Gün son soluğunu verecek gibiydi. Göğ’ün kıyısına inen kızıllık, akla
ancak serinleyebilmiş bir yaz akşamüstünü getirse de eylülün tam dibiydi.
Yerini bulmuş ve yerleşmiş bir oluşun varlığı, yadsınamaz ölçüde
hissedilir olmaya başlamıştı. Bir şey yerini bulmuş, yerleşmiş ve hep
oradaymış gibi kabullenilmişti. Bir süredir paçama yapışmış olan üzüntü
de orada, yerindeydi elbette. O da varlığı kabullenilmiş olduğundan “bendendir“ denilerek sahiplenilmiş; o ne idüğü belirsiz ben’e buyur
edilmişti. Yazın sıcağını aratan bunaltı hafiflemiş, akşama evirilen gün
çekilirken ortalık bir parça serinlediğinden hareket mümkün hale
gelmişti. Oturmayı sürdürsem mi, kalkıp biraz dolansam mı yoksa’dan başka
sorusu olmayan zihnim, harekete hazır bedenimin hevesini enikonu
kaçırmıştı. Masanın üstüne, oturur oturmaz, sigarayla birlikte çıkarılmış
kitap, kapağı açılmadan öylece duruyor, bardaktaki çayın yarımlığı,
baktıkça, yüreğimi burkuyordu. Ne ağzımın ne zihnimin tadı kaldığını
hatırlattım kendime. Cılız bir karşı çıkış; bu böyle gitmez, toparla
kendini der gibiydi. Onu susturdum. Kendimde kendime dair hiçbir fikri
olmayan o yan, epeydir canımı sıkıyordu. Sahte umut ve neşe pompalamaya
çabalayışları, görüntüyü kurtarmaktan başka işe yaramayacak – ona
sorsanız epeyce parlak – fikirleriyle tahammül edilmez oluyordu. Sus
dedim sus. Pısıverdi.
Gelir geçene bakar, oyalanırım diye düşünmüştüm buraya otururken. Zaman
geçer, zamanın geçişini hissetmezsem her şeyin biraz daha yolunda
olduğunu düşünebilirim. Oysa zaman damarlarımda dolaşan, dolaşırken
sıcağıyla yakan, ateşini nereden aldığını bilmediğim kaynayan bir sıvı
nicedir. Uykuda karabasan, bilinç halinde hesaplanabilir bir ağırlık.
Zamanla hafifleyeceği iddiası ise eski bir yanılgı. “Zaman Ben’de bir fay
veya bir çatlak“! Zaman kaybın, kaybedilenin ve kaybetmiş olmanın
hatırlatılması. Belleğin gardiyanı biraz da. Zamanın içinde bir şeylerin
meydana gelmesi yerine, zamanın kendisi meydana gelir, cümlesini
yineleyip aynada kendine dil çıkarmak zamanı düşünmek. Bendeki çatlağı
oluşturanın ne olduğunu bilip, onu dolduracak malzemeden yoksun olmanın
üzüntüsü paçamda. Yürürken ayağımı sürüyorum ve zaman efendi biliyor
bunu. Yalnız o görüyor, gördüğünden biliyor, bildiğinden ateşliyor
damarlarımda akanı. Razı geliyorum, ne yapayım?
Akşam aniden inmişti. Sokaktaki kalabalığın azalacağı yoktu. Yerimden
kıpırdamayacaktım. Sokağa inmeye, inip tanıdık tanımadık yüzlere bakmaya,
bakmasam bakışlarımı yere dikmeye, ellerimi cebime sokmaya, küçük veya
büyük adımlar atmaya, bir bakkal bulup bir paket sigara istemeye,
caddenin karşısına geçmeye, geçerken gelip geçen araçları kollamaya,
ağaçların yaprakların hafif esintiyle titreyişlerini fark etmeye,
kendimden uzaklaşıp sonra yine kendime dönmeye mecalsizdim. Bardakta
yarım bıraktığım çayı tazelemekten bitap düşmüş garson “kapatıyoruz”
diyene kadar orada oturacak, oturacak ve “dönen Bir olsaydı işe
kendinden ayrılmayarak başlardı “ diyen bir adamın bu dediğini
düşünecektim. Doğal bir yanılsama, esasında felsefi bir yanılsamaya
dönüşür diye uyaracaktım kendimi. Sonra garson gelip, kapatıyoruz
diyecekti. İtirazsız kalkacaktım. Gece ertesi günün “hızlandırılmış
tekrar”ına hazırlanırken eve doğru yürüyecektim.