Saatlerdir mutfakta oyalanıyorum. Yeni işler icat ediyorum kendime.
Geceleri yalnızlık bir başka vuruyor insanı. Bu iç daralması, bu
huzursuzluk, bir türlü geçmek bilmiyor. Çoğu zaman yatağa girmiyorum
bile. Ağlamaktan gözlerim şişmiş bir halde, kanepede sabahlıyorum.
Bir an kulaklarımda kızımın sesi çınlıyor: "Yemin ederim baba, ben
almadım."
Daha o sözünü bitirmeden kocamın eli şaklıyor yanağında. Lokmalar
boğazıma düğümleniyor. Adamı bize karşı kışkırtmayı başardı ya yine,
kumamın gözlerinin içi gülüyor.
Neymiş efendim, hanımefendinin parfümü kaybolmuş. Ne ister bilmem ki el
kadar kızdan? Zavallı yavrum ağlayarak sofradan kalkıyor.
Söyleniyorum: "Bari yemekte yapma şunu. Çocuk yine aç kaldı."
,,,
"Zıkkımın kökünü yesin!" diyor. "Boğazınıza yetişemiyorum. Bıktım sizi
beslemekten."
O günleri düşünmek bile istemiyorum. Kafamın içindeki sesleri
susturabilmek için odadan odaya geziyorum. Yatak odasının aralık
kapısından kocamı görüyorum. Çoktan uyumuş bile.
Kocam dedim de, bu adam gerçekten kocam mı? Öyleyse neden yanında
değilim? Nasıl bu kadar yabancılaştık?
Evlendiğimizde on yedi yaşındaydık. On yedi yaşında iki çocuk... Farklı
şehirlerde büyümüştük. Dayımın oğlu olmasına rağmen, doğru dürüst
tanımıyordum onu. Bir yıl sonra kollarıma bir de bebek verdiler. İlk
kızımı o askerdeyken büyüttüm. Daha doğrusu, ikimiz beraber büyüdük.
Gözyaşımı ekmeğime katık yaptım. Anne, baba, kardeş hasreti yetmezmiş
gibi, on sekiz ay asker yolu bekledim.
Dayım ve yengemle birlikte oturuyorduk. Onları annem, babam bildim.
Temizlik, ütü, bulaşık, yemek... Bir kadının yapması gereken ne kadar iş
varsa öğrendim yengemden. Bununla da yetinmeyip dikiş nakış kursuna
gittim. Çocuklarımın yırtığını, söküğünü, ufak tefek kıyafetlerini
kimseye muhtaç olmadan dikmeye başladım.
En iyiyi, en güzeli hedef seçtim kendime. Çevreme ayak uydurmaya
çalıştım. Geride bıraktığım değil, yaşadığım yer olmalıydı memleketim.
Oturup kalktığım, sevinçlerimi, acılarımı paylaştığım bu insanlar,
onlardan biriymişim gibi görmeliydiler beni. Öyle de oldu. Çok kısa bir
süre içerisinde, tamamen onlara benzedim.
Dört yıl sonra ikinci kızım doğdu. Artık kendimi çocuklarıma adamıştım.
Onlarla avunuyordum. Komşu oturmalarında, örgü, dantel, iğne oyası gibi
el işlerine heveslendim. Eşe dosta parayla ördüğüm danteller sayesinde
elim üç beş kuruş para bile görmeye başlamıştı. Çocuklarımın hiçbir şeyde
gözleri kalmasın diye didinip duruyordum.
Erkeklerden daha çabuk olgunlaşıyor kadınlar. Gözümde kocam hep çocuk
kaldı. Doğru dürüst bir işi bile yoktu. Çay bahçelerinde garsonluk
yapıyordu. Anne ve babasına bağımlıydı. İkisinin de emekli maaşı vardı.
Bütün ihtiyaçlarımızı onlar karşılıyordu. Bu yüzden gerçek bir aile
olamıyorduk. Ne çok istiyordum oysa kendime ait bir evde yaşamayı...
Çevremdeki insanlara bakıp iç geçiriyordum. Yine de umudumu yitirmedim
hiç. Yıllar boyu hayatın bize bir şans vermesini bekledim.
Sonra kocam, devlet dairesine memur olarak girdi. Yıllar sonra ilk kez
bir ışık belirmişti önümüzde. Artık özlediğim yaşama kavuşabilirdim.
