Bir zamanlar bir gecekonduda gaz lambalarının aydınlığında örgütçülük
yapan uzun gölgeli adamlar yaşardı.
Kimi zaman horozlar ötünceye kadar uykusuzluk onlara arkadaşlık ederdi.
Hayallerinde dal uçları dağlara bakan bir çınar olurdu bu adamların.
Kağnı gıcırtıları içinde kadim zamanlardan kalma bir kervan yürürdü
yüreklerinin dar sokaklarında.
Bu kervan sokakları kül ve tezek yığınları köylerden geçerdi. Anadolu’dan
geçerken çatılarında güvercin gurultuları toprak evler, öküzlerle atların
soluğuna sürtüne sürtüne yürüyen insanlar da katılırdı bu kervana.
Bu kervanda kadim bir bilgeliğin tanıkları buruşuk yüzlü dedeler, duvar
diplerinde güneşlenen nineler, kırık kalpli çocuklar ve hırçın ırmakların
alıp götürdüğü telli duvaklı gelinler de olurdu.
Bu kervanın adı devrimdi.
Uzun gölgeli bu adamların önceden konuşmalarının köpüren dalgaları
olmazdı pek.
- Önceleri havadan sudan,kadınlardan konuşan, ufak tefek şakalar yapıp
yemekten sonra dağılan bir gruptuk. Daha çok kadın ruhunun ucuz
yöntemlerle kolaylıkla fethedilebileceğine dair eril konuşmalardı.
Ta ki aralarına Deniz adlı biri katılana kadar. Deniz felsefe
öğrencisiydi ve ütopyanın dibinde zonklayan kadim sözün çağrısı hukuk,
adalet, eşitlik, özgürlük ve sosyalizm diyordu. Seçkinci tavırları
nedeniyle arkadaşları tarafından zaman zaman kıyasıya eleştiriliyordu
Deniz.
- İsa’nın havarilerini onun ölümünden sonra bir arada tutan şey sizce
neydi sevgili arkadaşlar? Bence kıyam fikriydi. Kafalarından eskimiş
vedaları silip yerlerine buluşma umarını doldurmuş olmalarıydı.
Bu kadar zulümden sonra bu toplum ya organik bir cemaattir arkadaşlar ya
da daha kötüsü, geleneksel toplumun çöküşünden sonra ortaya çıkmış,
atomize bireylerden oluşmuş, bir sürü toplumudur.
İnsanları sömürenleri, topraklarını emeklerini ve yeraltı zenginliklerini
çalanları birçok toplumbilimci sömürü ilişkileri içinde bir sosyo-ekonomik
paradigma olarak açıklamaya çalışıyor. Peki söyleyin, insanın vicdanını
ve aklını çalmaya ilişkin kaç tane kuram var?
Zamanın kalbinde bir akıl vardı. İşte o aklın rahatça nefes alıp vermesi
için sanki her şeyin kusursuzca önceden kurgulanmış olması gerekiyordu.
Bu adamların hayatın yaman sınavlarına çekilmesi için sanki bir darbe
olması gerekiyordu.
- Çoğu insan ihanet ve ihbarı, birini gammazlamayı dünya üzerinde yer
etmiş en iğrenç davranışlardan biri olarak kınarken azımsanmayacak
nicelikte insan da içinde bir Yehuda’yla dolaşıyor sevgili arkadaşlar.
Bir yandan böyle devrimci söylevler çekerken arkadaşları Deniz’i küçük
burjuva bir hayat sürmekle de eleştiriyorlardı.
Hele aralarında sert mizacıyla tanınan biri vardı ki, aşk dışsal bir
zamansallık kazanmak durumunda, sadece küçük bir iç evrenin malzemesi
olarak kalırsa sönümlenir diyordu.
Haksız da sayılmazdı hani. Deniz, Yağmur adlı sevgilisiyle gösterişli ve
kapalı devre bir hayat sürüyordu.
Oysa mahallede köpeklerin, kedilerin bile ses çıkaramaz hale geldiği
karanlık bir dönemden geçiyordu ülke.
Yaklaşan darbe seslerini kastederek,biz de gidelim buralardan demişti
Yağmur. Deniz, evimizi, şehrimizi, tanrılarımızı, ölülerimizi terk edip
gitmemizi mi öneriyorsun diye karşı çıkmıştı.
Darbeciler daha gelmeden suç unsuru sayılan kitapları yakmaya karar
verdiler.
Bahçede yanan ateşin rüzgarında dalgalanan uzun saçlarını savurarak,
üzüntü ve endişe ile ateşin içindeki kitaplarına bakıyordu Yağmur.
