BU ÜLKEDE DEVLET VE İKTİDAR BASKISI OSMANLI SALTANATI GİBİDİR. BABADAN
OĞULA GEÇER
- On Birinci Bölüm -
Yine bir Bodrum sabahında saat 10 civarı atıyorum kendimi dışarıya.
İstikamet (şimdi yerinde yeller esen) Çınaraltı kahvesi. Cıvıl cıvıldır
şimdi orası. Söylemiştim ya, sanki bütün Ankara oraya doluşmuştu o dönem.
Adım başı tanıdık. Yolda bir tanıdığa daha rastlıyorum. Bizim Mümtaz
hoca. Mümtaz Soysal. Ayaküstü onunla da bir çene çalma molası. Mümtaz
hoca da Bodrum’suz yapamayanlardan. Yaz-kış fark etmez, dinlenme
gereksinimi duyduğu an soluğu orada alır. Deneyimle sabit..
Geçtiğimiz anayasa oylaması öncesi günler. Bizim hoca aynı zamanda
Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nin genel başkanı. O oylama öncesi günlerde
Doğru Yol Partisi genel başkanı Cindoruk’la ‘hayır’ konusunda
anlaşıyorlar ve iki parti de ortak tavır alma konusunda sözleşiyorlar.
Benim gibi ‘en olanaksızı elde edesiye dek her bi halta hayır’ diyen
birinin gözünden kaçar mı? Hemen balıklama atlıyorum. Amacım
‘hayırseverliklik’ yapmak. Hemen sarılıyorum telefona. Cindoruk’la Mümtaz
hocayı bir arada yakalayıp ikisiyle ortak bir röportaj yapmak
amacındayım. Cindoruk’u taaa 12 Eylül başlarından, ilk ‘emanetçi genel
başkan’ olduğu dönemlerden tanıyordum zaten. Tanışmakla da yetinmemiş,
‘muhteşem Süleyman’dan selam getirdiği’ mitinglerinden birine de
gitmiştim. (Düzce mitingi.. o miting de ayrı bir alem. Gezi boyunca beni
kendilerinden sanan partili bir sivil polis gün boyunca hayat hikayesini
anlatmıştı bana.) Ama aradan uzun yıllar geçti, adam görse tanımaz bile
beni. Amacım hocayı da devreye sokup, ‘hayırlı’ bir söyleşi yapmak..
‘’Tamam’’ dedi Mümtaz hoca ‘’yapalım..da. Sen şimdi nerdesin?’’ Ben de
son derece doğal ve saftirik bir biçimde ‘’Evdeeeee…’’ deyivermiştim.
‘’Onu sormuyorum. Ankara’da mısın?’’
‘’ Heeee…’’ dedim o an gülmemek için kendimi zor tutarak ‘’evet,
Ankara’dayım’’ ‘’İyi de ben Bodrum’dayım. En az 10 gün daha da buradayım.
Geldiğimde görüşürüz.’’
Bu konuşma kış ya da sonbaharda olmuştu. Onun için diyorum, yaz-kış fark
etmez. Hoca fırsatını bulunca Bodrum’a kaçanlardan. Bir şey biliyoruz da
diyoruz.
Hafiften başlayan güneşin yakıcılığına inat, Çınaraltı püfür püfürdü.
Nefis bir serinlik, doğal olarak tüm masalar dolu. Çoğu da Ankara’dan
tanıdık tiyatrocu arkadaşlar. Üç-beş masayla ayaküstü konuşmanın
ardından, bir masada tek başına oturan Barış Eren’i görüyorum. Hemen
yanına gidiyorum, onu gördüğüme sevinerek.
Barış’la 80’de tanışmıştık. Babası değerli ressamlarımızdan Cemil Eren.
80’de Ankara’da Tunalı’da bir sanat galerisinde kızı ve oğluyla birlikte
bir resim sergisi açmıştı Cemil Eren. Kızı Zeynep de babasının izinden
gitmiş, ressamlığını sürdürmüştü. (Şu an hala Ankara’da kendine ait bir
resim atölyesi var. Barış’ın da ressamlığı olmasına karşın, onun
tiyatrocu yönü daha ağır basmış ve bir süre Almanya’da tiyatroculuğu
sürdürmüşse de şu an Türkiye’nin en başarılı ve yetenekli tiyatro
yönetmenlerinden biri durumundadır.)
Eren ailesiyle tanışıklığım o 80’de açtıkları sergi aracılığıyla olmuştu.
O zamanla ben, daha önce de söylediğim gibi Yankı dergisinde sanat
sayfalarını düzenliyordum. Ve özellikle de sergi ve tiyatro bölümlerini
yazıyordum. Hani övünmek gibi olmasın, benden önce bu işi Yaşar Kemal
yapıyormuş. Bizden yine çok sevdiğim bir hocam, Artun Ünsal’ın aracığıyla
bu göreve gelmiştim. Artun hoca o zamanlar okulda hocalığının yanı sıra
Le Monde’un Ankara muhabirliğini de yürütüyordu. Ve yazılarını yazmak ve
Paris’e haber geçmek için Yankı bürosunu kullanıyordu haftanın belirli
günlerinde.
