ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   





 

BİR EKSİK,  BİR MUTLULUK


Kapı yerinden sökülürcesine yumruklanıyordu. Üçümüzde birbirimizin gözlerine endişe ve korkuyla baktık. Henüz hava yeni kararıyordu. Kimdir bu saatte? Endişeyle peş peşe birbirimize tutunarak yürüdük. Sema’nın aklına nerden geldiyse, yeni açtığımız kolilerin birinde gördüğü tavayı kaptı ve koşarak yanımıza geldi. Onu gören Özlem de kapının yanında duran sobanın kömür küreğini kavradı. Sanki tam teçhizatlı savunma gücüydük, daha cesurca adımlar atmaya başladık. Kapı tekrar tekrar yumruklanıyor, arada da zayıf bir tekme sesi geliyordu. İyice şaşırdık. Kapıdaki insan mıydı? Yoksa cinler periler veya bilmediğimiz bir mahlukat, ilk defa kendi yaşamımızdan kopup, bilmediğimiz kültür ve insanların olduğu küçücük bu ilçede daha üçüncü gecemizde bizi test etmeye, sınamaya mı kalkmıştı. En önde ben kahraman asker olarak ilerliyordum. Saçlarımın dipleri sırılsıklam terlemişti. Sanki iyi hazırlanmadan yakalandığım bir sınavdaydım. Kapının yanına geldik, kızlar işaret ederek kapıdakine benim seslenmemi istediler.

- Kim o?

- Ben, ben abla!

Kim ki bu bize kendini tanıtmadan abla diyen? Dudak bükerek birbirimize baktık. En azından karşımızda korktuğumuz kişi kadındı. Kadının peşinden birkaç çocuk sesi hep bir ağızdan,

- Açsana, aç, aç, haydi açın. Aney!

- Açarlar dur hele, gırık* ediler!

Dışarıdan gelen sesi tanımıştık. Üçümüz birden rahatladık. Ellerimiz iki yanımıza düştü, vücudumuzdaki bütün kaslarımız gevşemişti. Geldiğimiz günden itibaren önceleri meraklı gözlerle takip eden sonra dayanamayıp yanımıza gelip bizimle dostluk kurmaya çalışan Afitap’tı. İki tane yanında bir de kucağında üç çocuğu vardı. Kız yedi sekiz yaşlarında, oğlan ise dört beş yaşlarındaydı. Kapıdakinin Afitap olmasından her ne kadar rahatlamış olsak da bu kadar sert kapıyı yumruklamasından endişe duymuyor değildik. Özlem fısıldadı,

- Ya arkasında birileri varsa, "teröristleri" falan getirdiyse. Dur! Hemen açma.

Sema, Özlem’e ters bir bakış fırlattı.

- Şimdiden korkuya teslim olursak burada zaman geçer mi? Aç, Zeliha aç.

Kapıdaki anahtarı çevirerek kapıyı açtım. Afitap siyah saçlarının yarısını örten boynundan omzuna doğru kıvrılan mavi örtüsü, kucağındaki bebesiyle karşımızda duruyor. Kırmızı yanaklarının üzerindeki kömür karası gözlerle yüzyıllar öncesinin mozaiklerden fırlayarak o toprağın kokusunu getiren bir tanrıça gibi bize bakıyordu.

- Korktunuz siz?

- Korktuk tabi. Nasıl vuruyorsun kapıya öyle. Kapının zili var ona bas, gelince. Biz de korkmayalım.

Sanki başkasına konuşuyoruz, dinleyen yok. Bizden önce çocuklarıyla beraber, hiç yabancılık çekmeden içeriye girdiler. Onlar evin sahibi biz dışardan gelen yabancı misali kapının önünde dura kaldık. İki çocuk vakit kaybetmeksizin açık kolilere merakla dalış yaptılar. Bellerinden aşağıya doğru kutuların içine sarkıp, bir taraftan karıştırıyorlar bir taraftan birbirlerine konuşuyorlardı. Şaşkınlığını ilk bozan Özlem oldu,

- Durun! Dokunmayın’ İçlerinde elinizi kesecek aletler var.

Dinleyen yok tabi, kime konuşuyoruz. Afitap’tan tık yok, o iri kömür karası gözlerini fıldır fıldır evin dört bir yanında dolaştırıyor, kafasıyla bir şeyleri atıyor, kaldırıyor, koyuyordu. Sanki geçmişle bu günün parçalarını birleştiren bir arkeolog ya da dahiyane fikirleri olan ve hayali tasarımlar yapan bir mimar edasında odaları dolaşıyordu. Sonuçta, pes edip seyretmeye karar verdik. Afitap işine kendini öyle bir kaptırmıştı ki girer girmez kucağıma tutuşturduğu çocuğunu ona hatırlatmak zorunda kaldım. Çünkü çocuğu artık taşıyamaz olmuştum. Kollarım o kadar güçlü değildi. Çocuğunu kucağına alınca sobanın üzerindeki çaydanlığı ve masanın üzerindeki çay bardaklarımızı gördü.