Saçları gibi kıvrılarak yanan her kitap yaprağı yüreğinden bir parça
koparıyordu.
Darbeci birlikler ev baskınlarıyla şehri önce güneyden hallaç pamuğuna
çevirdiler. Kitaplarla silahları yan yana koyup her gün haber
yapıyorlardı. Şehir işkence sahnesi olmanın büyük utancıyla sessizliğe
gömülmüştü. İnsanlar avlanıyor, işkence haneler ve cezaevleri büyük
acılara boğuluyordu.
Karışık düzen savaş çığlıkları atarak ilerliyorlardı. Düşmana karşı bir
saldırı başlatmışçasına her şey vatan için diye bağırıyorlardı.
Marşlarından nasıl milliyetçi bir çılgınlıkla beyinlerinin yıkandığını
anlamak mümkündü. Sokaktaki ilk evin kapısını koç başıyla parçaladılar.
Barbarın yırtıcı görünüşüyle iyi yürekliliği arasındaki maraz karşıtlığı
temsil eden iki polisti Deniz’i sorguya çeken.
Her işkence seansından sonra kendine geldiğinde ne saati kestirebiliyordu
ne günü ne de hangi şehirde olduğunu.
Gözleri canice bakan polis,
- Konuş lan, kaç kişisiniz? Örgüt adı ver bana.
- Tek başınayım.
- Komutanım diyeceksin o..spu çocuğu…
Sessizliklerin en keskini susmak değil, konuşmaktır diye geçirdi içinden.
Onlara ad vermemeye kararlıydı ama belki felsefe bilgisiyle onları
yanıltabilirdi.
- Ben ekzistensialist örgütündenim.
- Bu ne la? Araba egzozu mu? Bizimle dalga mı geçiyorsun sen?
Korktuğu şey çekermiş kişiyi. Korkunun ecele faydası yok diye düşündü.
Sorgu ve işkence uzun sürmüştü bu sefer. Gecenin bir vaktinde gelen başka
bir timde Sarı lakaplı polis şefi mazgalı açarak, geçir lan şunu
gözlerine dedi. Ağzı alkol kokuyordu Sarı’nın.
- Ama ben daha yeni işkence gördüm
- S..erim lan senin geçmişini, getirin bunu…
İşkence bir bilgi edinme yöntemi olmaktan çok bir şiddet orgisine
dönüşmüştü.
Kimin, nasıl konuşturulduğunun önemi yoktu. Önemli olan, şahsın konuşup
konuşmaması da değildi. İlk etapta çok şiddetli işkence yapılmazdı. Kaba
dayak, burnu ya da elmacık kemiği kırılarak başlanırdı. Sonra işkencenin
şiddeti artarak devam ederdi. Doz, hastalıklı ruhun kana doymasına bağlı
olarak artar ya da azalırdı.
Sorgunun mekânı bazen bir garaj olurdu, bazense boş bir apartman dairesi.
Önemli olan tek şey çığlıkların duyulmaması ve tamamen işin temiz
yapılmasıydı.
- Sağ kolum serbest onunla istersem bir kılıç tutabilirdim ama ben meşale
tutmayı yeğledim.
- Ne diyo lan bu? S..erim lan senin sülaleni, meşaleni. Ben sormadıkça
konuşmayacaksın…
Odaya anlaşılan başka bir görevli daha girmişti.
Sarı, hoş geldin reis deyip birbirlerine sarıldılar.
- Hoşbulduk Sarı
- Otur hele otur. Konuşacak çok şey var.
- Kim bu, hangi örgütten?
- Egzos mu, gazoz mu, bilmiyorum, bizimle taşak geçiyor bu. Ne yapalım
reis?
- Açın gözlerini!
- Emin misin reis?
Kısa bir sessizlik olmuştu. Sadece diş gıcırtısı ve derin soluklanmalar
duyuluyordu.
Sarı sert bir hareketle göz bandını çıkarttı. Kafasını hafifçe aşağı
yukarı sallayıp, alt dudağını ısırırken duvardaki Türk büyükleriyle
Mustafa Kemal fotoğraflarına baktı.
Sarı, iplerinin çekilmesini bekleyen bir kukla gibi karşısında duruyordu.
Reis konuşurken tahtadan görünümüne yaraşır suskunlukla başını sallıyordu
sadece.
Reis, gece uzun olacak dedi.
- Önce kanımızı silelim, sonra öcümüzü alalım.
Yüzlerini görmelerine izin verdikleri insanları öldürdüklerini duymuştu.