Artun hocayla aram çok iyiydi ve beni de çok severdi. Daha ilk sınıfta,
sınıfta kalmak becerisini gösterip, kendimi dahi öğrenciler kategorisine
sokunca ben de soluğu onun yanında almıştım. Hocanın Varlık Özmenak’la
arasının iyi olduğunu biliyordum. Özmenak’ta Bilim ve Sanat dergisinin
yayın yönetmeniydi. Amacım, sınıfta kalan bir öğrenci olarak daha çok boş
vaktim olacağı için, Bilim ve Sanat’a yazmak, zamanımı bu şekilde
değerlendirmekti. ‘Boş ver orayı’ dedi Artun hoca, ‘’onlar para vermez.
Kendileri zor ayakta duruyor.’’. Oysa benim amacım para kazanmak değil,
boş zamanımı değerlendirmekti. Buna karşın beni Mehmet Ali Kışlalı’ya
gönderdi. Böylelikle bir anda kendimi basın piyasasının içinde, Yankı
dergisinde buluverdim. Benim için çok da iyi oldu.
Şunu kesin olarak söyleyebilirim ki dergimizin sahibi Mehmet Ali Kışlalı
benim için şu an hala yaşayan gazeteciler arasında basın alanının
duayenidir. Yankı sadece bir dergi değil başlı başına bir okuldu. Üstelik
basının ve dergi yazarlığının, gazeteciliğin tüm estetik ve inceliklerini
öğrenebileceğiniz bulunmaz bir okul. Orası, özellikle yazı yaşamım içinde
bana paha biçilmez değerler kazandırdı.
Kışlalı için bir yazıyı okunur kılan kullandığınız dildir. Özellikle
başlıklara ve giriş bölümüne çok önem verirdi. Bu bölümler üst boyutta
bir yazı diline ve çarpıcığa sahip olacak ki, yazıya bakan bir kişi,
konuya en ilgisiz bir tip dahi olsa, sonuna dek okusun. Bu nedenle ilk
sınavım dilden oldu. Daha önceden de yazı geçmişim, eh, bir de şiirle
içli-dışlı oluşum nedeniyle bu konuda pek de zorlandığım söylenemez. Şu
an düşündükçe gülümsüyorum, ilk zorlandığım konu, gazeteciliğin olmazsa
olmazı, sabır konusundaydı.
İlk yazıyı verdim. Ret. Geri geldi. Yeniden düzenleyip gönderdim, yine
ret. 3,4 hep ret. Delireceğim. Her gönderişimde yazının orası burasıyla
oynuyor, özellikle giriş ve başlıkları değiştiriyorum. Sonuç değişmiyor,
ret. Sinirim üst boyutta. Ben kızdıkça bürodaki arkadaşlar da kıs kıs
gülüyor. Sonradan durum anlaşıldı. Meğerse, sabrımı denemek için
özellikle geri çeviriyormuş. Sabrımı ve inatçılığımı ölçüyor. Pes mi
edeceğim sonuna dek direnecek miyim? Direndim ben de.
Altıncı yazı da reddedilince, bu kez inatçılığım tam tuttu. Yedinci kez
üzerinde hiçbir oynama yapmadan ilk yazdığım yazıyı gönderdim. Geçti.
Böylelikle inatçılık sınavından da geçmiş olduk.
İlginç bir adamdır Kışlalı. Onun yanında ‘yetiştiğiniz’ sürece sürekli
yeni sınavlar dener üzerinizde. Kolay kolay da güvenmez size. Her
yazdığınızı, her yaptığınızı izler, sürekli denetler. Ama bir konuda
güvendiğinde de tam güvenir. O konunun otoritesi kabul eder sizi ve o
alanda sınırsız serbest bırakır. Örneğin tiyatro alanında benim için
böyle oldu. İlk başlarda kimi oyunları yazmak için epey zorlanmıştım.
Ancak bir süre sonra, benim yazısını yazdığım birkaç oyuna gidip de
değerlendirmelerimi beğenince o alanın ‘uzmanı’ kesildim. Artık kendi
özel olarak gideceği oyunlarda da benim görüşümü almaya başlamıştı.
Ve en önemlisi bu bu işte bir görevi yapmamak, yapamamak diye bir şey söz
konusu değildir. Yapacaksın. Diyelim ki bir milletvekiliyle, bakanla
söyleşi yapılacak. Karşı taraf da atlatıyor. Çözeceksin. Gerekirse
gideceksin meclisin, bakanlığın, evinin önüne çadır kurup orada yatıp
kalkacaksın ama o işi kesinlikle yapacaksın. Bu hastalık bana da bulaştı.
