimdi, batmış yüzümün
yarısı, batsın zaten, yıkılsın şakayık tarlasının ortasındaki o beyaz
badanalı ev.Gelincikler soladursun, ulaşmak ve uzaklaşmak
tekerlemelerinde düşüvermiş beyaz badanalı ev,garip bir boşluğa sonsuz
tarlanın ortasından. Sensiz, varsın düşsün, yıkılsın, batsın kalbimin
derin obruklarının içine.”
Memleketiyle olan derin bağı, annesinden kendine kalan duygu kırıklarını,
karşı cinsle aslında olmayan düşsel ve fiziki yakınlıkları ve kelimelerin
volkan hiddetiyle mektuplara yansıyan duygu öbeklerini çağrıştırırdı
içinde.
Çocuksu bir hassasiyetten incitici bir kayıtsızlığa, limandan kıyısız
deryaya, yolculuktan varışa,hem batmakla hem kıyıya varmakla yükümlü
çatlak bir tekneye, köpek ulumalarından ve gök gürültüsünden mütevellit
korkulara, karanlık kelimesinin uzak çağrışımlarına, aynı anda körlüğe ve
aydınlanmaya, aynı topraklardan çıkmanın ve o topraklara ancak bir
tabutta dönmenin hüznüne dair bir serüvendi Nora.
Bir limanda keşfedilen defne dostluğuna, masumluğun kapının eşiğine yakın
duruşuna ya da yitip gitmenin sınırsızlığına dair bir çelişkiler
yumağıydı.Kısacası, kumun ve rüyanın değmediği derinlikti Nora.
Ömrünün son yokuşunda zamanın kırık dökük bir armağanıydı anlayacağınız.
Çünkü insanın yaşamla olan sallantılı bağlarını güçlendirmesi sadece
sevmekle mümkündü.
Vardığı ülkelerde, umutla hem mahvolmaya hem de yüzeye çıkmaya yazgılı,
inanmayı ve bağışlamayı yitirmemiş arkadaşlar edinmişti Samir.
Tanrıların tutuşturduğu yangında yakıp yok edilmiş ne varsa küllerini
deşen, o küllerin içinde küçük bir kıvılcım bulurum umuduyla
güne gözlerinde başka bir alevle uyanan insanlardı bunlar.
Hem kötülüğü hem iyiliği öğretmek konusunda olağanüstü bir yeteneği vardı
denizin. Uzun yolculuklar, tuz ve kum ve en çok kıyısızlık, şehvet
duygularına karışmış hırsızlığı, yalan söylemeyi, küfretmeyi, yalan yere
yemini öğretir gemi mürettebatına. Bazen onurlu insanlar, erdemli
davranışlar da olurdu bu gemilerin içinde. Fakat tuzlu yel zamanla
aşındırırdı erdemlerini ve masum yüzlerini.
Tayfa her limana vardığında sabahın ilk ışıklarına dek yer, içer,
çılgınca eğlenirdi. Zehirli meyvelerle karınlarını doyurup şarapla
susuzluk giderenler bulundukları yerde sızar, ertesi gün kendilerini
frengili liman fahişlerinin koynunda bulurlardı.
Bu, akşamdan masa üstlerinde olduğu gibi kalmış yiyecek kırıntılarından
açlığı bastırmaktı biraz da.
Sona kalan birkaç kişi ise tabakları sıyırmak ve şişe diplerini somurmak
için birbirlerine girerlerdi. Ortalık durulduktan sonra, iyi kötü
karınlarını doyurmuş olmanın ve dışarıda onları derine çekmekte olan
meddücezirden korunmanın huzuruyla yeniden uykuya dalarlardı.
Bir keresinde yoksul bir ülkenin küçük bir liman şehrinde konaklamıştı da
bergamotlu çay kokulu elbiseleri içinde, yüzleri hüzün ile gölgelenmiş
insanlara rastlamıştı. Merhametin şekillendirdiği bakışlarında en hacimli
kıvamıyla, uzak olurdu, uzak bir kasaba mesela.
Ana caddesinin bir tarafında küçük bir kömürlük, tamirciler, bir çayhane,
karşı tarafında beş on ev olan bir kasaba işte. Muhtemelen bu evlerden
birinde oturuyordu Nora. Ev kamıştan yapılmış, saman toprak karışımı
sıvanmış bir yerdi.
Dizlerini karnına çekip oturdu Samir. Ufuk çizgisi yoktu buralarda. Öyle
uçsuz bucaksız ki baktığı yer, öyle sonsuz; sanmaktan ötesi öyle düşmez
ve kanatsızca.
Uzak da yoktu, onu sınırlayan bir ufuk çizgisi olmadığı için.Başka bir
yerde ona mihenk olacak başka bir kalp olmayınca başka bir yer de yoktu.