Biraz yaşadıkları olaylardan konuştular, biraz öldürdükleri insanlardan.
Çocuklarının gözleri önünde öldürülen babaların acılarından, o çocukların
annelerine tecavüz ettikleri zamanlardan. Ortak akılla unutulmuş ve
hatırlatılması istenmiyordu bazı şeylerin. Elbette bu yapılanlar kötü
şeylerdi ve devletin bekası her şeyin önünde gelirdi. Mevzu vatansa
gerisi teferruattı.
Odaya sarkık bıyıklı biri daha girmişti. Düşmüş avın etrafında toplanan
sırtlan sürülerini andırıyorlardı. Odaya yeni giren eğilip reisin
kulağına Sarı’yı kastederek bu kim diye sordu.
- Onun işi uzuvlar, kan ve eklemler, adını s..tir et.
Prag’ı savunurken can veren bir direnişçi olarak gömülmek isterdi Deniz.
Bu mertebeye hiçbir zaman ulaşamadı.
Biraz yürüyorsunuz önce selvileri sonra mermeri görüyorsunuz. Babası
orada yatıyordu Mira‘nın.
Mezar höyüğünde bir anıt taş olarak dünyadan biraz daha yüksek duruyordu.
Ütopyaya adanacak bir hayatı olmuştu babasının. Herkesin katkısının
olduğu ama failinin olmadığı bir cinayete kurban gitmişti. Oysa Mevlâna
dergâhı gibi adamdı,ne olursan ol gel diyordu.
Halim selim kendi halinde bir kadındı Mira. Annesinin ölümünde sonra
yeniden başlamak zor gelmişti.
Lodosun çalkaladığı denizde bir o tarafa bir bu tarafa savrulan bir
şilebi andırıyordu.
Bu distopik dünya, hayal gücü güçlü biri için fazla sınırlayıcıydı.
Kitaplar ise bu kısa hayatın içine milyonlarca hayat sığdırmasını
sağlıyordu.
Bir kum fırtınası şehri önüne katsa da geldiği çöllere götürse diye
düşündü hınçla yürürken.
Yanına babasının cezaevindeyken annesine yazdığı mektubu almıştı:
Canım karıcığım.
Biz gecenin sessizliğinde bir araya gelen yalnız kuşlardık.
Neyi nereye koysam, nereden başlasam bilemiyorum.Hayallerimin kıyıcığında
bir uçurum var.
Evin beti bereketi niyetine bir yerde bir nar taşa çalınır. Dağılan
tanelerinde parçalarımı hâlâ arar dururum.
Seni her düşündüğümde sarayları, külleri, aşkları, fiyonkları nal sesleri
eşliğinde yerlerde sürüklenen, rengarenk, ipeksi bir masal dünyası gelir
aklıma. Eskil mutluluklara dair bir zaman tatlı tatlı uğuldar kafamda.
Rüyamda ranzamda değil uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaydım. Çölde
Nemesis'i gördüm, kırılmıştı Musa'nın asası ve sası kokuyordu sular.
Âşık olmak teslim olmak değildir. Ruhum sana teslim olmadı ama sana
ihtiyacı var. Çünkü özgürlüğün kendi içinde bir ebediyeti var.
Bir yoklar ve yokluklar diyarı taşıyorum içimde. Yaşam ve varlığım sensiz
çok acziyet ihtiva edecek.
Aşk kayba uğramaktır, kayba uğramayı göze almaktır. Urlarla vurulmuş
kanserli bir bünye taşıyorum, umutsuzluğun ölümle sonuçlanan bir hastalık
olduğunu biliyorum.
Çok yakında beni düşlerime terk edeceğini biliyorum.
Öldürülen öğretmenleri, sendikacıları, gazetecileri, doktorları, giden
babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya acıttıkça Deniz, Yağmur’a
yazmıştı. Yazmak işte böyle bir kuşatmayı yarma girişimidir.
Değişik timler onu cezaevinden alıp alıp yer göstermek için operasyonlara
götürüyorlardı. Operasyonlarda bir polis ölse hıncını ondan ve
yoldaşlarından çıkarıyorlardı. Bu şekilde iki koğuş arkadaşı demir
çubuklarla dövülmüş, gözünün önünde can vermişti.
Bir keresinde Dersim kırsalında bir operasyona götürülmüştü. Militanlar
tarafından pusu atıldığı için hızla kaçmaya çalışan bir cemseden
kendisini uçuruma atmıştı.
Kimsesizler mezarlığıydı gömüldüğü yer. En azından onlara böyle
anlatılmıştı.