Gerek dergicilik ve gazetecilik alanında gerekse daha sonra yöneldiğim
kitap yayıncılığı, yayınevi editörlüğü süresince ‘mükemmeliyetçi’ de
değil, ‘sıfırcı hoca’ olup çıktım.’Elimden geleni yaparım’ diyenleri
kovarım, elden gelen yapılmayacak, yapılacak. Dil konusunda da en küçük
bir hata kabul etmem. Yeterli sanırım.
Ve son olarak; Kışlalı’nın en çok sevdiğim temel özelliği, kendi
elemanını kendi aramızda eleştirir. Yerden yere de vurur. Ben dahil
içimizde onun fırçasını yemeyen yoktur. Ama dışarıya karşı da müthiş bir
biçimde korur. Hiç birimize toz kondurmaz. Toplum içinde her
davranışımızı, yazdığımız savunur, sahip çıkar. Bir kuruluş yıldönümüzde
beni çevresine överek ve yücelterek tanıtmasını hala unutamam. Kuruluş
kokteyline gelen birçok konuğa övgü dolu sözlerle tanıttıktan sonra ‘gel
bak seni kiminle tanıştıracağım’ diyerek, benden önce bu görevde bulunan
Yaşar Kemal’le de tanıştırmış ve ona ‘’ İşte senin yerine aldığım
arkadaş. İşini de en az senin kadar iyi yapıyor’ demişti neşeyle. Yaşar
Kemal de dostça kucaklamıştı beni ve aramızda o gece çok güzel bir sohbet
başlamıştı.
Çınaraltı kahvesinde kalmıştık değil mi? Yine oraya gidelim.
Barış Eren’in masasına oturarak bir süre sohbet ettik. Almanya’ya
gittiğini ve orada bir tiyatro kurduğunu, çalışmalarını orada
sürdürdüğünü söyledi. (Almanca oynayan bir tiyatro topluluğu..) Sevindim.
Çünkü Ankara’da, Devlet Tiyatroları yapısı içinde dilediği yere
gelemiyor, 12 Eylül döneminin ağırlığını fazlasıyla yaşayan kurum içinde
özgür bir tiyatro ortamı bulamıyordu.
O dönemler Devlet Tiyatroları içinde en çok uğraştığımız kişi Cüneyt
Gökçer’di. Gökçer, iyi bir tiyatro sanatçısı, ona kuşku yok, ancak
tiyatro içinde muhafazakar kalıyor, yıllardır sürdürdüğü genel müdürlük
saltanatı altında tiyatroda yeni arayışlar, yeni oluşumlar da
filizlenemiyor ve DT yalnızca onun anlayışıyla sınırlı bir alanda kendini
yinelemekten öteye gidemiyordu. Sürekli aynı oyunlar, aynı reji ve oyuncu
kadrosu gerek kurum içinde gerekse genelde tiyatroya gönül ve emek vermiş
geniş bir kesimde gitgide yükselen bir muhalefeti, tepkiyi yükseltiyordu.
Bu nedenle tüm gücümüzle ona yükleniyorduk. Ve kesintilerle de olsa 20
yılı aşkın süren Gökçer saltanatı 83’te bitiyor, yerini Turgut Özakman’a
bırakıyordu.
Özellikle 12 Eylül’ün hemen sonrasında kurum içinde bir diğer etkin isim
de yine Gökçer’in kendine yakın bulduğu isimlerden Bozkurt Kuruç’tu.
Kuruç da DT içinde, genel müdür kadar sözü geçen etkili bir isimdi. Bu
nedenle o dönem en çok uğraştığım kişiler den biri de oydu.
Kuruç’la ilk tanışıklığım (ve ilk takılmam) 1981 başları oldu. Büyük
Tiyatro’da Henrik İbsen’in Yaban Ördeği oynanıyor. Yönetmeni o. Gala
gecesi oyunu nasıl bulduğumu sordu, bozuntuya vermedim, ‘iyi’ dedim,
geçiştirdim. Ancak oyun teknik açıdan çok çok kötüydü. Anormal ağır
temposu, izleyiciyle oyun arasındaki her türlü bağı koparıyor, oyun
boyunca ortaya çıkan soğukluğu bir türlü kıramıyordu.
Ona iyi dedim ama, yazıyı yazarken de mizahi bir dille bu bindirmeyi de
yaptım. İbsen’i ve oyun olarak ‘Yaban Kazları’nı övdüm fakat DT’deki
sahneye konuş tarzı için de ‘yönetmeni kutlamak gerek. İbsen gibi bir
soğuk ülke yazarının ( İbsen, Norveç’lidir) oyunu ancak Büyük Tiyatro
gibi dev bir sahne ve salonda, izleyiciden alabildiğine kopuk bir ortamda
sahnelenebilirdi ancak. Böylece İbsen’in ülkesinin soğuğu izleyiciye daha
iyi yaşatılmış oldu ‘ diyerek oyunu makaraya almıştım.