Çocuklarımızla birlikte ayrı bir eve çıkabilirdik. Birbirimize
ayırabileceğimiz daha çok zamanımız olurdu böylece. Ama ilişkilerde tek
başına istemek yeterli olmuyor işte. Karşılıklı istemek gerekiyor. Ortak
hedeflerle ilerlemek geleceğe... Olaylara aynı yerden bakmak... Ben hep
tek başına düşünmüşüm meğer. Gerçek yaşamda herhangi bir karşılığı
olmayan hayaller kurmuşum. O hayallerin sarhoşluğunda gelmeyecek günleri
beklemişim.
Kocamın yeni işiyle birlikte, her şey daha da kötüye gitti. Aldığı bütün
parayı üstüne başına veriyor, eve ekmek getirmiyordu. Bize yine dayımla
yengem bakmaya devam etti. Artık iş dışındaki zamanını arkadaşlarıyla
geçirmeye başladı. Bir giydiğini bir daha giymiyor, aynanın karşısında
saatlerce süsleniyordu. Kendime bile söylemeye dilim varmıyordu ama
elbiselerinde ve bedenide başka bir kadının varlığını seziyordum.
Sonraları, hislerimde yanılmadığımı anladım. Kocamın bir kadınla ilişkisi
çıktı ortaya. Başlangıçta onu himaye ettiğini söylerken, ileriki günlerde
imam nikâhı kıydığını açıkladı. Ne garip, temizlik, çamaşır, bulaşık
derken kocamdan olmuştum. Günler, geceler boyu ağladım. Meğer onu ne çok
seviyormuşum.
Memleketime gittim apar topar. Ama baba ocağında yapamadım. Çocuklarım,
ailemin gözüne battı. Bir anne yavrularından ayrı yaşayabilir mi?
Çaresiz, dayımın evine geri döndüm.
Gidişim, meydanı onlara bırakmak olmuştu. Birlikte yaşamaya
başlamışlardı. Kocam bana açıkça ondan ayrılmayacağını söylüyordu.
Yaşadıkları sefil hayata rağmen ikisi de birbirinden kopamıyordu. Tek
maaşla onun bile boğazını geçindiremezken beni ve çocuklarını da yanında
istiyordu.
"Hep birlikte olalım." diyordu. "El üstünde tutarım seni, kimselere
ezdirmem."
Aklıma girip, kandırdı beni. Onu bütünüyle kaptırmamak için savaşacaktım.
Zaten yıllarca bir evim olsun istememiş miydim? Kumam bir paçavra, bir
sokak süprüntüsüydü. Evin hanımı ben olacaktım. Dayıma, kocamın yanına
gitmek istediğimi söyledim. Taksitle eşyalar aldı. Çocuklarımla birlikte
taşındık.
Yine kulaklarımda kızımın sesi çınlıyor: "Anne, beslenme çantamı
unuttum."
Yüzüstü dönüşümü hatırlıyorum. Sabahın erken saatinde kocam uyurken
çocuğu okula götürmek benim işim mi? Kilide anahtar girmiyor. Kapıyı
arkadan kilitlemişler. Zile basıyorum, açan yok. Uzun uzun bekliyorum.
Neden sonra keyfi yetip geliyor kocam.
"Ne var, ne oluyor?" diye söyleniyor.
"Beslenme çantasını unutmuşuz. Hem size ne oluyor? Niye kilitlediniz
kapıyı?"
Cevap vermiyor; pis pis sırıtıyor.
Başımı alıp gitsem diyorum, ama nereye? Okutulmamışım, daha hayatı
tanımadan koca evine gönderilmişim, elim ekmek tutmuyor. Altın beşikle
baba evine kabul edilmemişim. Anlıyorum ki, gidecek başka bir yerim yok.
Biz taşınırken ev sahibine, "Dul bir kız kardeşim, iki de çocuğu var."
demiş. "Bundan böyle bizimle birlikte yaşayacaklar."
Çocukları ilk günden tembihledi: "Başkalarının yanında bana dayı
diyeceksiniz."
Akılları karıştı çocukların. "O adam baba mı, yoksa dayı mı?" Ne
diyeceklerini şaşırdılar. Bazen evdeyken dayı diye sesleniyorlar, bazen
dışarıdayken baba diyorlardı. O da utanmadan toparlamaya çalışıyordu
durumu. Özrü kabahatinden büyük...
"Çocuklar beni babalarının yerine koydular.".