Akşamın alacası sessizliği elle tutulur hale getiriyordu. Şehrin tekinsiz
sokaklarında tanımadığı birini, olmayan bir adresi arıyordu. Gittikçe
kararan akşam göğünde bir Mira aradı. Geceleri yunuslara yol gösteren
yıldızın adıydı Mira.
Sahil boyunca uzanan bu telgraf tellerinin içine sıkıştırılmış ne çok
bekleyiş vardı ne çok umut.
Yakamozlar vardı sularda. Kelebeği kendine çeken ışık içre, sessiz bir
ateşti yanan.
Mavi uykulara dalmıştı Deniz. Bekleyişse en gidilmez limanlara demirleyen
bir hayalet gemi olmuştu içinde.
Tarifsiz bir önseziyle, elini arka cebine götürdü, adresi kaybetmişti.
Kafasındaki koyu lacivert düşünceler geceye benziyordu ya da geceyi
düşüncelerinden doğuruyordu.
Ceketinin yakalarını kaldırıp rüzgâra siper etmişti. Saklanarak hologram
insanların içinden geçip yürüyordu.
Cehennem oldu buralar diye geçirdi içinden. Balmumundan tanrılar eriyordu
bu cehennemin içinde.
Trafik lav nehirleri şeklinde akıyordu. Uzakta bir yanardağ patlamıştı da
buradan bakınca; Akdeniz, Güneydoğu Anadolu, Doğu’dan bakınca; Karadeniz,
Marmara, Edirne; ülkenin ne kadar ormanı varsa yakıp kül ediyordu. Volkan
ayrıştırıcı ve yakıcı küller püskürtüyordu ülkenin üzerine. İçtimai
patlamalardı bunlar daha çok.
Terk edilmiş hissi uyandıran eski evlerin tek tük yanan solgun ışıkları
ve kim bilir kaç gündür alınmayan çöplerde eşelenen köpeklerin görüntüsü
korku vericiydi.
Çay ve sigarayla doyuruyordu benliğini. İçine atıldığı kent varoluş
serüveninin çıkış noktası bir yerdi.
Aşklar, insan ilişkileri, felsefe, gazetecilik ve yazarlık; bu şehirde
her şey adeta bir kamu teşebbüsüne dönüşmüştü.
- Yaşadığım şehirdeki insanların hepsiyle şu ya da bu şekilde kavgalı,
uyumsuz denilebilecek bir hemşeriyim. Aslında daha çok kendi kendimle
kavgalıyım.
Hayat, sahnesinde rol almış irili ufaklı gölgelere söz hakkı tanımıyordu.
Perdeye yansıyan olaylara uzak dünyaların görüntüleri muamelesi yapmamız
yüzünden bu gölgelerin sesleri, dilleri de yoktu.
- Kimse önünü görmüyor. Ne tuhaf değil mi? herkes gittiği yeri birbirine
soruyor.
Kelime suretlerinde günlük hayata dağılmış irili ufaklı kımıltıları,
onların yüz çizgilerindeki dalgalanmaları, irkilme ve gülümsemeleri
hayatın ışıklı alanlarına yayılan umut pırıltısını gölgeleyen,
gölgeleyince de sonrasızlığı ve acıyı daha görünür kılan bir işlevleri
vardı bu insanların.
Birbirine ulana ulana akıp giden seslerin ve anlamların içinden sahile
doğru yürümeyi sürdürdü.
İnsanlar gözlerine çarparak geçiyorlardı. Bir insanın yüzünde de birçok
insanın yüzü vardır.
Böyle bir yerde deniz üzerinde batan güneşe bakarak hülyalar
kuramayacağınıza göre daha karanlık şeyler düşünmekle zamanınızı
geçirirsiniz.
- Ama sen, hiç de bu yüzden düşüncelerimin dışında kalmış, unutulmuş
değilsin. Sen cümlelerimde, satırlarımda gezinip duruyorsun anne.
Annesiyle ilgili onu en çok üzen şey, kendisine ait mutluluklarının
olmadığını fark etmesi olmuştu. Teni bozkır kokardı annesinin.
Yorulmuştu amaçsızca yürümekten. Şehrin nezih bir mahallesinde restoran
işleten bir arkadaşı vardı. Üniversite yıllarından tanıyordu Yusuf’u.
Yusuf çok sevdiği eşinden yeni ayrılmıştı. Ayrılık acısı çekiyordu.
- Bir insanın en içteki, en kutsal şeyi, aşkın çoğaltıcı gücünü kaybetmiş
olmasından daha korkutucu bir şey düşünebiliyor musun?
