daar! diye bağırdım. koyu bir ısrar camlara vurdu. tuzun kemirdiği taşı
oydum ateşten köpük köpük gök doğuruyordu kulamparalar aynı anda nisan ve
kimsenin yolculuğu kimseye uymuyorken kucağında ölü bir kuşla ücrama
çivilenen ücranı araladım, mesafeyi içime çektim. gördüm kusursuz
laila’yı hercai aydınlığına koyuverecekken soluğunu yeşeren doğayı küskün
gözl…
daha değil…
daar! diye bağırdı med vaktinin hummalı melodisini ve duyduk sonra
yorduğum redifte ölüme sus peşimsıra bitimsiz gövdelerin senfonisini,
yılgın musalarla bekledim sirenlerin gecesinde. sesim kuma değdi ve
gürledi karşı kıyılarda bulutlar… evvel zaman içinde bir deniz cesedinden
şimdi nereye çıkarılırdı…şaşırdı ağacımın elleri de…aynı yerde kulağımda
yollarda yiten çocuk susuşları da…
hep böyle çukur ürüyordu. anarkali görünse bu nar görünmez…nar görünse
anarkali…bu yüzden yasaklanır ağaçların evlere girişi. bu yüzden
terlikler düzeltilir, oyuğundaki midyenin yüzünü arar odaların
sessizliği. bu yüzden kuma değer sesim…sen hâlâ kendinde mi
mahsursun…ücra ve mesafe ömür boyu sürecek yolculukta kısa bir an.
senin körf…
daha…
daar! diye bağırdılar. uzandım nisanına ağların yırtığında balıkçılar
sulardaki cinayetle ciltlerken sevişmelerin risalesini kuytuma sataştım,
külledim paçavramı, penelope’ un iğnesini delirttim sonra bir ayet gibi
sindim yakamozuna… mesela tam yerini bilmiyorum, ama rilke’de bir kutu,
yeşilini bulacak şimdi, bir kapak onu gözüne kestirecek, tam bilmiyorum,
ama…kaçıncı kez metruk dillerin hiç susmayan yağmurunda bir harabat
çisesi içini içime döktü ve amansız bir ebemkuşağı ansızın serenimde…malabadi’
den mi desem symrna’ dan mı, hani kavislerini uyarsam en çok hangi
renginde sendelerdin sen hangi renginde kaybolurdun…bir aşağı bir yukarı
dolaşm…
değil daha…
daar! diyebağırdın. tuz dindi.bıçak, ponzasına çullandı, yarım yamalak
birkaç kesik…
düşündüm ihtirasını istiridyenin… nisan incilerini is bastı. nisan,
nisanı neden bilmedi…baktım bilmemekle bitecek gibi değil en çok
oralar…ne diyordu buna rene char: telin üstünde bir kuş… düşünüyorum
vardığım zannettiğine hiç varamamış bir hiç mi eşgalim…ben seni… hiiç
diyorum…böyle bindokuzyüzseksen yedi yıl öncesinde bir kar gölgesi…
daha…
daar! diye bağırdı. görünce sayende, mühürledi şehrayinlerin sonsuz
hicretine sayemi. arzulananda da içburkulması ücraya miskal…ve yanıbaşımızda
silinen senfoni…topladım daha’ larımı, değil’ lerimi, hiç’ lerimi
direndim direndim direndim…nelere mi…duyulur taşlarda şimdi silineni
yeniden yazdıran melodi…
ay koyuldu göçe
zamklandım camın çehresinde dili yetim
bendeki geceye
bir sokak havalandı.
puhunun gözünü gördüm. turuncu.
gurbetine indiğim elohim, dağ bekçisi cezanne nerde
sütunların safran öpüşlerinden
önce annem terk etti ülkesini
çıplaklığımı yığıldım ölümcül vedalara
daar, diye bir ses yüzümüzde gezinirken körfezden gece geçiyordu. gecenin
muhtevasında ‘geç’ vardı. geçeyi önce hikayesi terk ederdi…
dar, diye el salladı, gidişlere ağlayan sandalımız kök saldı sularda…
odysseus, kendinin ücrasında ücra dilenen…mendiline bıraktı yüzünü
dünyanın barışını görmeye…gece gülümsedi… anladık sabahın yaklaştığını…
dar diye seslenirken son tükeniş…
sen kıyıların yerini değiştiriyordun durmadan
yaran o kadar mı derindi…
ki…
anarkali…katmanlanır hafızada
buza yatırılan yıldızlar
yırtılan bir uçurtma için gök de ölebilir
bir kelebek için gece
seninle değiştirebilir tanrısını
üç kuruşluk çaputa
bütün vitrinler durup bakar
gözleri yalnızlık
bırakır tapınaklarının kapıları esrarına çarpar ıssız
şimdi orman hangi böğürtlenine uyanır
döndükçe hummalı zıvanamda
kendini kendine kilitlemiş bir ağaç
şimdi senin hangi yıkıntında boy verir
kesik dalı hatırasının
yaprakların mezhebi yok
kabukların kavmi
çukurumun çakılına tutunuyor zaman
ve hayallerinin en sadığı olan ben
taa beşikten bu yana ücranı arşınlıyorum
beni hatırla
anarkali…bodhi gaya lumbin
taşın içinden geçtim
sarmaşıklar kemiklerimi deşti
şimdi kandan daha yaslı
kaynağımdan gözyaşını
içmeye can atıyorum
ağaç gözlerimi açmama izin verdi
oyuğumdaki paçavrayı çıkarın