Gerçekten de İbsen’in oyunları, özellikle de Yaban Kazları, diyaloğu bol
olan, fazla yüksek tempolu olmayan bir düzlemde akışır. Bu nedenle bu
oyunların alabildiğine izleyiciye yakın ve daha sıcak atmosfere sahip
küçük boyutlu sahnelerde, fazla da dekora boğulmadan oynanması
gerekir.Büyük Tiyatro’nun sahne derinliği ve izleyiciye olan uzaklığı,
İbsen’i bitirir, yok eder. Öyle de olmuş. ( Bana kalsa, İbsen’in bütün
oyunlarını ‘Oda Tiyatrosu’nda sahnelettirirdim…)
Bu eleştirim konusunda Kuruç’tan en küçük bir tepki ya da ima gelmedi.
Aksine, bana yakınlaştı. Yakından ilgilenmeye başladı. Bir süre sonra
yine Büyük Tiyatro’da Moliére’in Tartuffe oynanıyor. Kendisi de başrolde.
Tartuffe rolünde. Devlet Tiyatrolarının gönderdiği normal davetiyenin
dışında kendisi de ayrıca arayarak özellikle gelmemi istedi. Gittim. Oyun
güzeldi, hem de çok güzel. Oyun anlamında eleştirilebilecek herhangi bir
durum yok. Ancak burada da şöyle bir sorun var. Dedim ya, Devlet
Tiyatroları o dönem gerek oyuncu gerekse yönetmenler açısından belirli
kişilerin tekelinde. Tüm oyunlar hep aynı kişiler ekseninde dönüyor. Bu o
zamana dek benim de dikkatimi çeken dahası rahatsız eden bir durumdu.
Tartuffe öncesinde Barış Eren de aynı durumu söyledi. Yönetmenlerin çoğu
zaten kızağa çekilmiş, hiç biri oyun sergileyemiyor. Oyuncular açısından
da durum farklı değil. ‘Muhalif’ gördükleri isimlere ya rol vermiyorlar
ya da bir-iki dakikayı geçmeyen, hani neredeyse ‘figüranlık’ dediğimiz
roller veriyorlar dalga geçer gibi. Tamam, tiyatroda büyük rol-küçük rol
ayrımı olmaz. Olmaz da Devlet Tiyatrosu’nda bu durum geleneğe dönüşmüştü.
Tartuffe’de de böyleydi. Başrol ve önemli rollerde Bozkurt Kuruç ve ona
yakın adlar, ufak tefek gördükleri 5-6 role de muhalif gördükleri
isimler. Geçmiş gün yanılıyor olabilirim ama sanırım Barış da o ufak
tefek rollerden biriyle yetinmişti o oyunda.
Dediğim gibi, bu rol dağılımının dışında oyun güzel, herhangi
eleştirilebilecek yönü yok, eleştirmedim de zaten. Aksine övdüm. Ancak
ister muziplik ister Devlet Tiyatrosu’ndan intikam deyin, yapacağımı
yazının sonlarına doğru yaptım. Oyunu övdükten sonra sonlara doğru oyunda
başarılı olan, göz dolduran oyuncuların değerlendirilmelerine gelir sıra
. İşte orada, oyunda rol alan başlıca oyuncular olarak, başrol ve önemli
rollerdekilerin hepsini es geçip, figüran düzeyinde sonlarda rol verilen
o beş-altı kişinin adını verdim, oyunun başarılı oyuncuları olarak, en
başa da Barış’ın adını yazarak.
Bu arada, oyunun en başarılı olan yönünü özellikle belirteyim. Devlet
Tiyatrolarının dekor düzeyine bayılıyorum. Bu konuda gerçekten de hiçbir
özveri ve masraftan kaçınmıyorlar. Şaka-maka bu işi çok da iyi
beceriyorlar. Gerçi özellikle Büyük Tiyatro’da sahnelenen oyunların çoğu
öyle ama özellikle de Tartuffe’de, adamlar resmen sahneye üç katlı bina
dikmişler. Tartuffe 3. katta ter ter tepiniyor, bina bana mısın demiyor,
tık yok, o kadar sağlam. DT resmen tiyatro değil, inşaatçılık yapıyor.
Ankara’nın evlerinin geneli için o garantiyi veremem ama, örneğin 7.5
büyüklüğünde bir depremde DT’nin yaptığı o binalar, o dekorlar dimdik
ayakta durur, kefilim.
Bu ‘muzipliğimin’ ardından da Bozkurt Kuruç’la aram bozulmadı. Aksine
yine biraz daha yakınlaştık.
Tartuffe’den bir süre sonra, o dönem için umulmadık bir olay, DT
repertuarına Lorca’dan üç oyun kattı. ‘Yerma’, ‘’Bernarda Alba’nın Evi’’
ve tam anımsayamıyorum ama sanırım üçüncüsü de ‘Kanlı Düğün’ olacak.