- Evet, bir kız çocuğunun babasını kaybetmesi…
Bakışlarında hayata karşı insanın içini üşüten bir umursamazlık vardı
Mira’nın.
Babasının giderken ardında kalanlara bıraktığı kırgın gülüş, jiletle
kazınsa bile yüzüne çıkmayacak bir ifade bırakmıştı.
Babasını bir gece yarısı götürülürken yoğun bir sis bulutunun altında
hayata olan güveni, bağlılığı ve sevdasını da birlikte götürmüşlerdi.
- Öptün mü babanı?
- Arada mazgallar vardı, öpemedim.
Sadece bir kere dokunmuştu ellerine. Bir gözyaşı damlamıştı parmak
uçlarına.
- Kimse bilmedi aslında ne çok ağladığımı baba. Evin yolunu bile neden
şaşırdığımı, kollarına alıp yatağıma yatırdığın savunmasızlığımı, tatlı
melteminle örttüğün çıplak kalbimi kimse bilmedi.
Radyoda Coleman Hawkins’in Body and Soul’u çalıyordu.
Solgun bir resmin gözlerindeki hüzün ya da bir caz sanatçısının sesinin
tonundaki ufacık bir nota farkı, hayatında güzel bir değişimin olduğuna
dair ipuçları taşıyordu.
Hesapların tersine dönme olasılığı, bir nevi kul kurar, kader güler
denilen durum meydana gelmekteydi.
Duvara Van Gogh’un Patates Yiyenler tablosu ile bir Yılmaz Güney posteri
asılmıştı.
Resimlere bakarken işkenceci polisi puslu bir sokağın kuytusunda bekledi.
Onu yakalamaya çalıştı. Sorgulamak istedi. Başaramadı. Av ve avcı rol
değiştirdi. Polis kaçtı. O kovaladı. Polisi Mahallenin çıkışına, şehrin
dışına, hatta ülkenin dışına kadar kovaladı.
Bütün bunlar otuz saniyede gerçekleşti. Hayatında geriye doğru tutamaklar
araması, katmanları arasına saklanmış onlarca karabasanı temizlemesi,
özünü yakalayıp hayatının kör noktasında kalan anılarla yüzleşmesi tam
otuz saniye sürdü. Hesaplaşma ve arınma otuz saniye sürdü.
Lisans öğrenimini bitirdikten sonra doktora için yurtdışında burs
kazanmıştı.
- Soğuk ve puslu bir şehirde yaşıyorum baba. İnsanlar arkadaş canlısı
değil.
Konuk konuşmacı olarak çağrılmıştı yaşadığı şehrin üniversitesine.
Vakur bir duruşla sürdürüyordu söylevini. Amfi tıklım tıklımdı. Oturacak
yer kalmamıştı.
- İnce yaşam şeridi üzerinde sıralanmış sonsuz noktaların birinden
aşağıya doğru hiçbir şeye tutunmadan düşmenin ne olduğunu bilen var mı?
Bir örümceğin kendi yapışkan iplikçiklerinden koparak boşluğa düşmesi
gibi bir şey.
Öğrencinin biri oturduğu yerden, örümceğin yapışkan sümüksü ağlarından
kurtulup doğması. Bu bence aşktır diye yanıt verdi.
- Hiç âşık olmadım. Hiç sevilmedim. Bir bakireyim ben. Aşk benim
lügatimde endişedir, baş dönmesidir.
Ruhsal açıdan bakire bir annenin oğlu olarak dünyaya gönderilmiş olanın
yenilgisini her gün tescil eden olaylar yaşanıyordu etrafında.
Hıristiyanlığı yeniden kurmak isteyen dişi bir Paulus gibi hissediyordu.
- Var olduğumuz için özür dilemeliyiz.
- Kimden?
- Tanrıdan değil tabii ki. Varlık alanlarını barbarca işgal ettiğimiz
diğerlerinden.
Yaşlıca bir adam amfinin uzak bir köşesinde can kulağıyla dinliyordu
Mira’yı. Ayağa kalktı. Öğrenciyle olan konuşmasını böldü.
- Konuşmanızı böldüğüm için üzgünüm.
Evin beti bereketi niyetine bir yerde bir nar taşa çalınır. Dağılan
tanelerinde parçalarımı hala arar dururum…
Adam konuştukça sağılıyordu zaman.
Mira yere yığıldı. Öğrenciler başına üşüştüler.
Umut hayatta kılıktan kılığa giren bir oyuncuydu. Bir vuslat fikri hep
baki kalır içimizde.