Ne mesafe ne mekân yoktu anlayacağınız. Fakat buna rağmen özleme dair
vehim soğuyup gitmiyordu içinde. Çünkü yüzünü öpememekten eskittiği bir
ülke olmuştu özlem;zamanla siması kaybolmuş bir varlığa dönüşmüştü.
Yalpalayan gemi uzun yılların ardından demir aldığı limana geri döndü.
Şimdi, kimsenin gerçek adını ünlemediği, yüzünde rüzgâr ısırığı, göz
çukurlarında tuz ve kum birikmiş bir adam köhne bir çayhanenin bir
köşesinde sersemce konuşan zavallı düşkün biri olup çıkmıştı Samir:
“Olsun, ne güzeldi kanmak. Sonsuz sanıların ve sancıların çaresini
sayıklamalarda bulduğunu sanmak ne güzeldi, yarı aç yarı tok bilmemekmiş
nasıl bir huzur bu diye.”
Gözünü kırpmadan, hatta belki nefesini bile vermeden uzaklara aynı
noktaya bakıyordu. Yüzünde kederli bir tebessüm donmuştu. Rengi gitmiş,
avurtları tamam batmış, alnı ve gözleri derin kırışıklıklarla dolmuştu.
Üstü başı kir pas içindeydi.
Herkese küsmüştü. Artık kasabada bir hayalet, bir ceset gibi dolaşıyordu
Samir. Geçmiş, bugününün yularını sıkıca tutup ilerlemesini engelliyordu
çünkü.
Zaman, göçebelik, Nora’nın ölümü, sefalet, yaşlılık ve içini yiyip
bitiren dert onu görünmez bir kuyunun dibine yuvarlamıştı. Mezar kazarak
hayatını sürdürüyordu:
“Bir keresinde mezarı öyle bir özenle kazdı öyle güzel hazırladı ki içine
girip uzanmak istemiştim.”
Kuru budağa benzeyen elini pantolonunun cebine sokup eşeledi. Solmuş bir
fotoğraf çıkarıp parmağının ucunda tuttu, anlaşılmaz bir şeyler söylendi
ardından:
“Bir gün uyanmış resim, uyanamayasıca karanlığa ismin. Zaten baştan ayağa
sevmekmiş ismin. Susmamasıymış İçimdeki adamın. Susup dinledim. Etrafta
sessizlikten başka bir şey yok, sessizliğin kurşun ağırlığını
duyumsayabiliyordum.”
Birden sessizliği,ona doğru telaşla koşan bir kadının ayak sesleri
bozdu.Nefesi kesilmişti. Dolunay parlaklığında soluk sarıdan bir siması
vardı kadının. Yapışkan salyalarıyla toprak solucanları yapışmıştı yüzüne,
paçavraya dönmüş elbiselerine.
Hiç kimsenin, her şeyin yok olup gideceğini ve ortadan kalkacağını
söyleyecek kadar ileri gitmemesi gerektiğine dair bir tanıklıktı, bir
anıklıktı kadın.
Nora ansızın oradaydı işte. Hiç kimse uzun süre boyunca ölmezdi çünkü.
Samir’den gelen mektuplar bir ruhtu Nora için konuşan sesin sadık bir
yankısıydı. Onları, bu yüzden, aşkın en zengin gömüleri olarak bir
batığın içinde, derin dipte bir yerde saklamıştı.
Kadın durdu aniden ve cebinden bir mektup çıkararak dudaklarına götürüp
yemin etmek isterken:
“ ‘İnanırım Nora valla da inanırım! Hadi kalk gidelim aşkım!’ dedi Samir.
Sonra el ele zihnimin en derin katmanlarına doğru uzaklaştılar.”
Başta ona özgü eşyalarla birlikte, eksiksiz bir biçimde Samir’in içinde
yer aldı Nora. Eskiyen eşyaları bir gün eskicinin birine verdiler.
Fakat bir limanda karşılaşmayla başlayıp mektuplarla süren romantik aşkı
sonsuza dek aralıksız sürdü:
“Güneş doğar, doğdu, doğacak sevgilim ne bildin, ne bildin de doğacak
dedin? Meğer varmış Nora, göğün altında, uçamasa da, bir kuş varmış.
Sevmek, sevilmek de direnmekmiş canımın içi; unutuşa karşı direnmek.
Dünya yuvarlakmış, dönüyormuş, hep başladığı yerden, bittikçe hep aynı
yere; tekrar, tekrar ve tekrar ve o kuş dönüp dolaşıp pencerene
tünüyormuş çaresiz, iklimler boyunca.
Kanadın ağırlığı, şarabın tadı, hayatın anlamsızlığı, bakıp gördüğünü
kendinde bulmayanın cinneti, hepsi kıymetlim, beni uğurladığın o limana
geri dönmekmiş, dönememekmiş, bir gün diye bir şey olduğunu bilmeksizin,
bakmaksızın eski göğün lekesine, kanatlarına kapandı kaldı birkaç yüzyıl.
Yeniden hoş geldin sevgilim, layık olduğun yere tünedin.”