Ve işin güzel tarafı, bu oyunlar sahnelenmeye, Ankara’nın merkezinde
yer almayan Altındağ’da başladı. Altındağ Devlet Tiyatrosu’nda ‘’Bernarda
Alba’nın Evi’’ oyunun galasındayız. Ben galadan sonraki kokteylde bu
durumdan memnun olduğumu Bozkurt Kuruç’a söyledim. Çok da hoşuna gitti.
Ve bu konuda biraz da kendine pay çıkarak, Lorca’nın alınması konusunda
özellikle çabaladığını da vurguladı. Sonra da ekledi: ‘’Yine bu salonda
önümüzdeki hafta bir oyun başlayacak.Çok hoşuna gidecek.Sakın kaçırma.
Bayılacaksın.’’
Bir hafta sonra o dediği oyuna gittim. Dediği çıktı. Baygınlık geldi,
baydım.
Oyunun galasından iki-üç gün önce oyun sahnelenmeye başlamıştı. Yine
telefonla yaptığı ısrar üzerine galadan önceki ilk gösterimlerinden
birinde gittim ilk. Bir cumartesi matinesiydi. O gün tek sözcükle Devlet
Tiyatrolarından soğuduğum gündü. Böylesine ilkel, böylesine saçmasapan,
saçmasalak bir ‘oyun’ yaşamımda hiç izlemedim. ‘Oyun’ zaten değil..değil
de ‘müsamere’ bile diyemeyeceğim bir saçmalıklar manzumesi. Bir ilkokul
topluluğunu çıkart oraya, ‘müsamere’ yapsınlar, çok daha başarılı
olurlar.
12 Eylül dönemini anımsayanlar bilir. Bir ara özellikle kırsal kesime
yönelik bir ‘okuma-yazma’ seferberliği düzenlendi. Üstelik, sanki
‘rabıta’yı ve fanatik dinciliği başımıza bela edenler onlar değilmiş
gibi, kırsal kesimdeki dinsel yobazlığın ortadan kalkması adına yapıldı
bunlar. İşte o kampanya sırasında bir oyun yazma yarışması açılıyor. Ve o
kampanyayı yücelten bir yalaka metne ‘1.cilik’ veriliyor. DT de bu metni
anlı şanlı bir tiyatro başarısıymış gibi sahneye taşıyor. Oynanan değil,
dönen ‘oyun’ bu..Oyunda konu monu yok. Oyuncular zaten olmayan oyunun
hepten dışında. Siz oturduğunuz yerden, onlar sahnede ‘bitse de
kurtulsak’ havasındalar. Yönetmeni hiç arama, o ortalıkta hiç yok zaten.
Şimdi ben bu ‘oyuna’ ne yazayım? Eleştirilecek bir yanı bile yok. Ortada
hiçbir şey yok. Yazsam yazsam göklere çıkarırım, böyle kötü bir metni,
böylesine kötü bir biçimde sahneleyebilmek için çok büyük bir yetenek
gerekir, diye.
İşte ben bu oyuna, o gün yetmiyormuş gibi, bir de gala gecesi ikinci kez
katlandım. Nasıl bulduğumu soran Kuruç’a, çok kötü bulduğumu da özellikle
belirttim. O ikinci kez izlediğim ‘kabus gece’mde, sahnede oyun
oynandıkça ben de oturduğum yerden ‘imdatları’ oynadım. Oyun bittiğinde
dünyanın en mutlu adamıydım. (Bakın oyun öylesine delirtmiş ki beni,
hafızam iyidir, kötü bile olsa şimdiye dek gördüğüm oyunlardan belleğimde
oyuncusudur, yönetmenidir, birkaç isim mutlaka kalır. O oyunla ilgili
zırnık bilgi yok bu konuda aklımda. Belleğimde tek yer eden, korkunç bir
kabustan arta kalan parça parça silüetler…)
Bikaç gün geçti, DT’den bir davet daha. Üstelik yine aynı oyuna.
Yalakalıkta sınır yok. Oyun için bir gala daha düzenliyorlar. Sanırım bu
kez basından çok, o dönemin asker-sivil devlet erkanına yaranacaklar. )
Yok, söz konusu bile olamaz. O oyunu üçüncü kez kaldıramam. Bu kez Devlet
Tiyatrosu’ndan tümden nefret edebilirim, belki de tiyatrodan..hiç olmazsa
yüreğimde onlar korunsun. Geri çevirdim çağrıyı. Bir süre geçti, yine
aynı oyun. Bu kez Ankara’nın köylerine turneye çıkarıyorlar, matah bir
haltmış gibi. Bir gün önceden zırr telefon ‘’yarın oyunumuzu falanca
köyde sergileyeceğiz. Orada da çok güzel bir gala yapacağız. Muhakkak
gel. Tüm basına bir araba tuttuk. Yarın sabah sekiz buçukta Büyük
Tiyatro’nun önünden kalkacak, tiyatronun yanı sıra o gün köy de
gezdirilerek basına tanıtılacak.’’