- Bak, bak!  Çay içisiz. Ele gözimin önünde tikilip durmayasız. Gapı da kırılmadı. Mene de çay veresiz.

Bu arada çocuklar kolilerin birinde buldukları kalemliklerden birini bulmuşlar. O diyor benim, öbürü diyor benim ve sonunda kavga koptu tabi. Aygün, olanca gücüyle bağırarak,

- Meni gızdırma şimdi alıram seni ayağımın altına, pestil gibi ezerem.

Kız, elindeki kalemliği erkek kardeşine bırakarak anasının yanına geldi. Oğlan hiç istifini bozmadı. Demek ki Afitap’ın kime bağırdığını çocuklar öğrenmiş. Kural böyle! Erkeğe bağrılmaz. Erkek hakimiyeti küçükten öğretilir. Şaşırmadım. En batısında böyleyken en doğusunda farklı mı olacak. Birden kızı kolundan tuttuğu gibi bir silkeledi, sandım ki kolu elinde kalacak.

- Gız sen gonuşma otur!

Talimatı alan kız anasının arkasına oturdu. Korktuğu falan yoktu, annesinin arkasından merakla bizi izliyordu. Sadece emirlere uyuyordu.

Afitap çayını yudumlarken bir taraftan da bir şeyler anlatmaya başladı. Önce ilçeyi anlattı, sonra bize ne yapacağımızı, buraların soğuğuyla nasıl başa çıkacağımızı anlattı durdu. En çok da kocasını anlattı.; Yok öyle ben bilmem beyim bilir halleri, Afitap’’ta. Her ne kadar kızını, kendinden küçük erkek kardeşine ezdirse de kocaya pabuç bırakmıyor. Adam uzun yol şoförüymüş. Bir gitti mi günlerce gelmiyormuş. Anlattıklarından anladığımız kadarıyla kazandığının büyük kısmını da Afitap’a veriyor, üstelik Afitap’ın sonu gelmeyen isteklerini de alıyormuş. “İstediğim bir şeyi almazsa yüzüne bakmam, çocuklarına da bakmam, o zaman kuzu gibi gider alır. İşine gelirse” diyordu. Her ne kadar Afitap’ın şivesinden dolayı ne dediğini bazen anlamakta güçlük çeksek de sonunda anlaşıyorduk.

Afitap’ın anlattıklarına, üçümüzün de gözleri fal taşı gibi açılıp kalıyordu. “Afitap’a bak sen!” diye arada birbirimize bakarak hayretimizi ifade ediyorduk. Okumamış bir kadın, üstelik bizden akıllıydı. Bizi hiç konuşturmadığı, sadece kendisinin konuştuğu o gece, üstüne üstelik bizden para karşılığı iş de aldı. Söylediğine göre biz soba yakamazmışız, zehirlenirmişiz, evi süpüremezmişiz. Bu işleri bizim için yaparmış fakat “yemeğe karışmam ama” diyerek ayda dört yüz lira istedi. Üç yüz liraya anlaştık. Sobanın külünü dökmek, kömür doldurmak ve yakmak, üçümüzün de hem sevmediği hem de zorlandığı işlerdi.

Afitap’ın eve girmesi ile her şey değişti. Ertesi günü daha yere serdiğimiz halıyı yıkamış bahçenin duvarına asmıştı. Şaşırdık kaldık. Halı yeniydi. Afitap işte! Zar zor bulduğumuz bu ev tek katlı bahçe içinde, o çevrenin en iyilerinden biriydi. Buna rağmen alıştığımız evlerin kullanışlılığının çok gerisindeydi. Dedim ya, Afitap evde etkisi kendini göstermeye başlamıştı. Bizim yerleştirdiğimiz ne varsa yeri değişmiş, Afitap’ın yüksek tasarım bilgisiyle yeni yerlerini bulmuşlardı. Kendine olan özgüvenine ağzımız açık kalıyordu. Bir hafta içerisinde bizimle öyle sıkı dost olmuştu ki, bizden ona okuma yazma öğretmemizi de istedi. Küçük ilçenin küçük çocuklarını okutmak, öğretmek için gelmişken bir öğrencimiz daha oldu ; Afitap! Birazcık olsun harfleri biliyor ama eklemeler yapamıyordu. Gerçekten zeki kadındı, kısa zamanda okumayı öğrendi, yazmada biraz zorlanıyordu. Yeni öğrendiği ama hafızasına atamadığı bir kelime olunca hepimizin isminin sonuna o kelimeyi ekleyerek sesleniyordu. “Özlem amaç, Sema amaç, Zeliha amaç” kendince teknikler geliştiriyordu. Afitap’ın enerjisine hayrandık. Özellikle kocasına karşı kullandığı enerjiye! Onun hikayelerini dinlemek günün hızlıca geçip gitmesini sağlıyordu. Afitap da ne koca korkusu, ne çevre korkusu vardı. El alem ne der, hiç aldırmıyordu. Hani deriz ya, “harbi”, Afitap gerçekten harbi kadındı. Bu kadar eğitim aldık, büyük şehirlerde yaşadık ama onun kadar hayatla, kendisiyle barışık bir kadın olup olmayacağımız konusunda kuşkuluyduk. Hayatımız Afitap olmuştu. Afitap olmadığı zamanlar onu konuşurduk. Birbirimize “Afitap gibi yapalım, Afitap gibi düşünelim” derdik. Biz oraya bir şeyler öğretmek için gelmişken o topraklarda bir insan bize bir şeyler öğretiyordu.