Ev sahibi önceleri kaçamak bakışlar fırlatmaya başladı bana. Sonra yolumu
kesip niyetini açıkça belli etti:
"Ne evlenmesi be adam? Ben zaten evliyim. Bu evin gerçek hanımı benim."
diyecek oluyordum. Aklıma kocamdan yiyeceğim dayaklar gelince
yutkunuyordum. Sert bir ses tonuyla cevap veriyordum:
"Evlenmeye falan niyetim yok benim."
O evde geçirdiğim günleri düşündükçe daha bir düşman oluyorum kocama.
Hanımı olmaya gittiğim evin hizmetçisiydim. Kumam, bin bir türlü dolap
çevirip kandırıyordu onu. Gâh hamile numarası, gâh hasta numarası
yapıyor, her gün başka bir oyun icat ediyordu. Bütün altınlarımı çalmış,
çocuklarımın bayram harçlıklarına bile tenezzül etmişti. Sevdiğimiz
eşyaları saklıyor, olur olmaz nedenlerle çocukları babalarına
dövdürüyordu.
Kötü niyetli insanlarla uğraşmak çok zor... Haklıyken, haksız durumuna
düşüyorsun. Kendimi parçalasam da, gerçekleri kocama bir türlü
anlatamıyordum. Hasta numarası yaptığı geceler sabahlara kadar başında
bekliyordu.
Eve tek soba kurduğumuz için hepimiz aynı odada yatıyorduk. Herkes
uyuduktan sonra kocamla kumam birbirlerini kandırıp soğuk odaya gidiyor,
saatlerce gelmiyorlardı. Oysa benim aylardır yanıma bile yaklaşmamıştı.
Ben hep ağlıyordum. Her geçen gün ilişkimiz daha da kötüye gidiyordu. O
evde artık kalmayacağımı biliyor, dayımın yanına geri dönmeyi gururuma
yediremiyordum. Sonra bir gün yengem çıkıp geldi. Benim yapmaya cesaret
edemediğim şeyi o yaptı.
"Kalk kızım!" dedi. "Sizi götürmeye geldim. Burada kalırsanız birbirinizi
öldürürsünüz. Zaten yıllar boyu biz bakmadık mı size? Hiç ağlayıp üzme
kendini. Evimiz senin evin, çocuklar bizim çocuklarımız. Ye iç keyfine
bak. Kocanı yok farz et."
Bu olaydan sonra dayımla yengeme yapıştım sıkı sıkı. İyi ki onlar vardı.
Kimseye muhtaç etmiyorlardı bizi. Yanlarında güvendeydik. Ne dayak
kalmıştı, ne kıskançlık krizleri... Huzurlu bir yaşam her şeyin
üstündeydi. Bin bir umutla dayayıp döşediğimiz o evi kocamla kumama
bıraktık. Yalnızca kişisel eşyalarımı alabildim. Üstelik dayımla yengem
aylarca o eve yapılan harcamaların taksitlerini ödedi.
Geri döndüğüm ilk günlerde, kocam ancak gündüzleri, kumamım haberi
olmadan yanımıza geliyordu. Ne ben, ne de babaanne ve dedeleri
çocuklarımdaki baba hasretini dindiremedik.
Yengem bir gün: "Oğlum" dedi. "Gel bu çocukları yetimhaneye verelim.
Karını da memleketine gönderelim. Madem herkes kendi hayatını yaşayacak,
bunu başka yolu yok. Böyle babalık olmaz."
Şimdi, gün aşırı bizimle kalıyor. Ama bende ne yüzünü görmek için istek
var, ne de karşısına çıkmak için heves. Yalnız çocuklarımın adına mutlu
oluyorum. Onlara tek başına bakabilecek gücüm olsa bir gün durur muyum
buralarda?
"Madem öyle, ben de yokum" derim. "O sana karılık yapsın."
Ne buluyorsa onda? Çok daha güzel, çok daha alımlıyım. Üstelik elinden
bir iş gelmez. Cilveleri, kırıtmaları olmalı kocamı baştan çıkaran.
Sabaha karşı kanepede sızıp kalıyorum. Rüyamda çocuklarımın büyüdüğünü
görüyorum. Okuyup meslek sahibi olduklarını, mutlu evlilikler
yaptıklarını... Yıllardır ilk kez huzurluyum. Yüzümde tatlı bir tebessüm
beliriyor. Sonra küçük kızımın sesiyle uyanıyorum. Beni yeniden hayatımın
gerçeğiyle karşı karşıya getiriyor:
"Anne, babam bugün de bize gelecek mi?"
Sonra birden kafası karışıyor. Yanlış bir şey söylemiş gibi elini ağzına
götürüyor.