Ertesi gün oldu, gitmedim tabii..saat dokuz civarı büroya geldim. Beş-on
dakika geçti geçmedi, Kuruç’tan telefon ; ‘’e, gelmedin..’ ‘’İki kez
gördüm ya..niye geleyim? Gerek yok. Teşekkür ederim.’’ ‘’Köy ortamında bu
çok farklı, çok güzel olacak ama. Gelmen lazım. Biz on gibi minibüslerle
tiyatro kafilesi olarak gideceğiz. Seni de yanımıza alalım, gel.
Bekliyorum.’’ Yine gitmedim. Bir süre daha geçti, yine telefon, yine
Bozkurt Kuruç ‘’ben bizimkilerle gitmedim. Şimdi bir taksi tutuyorum.
Bekle, dergiye geliyorum, birlikte gidiyoruz.’’ Artık ne diyeyim?
Utandım. ‘Ben bir Mehmet Ali beyle görüşüp izin alayım o zaman. Beş on
dakika sonra sizi arar bildiririm ‘’ dedim. Bu arada bürodaki arkadaşla
da benimle dalga geçmeye başladılar. ‘’Adamla o kadar uğraştın ki, taktı
kafaya seni ortadan kaldıracak.’’ E ben bu gazı da aldıktan sonra kesin
kararımı verdim gideceğim.
O sırada Kışlalı’nın bürosu da alt katta. Orada kendine ait bir dairesi
var. Kendisi orada çalışıyor. Bizimle olan iletişimi daha sonraları yazı
işleri müdürümüz de olan Can sağlıyor. Can Dündar. Can her sabah ona
uğrar, onun isteklerini bize, bizim isteklerimizi de ona ileterek
koordinatör görevini yapardı. Ona durumu kendisine anlatmasını, benim
köye, tiyatroya gideceğimi iletmesini söyledim. Kısa bir süre sonra
Kışlalı’dan yanıt geldi: ‘Hem oyun için rezalet dedi, hem de niye
peşinden gidiyor? Hiç gerek yok. Otursun oturduğu yerde.Madem kötü,
gitmeye de yazmaya da gerek yok.’’
Demiştim ya…artık tiyatro konusunda bana tam güveniyor. Bu konuda
ağzımdan çıkan kararı kendim bile bozamıyorum. Sonuçta, telefon açarak
bir kez daha gelemeyeceğimi bildirdim özür dileyerek. O günden sonra
Bozkurt Kuruç bir daha beni özel çağrılarla ayrıca aramadı.
O oyundan sonra ister istemez artık beynime kazınmıştı: ‘’Devlet
Tiyatrolarında asla köy oyunu izlenmez. Olursa da bir da kesinlikle
gitmeyeceğim. Bir bunalım dönemi daha yaşayamam. Devlet Tiyatroları köy
oyunu sahnelemeyi beceremiyor. (Aslında oyun, oyundur; Köy tiyatrosu diye
ayrı bir sınıflama da kabul etmiyorum o da ayrı bir konu…)
Ve birkaç ay sonra öyle bir oyun da geldi. Yeni Sahne’de sahnelenecek
olan ‘Ana Hanım Kız Hanım.’ Ben tanıtım broşüründe köy adını görünce ilk
tepkim elimin tersiyle itmek oldu. Gitmeyecektim…asla.
Yalnız bu koya girmeden önce ‘epik tiyatro’ üzerine birkaç açıklama
yapayım. Konuyla yakından ilintili çünkü.
O dönemler kafayı ‘epik tiyatro’ya takmıştım. Nedeni de her farklı oyun
hatta her yeni oyun, ‘epik tiyatro’ olarak nitelenir olmuştu. Oysa zordur
epik tiyatroyu yaratmak. Epikte aslolan izleyiciler gözünde
‘yabancılaşma’yı sağlayabilmek, izleyicinin her hangi bir karakterle
özleşmesini önlemek, kısaca izleyene ‘hazır reçeteler’ vermemektir.
Günümüz tiyatrosu, özellikle de Brecht tiyatrosu belirli ideolojik ve
siyasal düşünceler de vermeyi amaçladığına göre, özleşeme olmadan bunu
nasıl sağlayacaktır. Sorun burada. Öyle bir oyun sahneye koyacaksınız ki,
siz düşüncenizi belirli dogmalarla belirli dikte etmelerle, didaktik
söylevlerle vermeyeceksiniz ancak izleyen bunu kendi yakalayacak. Bu
noktada epik tiyatroyu, tiyatronun şiiri, tiyatronun imgelerle anlatımı
olarak görürüm ve bu nedenle önemser- gördüğüm oyunlarda da bunu sağlayıp
sağlamadığına bakarım.