Bir gün ağlaya ağlaya bize geldi. Afitap’ı hiç böyle görmemiştik. Yüzyıllar öncesinin mozaiklerinden fırlayıp bizimle yaşamaya gelmiş bu tanrıça nasıl olurdu da ağlardı. Onu güçlü kılan yanına alışmıştık. Ağlamasını garipsedik. Merakla ne olduğunu, neden ağladığını sorduk. Afitap içeri girince ağlamasına bir de feryat eklemişti. Bizim tanrıçanın bilmediğimiz ne yönleri varmış,

- Herif herif  illalah senden bığtım*, inşallah tez zamanda allahın topuna gelesen. Afat yiyesen inşallah.

Anladık ki parmağında oynattığı ama bir o kadar da hasretine dayanamadığı kocasıyla aralarında bir şeyler olmuştu. Sordum,

- Az dur Afitap! Anlat ne oldu?

- Bu benimkisi var ya, ferik bulmuş peşinde koşarmış. O belasını menden bulmasın kör şeytandan bulsun inşallah. Men onu ele pişman edicem. O sapurtmuş*. Afat yiyesen inşallah.

Burnunu çeke çeke hem ağlıyor hem söyleniyordu. Nasıl teselli edeceğimizi, ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Sonuçta üçümüz de evlilik bilgisi konusunda toyduk. Sema,

- Nerden biliyorsun? Birisi mi söyledi?

- Men biliyem. Yanına koyduğum tumanları gartmadan* geldi. Var ki bir avrat çimmiş tumanları. Gırık*ediy söylemi. Gızdı şapbalak* attı mene. Ele…… ıhııııhıııı.

Üçümüzde Afitap’ın hırsından hızlı hızlı konuşmasından, ağlamasından ne söylediğini anlayamadık. Anladığımız tek şey, Afitap kıskançlık krizi geçiriyordu. Biraz daha ağladı, sonra banyoya geçip elini yüzünü yıkadı. Bir süre banyoda kaldı ve evine döndü. Üçümüz de şaşırıp kalmıştık. Kendi ağladı, kendi anlattı ve biz ona bir çözüm olamamıştık. Sadece dinlemiştik. Ertesi günü Afitap’ı merakla bekledik. O gün ve ertesi gün gelmedi. Üçüncü gün geldi. Afitap aynı Afitap. Üç gün önce ağlamaktan salyası sümüğü birbirine karışan, derdine ağıtlar yakan Afitap’tan eser yok. Yine çok konuşuyor, yine büyük projelere imza atıyor. Üstelik okumayı yazmayı iyice öğrendiği için kocasına kendisi için bir telefon aldırmış. Bize onu nasıl kullandığını gösterip duruyordu. Kocasıyla arasının düzelip düzelmediğini sormaya gerek yoktu. Bizde fazla oyalanmadı, koşturarak eve gitti. Beş dakika geçmemişti ki çocukları kitap okusunlar diye bize yollamış.

Afitap’ın çocuklarıyla beraber yemeğimizi yedik, ellerine birer kitap verdik. O akşam Özlem, kuruması için banyoya astığı iç çamaşırlarından bir takımının eksikliğini fark edip bize sorunca, üçümüz birden gözlerimizden yaş gelinceye kadar güldük. Afitap!

                                                                                                               Mayıs 2017 _______________

Gırık: İnat,
Gartmak: Kirletmek,
Şapbalak: Tokat,
Bığıtım : Bıktım
Sapurtmuş: Sapıtmış




dizin    üst    geri    ileri  

 



 25 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  otuz mayıs iki bin on yedi    / 22