Ankara’da hatta Türkiye’de epik tiyatro üzerine kafa yormuş, bu konuda
çabaları olan en büyük tiyatromuz AST’dır. Örneğin o dönemlerde ‘Rumuz
Goncagül’ birçok kesimde başarılı bir epik tiyatro örneği olarak lanse
edildi. Bence ilgisi yok. Bu o oyunun kötü olduğu anlamına gelmez. Aksine
çok güzel, çok keyifle izlenecek bir oyundu. Yine o dönemlerde ‘Küçük
Adam N'oldu Sana’, ‘Resimli Osmanlı Tarihi’ de AST’ın çok başarılı
oyunlarından.
Ancak AST, epik tiyatroyu, hem de doruklarında ‘Yaz Misafirleri’ oyunuyla
yakalamıştır. Zaten o dönemler için epik tiyatro iki başyapıtla çok güzel
bir ivme yakaladı. Biri dediğim gibi özel tiyatrolar alanında AST’ın ‘Yaz
Misafirleri’ ki o oyun aynı zamanda AST’ın en dev oyunlarından biridir. O
oyunda ayrıca Rutkay Aziz de oyunculuğunun doruğundadır. Aşabileceği en
son noktaya ulaşmıştır. Bundan öteye geçemezdi, geçmemiştir de. Bu
oyundan sonra benim için Rutkay Aziz’in oyunculuğundan çok yönetmenliği
öne çıkar. Örneğin ‘Ada’ filminde de ‘Yaz Misafirliği’ oyunundaki rolün
aynısını oynamıştır aslında. Burada söylemek istediğim o oyundan sonra
oyunculuğu bitmiştir değil, o oyunda ulaşabilinecek en uç noktaya
çıkmıştır. Ondan sonra çıkabileceği başka bir nokta yok, gerek de yok.
Epik Tiyatronun ikinci dev örneği de Devlet Tiyatrolarında sergilenen
Yücel Erten’in ‘‘Artura Ui’nin Önlenebilir Yükselişi’’ dir. Bu oyun da
gerek Devlet Tiyatroları gerekse tüm tiyatrolar içinde kolay kolay
aşılamayacak dev bir yapımdır. Hele Devlet Tiyatrolarının şu anki halini
gördükten sonra DT’nin bir daha o kalitede bir oyunu göremeyeceğini
kesinlikle söyleyebilirim. Devlet Tiyatrolarının görüp görebileceği tek
oyundu o. İzleyenler kendilerini şanslı, mutlu azınlık olarak görsünler.
Çünkü bir daha o duyguyu, o güzelliği yaşayamayacaklar.
İlginçtir bir üçüncü oyun daha var aslında başarılı bir epik tiyatro
örneği saydığım. Hem de amatör bir topluluktan geldi bu oyun. ODTÜ’de
yapılan 1. Üniversitelerarası Tiyatro Şenliği’nde Gazi’nin oynadığı,
Lorca’nın yapıtlarından kendilerinin oyunlaştırdıkları ‘Don Cristobito
ile Dona Rosita’nın Acıklı Güldürüsü’. Bu o dönemde gördüğüm üçüncü en
başarılı epik tiyatro örneğiydi.
Şimdi yeniden dönelim benim kabusum olan Devlet Tiyatrolarındaki köy
oyunlarına…
Dediğim gibi ben gelen davetiye ve tanıtım bültenindeki ‘köy’ adını görür
görmez tüylerim diken diken oldu ve hemen ittim oyun davetiyesini. Yok
kardeşim, bu tür oyunları DT beceremiyor, kararlıyım, kesin gitmeyeceğim.
Bu düşüncemi aşağıya da ilettim.
Oyun günü geldi,çattı. Ben gitmeyeceğim için gayet rahatım. İş çıkışı
Sakarya’da dolaşıyorum. N'apsam, nerelere takılsam, diye. O sırada yolda
Can’la karşılaştım. ‘’Aaa..iyi ki gördüm seni. Davetiye yanımda. Hadi git
oyuna ‘’ diyor. ‘’Bana ne? Ben gitmeyeceğimi söyledim. Söz konusu bile
değil.’’ ‘’Ya senin işinle ben mi ilgileneceğim?’’ ‘’İlgilenme. Ben
patrona gitmeyeceğimi söyledim. O da tamam dedi. ‘’ ‘’Bikaç tanıdığı
telefon etmiş galiba tiyatrodan. Methetmişler. O da bana havale etti.
Seni ikna etmemi, edemezsem benim gitmemi söyledi.’’ ‘’Git o zaman..’’
dedim, ‘’iş sana kalmış. Beni karıştırma. Ben akşam akşam Devlet
Tiyatrosu işkencesi çekemem. İşten atılırım daha iyi. Gecemi mahvedemem.’
‘’E, benim gecem mi mahvolsun? Ettin zaten! Sayende bu akşam önemli bir
randevum vardı, iptal ettim.’’
Biz böyle ayaküstü tartışarak ihaleyi birbirimize yükleyemeyince,
ikimizin de gecemizin mahvolması konusunda anlaştık ve birlikte gitmeye
karar verdik. ‘’Tamam..da beni yalnız bırakma bari. Sen de gel. Birlikte
gidelim.’’
‘’Tamam’’ dedim ‘’ama kapıda oyun oynamak yok. Cayarsan valla ben tek
başıma girmem.’’
Sonuçta ikimiz de ağlamaklı yüzlerimizle Yeni Sahne’ye doğru yola
koyulduk.
Oyun başlamadan ben biraz tanıtım bültenine baktım. Orada yönetmen olarak
Sönmez Atasoy’un adını görünce biraz rahatlar gibi oldum. Çünkü ondan
kötü bir oyun beklemiyordum. Ama yine de oflaya puflaya oyunun biran önce
başlayıp da bitmesini bekledim.
Oyun başladı. Şoktayım. Beğendim. Beğenmek ne? Bayıldım.
Hem de beğenmek? Az önce sözünü ettiğim epik öğeleri, özellikle ışık ve
dekor düzeninde yoğun bir imge birikimini gördüm, hayranlıkla izliyorum.
Oyun Cahit Atay’ın. Kırsal kesimdeki feodal baskıları işleyen klasik bir
köy oyunu. Bir yandan ağanın baskısı ama öte yandan da köy kadınlarının
üzerindeki hem ağadan hem de babadan, kocadan gelen ikinci bir katmerli
baskı. Sonuçta, köy kadınının dramını işliyor. Oyun güzelliği şurada,
sahne ışığı ve dekor sanki oyunda rol alan iki ayrı oyuncu gibi üstelik
etkin iki karakter gibi oyuna işlenmiş. Dekorun en göze çarpan özelliği
tavandan tabana kadar sarkan irili ufaklı ‘nazar boncukları’ndan
oluşuyor. Feodal bası üst düzeydeyken yani ağanın ya da babanın baskısı
doruk noktasındayken sahne kararır. Ve bu nazar boncukları tabana kadar
sarkmış durumda. Ana ile kız aralarında konuşurken duruma ve aralarındaki
konuşmanın düzeyine göre bu boncuklar biraz daha yukarıya kalkarak
sahneye hafif bir loşluk, ışık bırakılıyor. Ana ya da kızın kendi sesini
çıkarmaya başladığı, haklarını aramaya yöneldiği durumlarda bu boncuklar
daha da yukarı kalkarak sahnenin ışıkları biraz daha aydınlanıyor. Bu hak
arama çığlık noktasına ulaştığında, güçlü bir ses dönüştüğünde ise nazar
boncukları tümden tavana çekilerek ortalık açılıyor ve sahne tümüyle
aydınlanıyor.
İşte oyundaki bu özellik beni büyüledi ve oyundan müthiş hoşlandım. Ara
verildiğinde Can’a sordum:’ Nasıl buldun? ‘ Hala benim olumsuz etkim
altında ki dudağını belli belirsiz büktü: ‘’Eh..fena değil. ‘ ‘Ben
bayıldım oyuna. Çok çok güzel. İyi ki beni zorla getirmişsin’’ dedim.
Sonra da ekledim: ‘Senin gelmene de gerek yokmuş. Haaa.. randevum vardı
demiştin, sen git istersen…’ dedim. O an yüzüme bakarak bir gülümsedi ki,
o ne anlamlı bakışlar öyle. Tepeden tırnağa sırf imge. Gülümsemesinden
içinden bana karşı söylediklerinin hepsini anlayıverdim.
Sonuçta oyun hakkında güzel bir yazı yazarak gördüğüm bu özellikleri de
tek tek belirttim.
O günden bir ay kadar sonra… Sanatsevenler’deyim. Tiyatro üzerine bir
etkinlik henüz yeni bitmiş, sanırım Dinçer Sümer’in bir söyleşisiydi.
Söyleşi sonunda biraz daha Sanatsevenler’de oturmayı düşünüyorum. Önce o
küçücük koltuk ve masalarda Gökhan’ı görüyorum. Gökhan Cengizhan. Yanında
da Kutluay Şakar. Kutluay, Yeni Olgu’nun sahibi gözüküyor ama Gökhan da
yazı işleri müdürü ve o daha etkin. Doğrusunu isterseniz oldum olası
Kutluay’la yıldızımız barışmamıştır. Hani, erken yaşta ölmüş adam, şimdi
hakkında konuşmak istemiyorum ama birbirimizi pek sevdiğimiz söylenemez.
Bir süre Gökhan’ın yanına çöküyorum, kendime de bir tek rakı söyleyerek.
Gökhan’la daha öncesinden, Nitelik döneminden de tanışıyoruz zaten. O
daha önce sözünü ettiğim, Abdi İpekçi Parkı’ndaki buluşmalarımızda sık
sık yanımıza gelirdi. Aramız iyidir. Ve sevdiğim bir arkadaş. Zaman zaman
yeni Olgu’da onun da Kutluay’la sürtüşmeleri oldu, o zamanlar da hep
kendimi ona yakın gördüm. Yeni Olgu’da iyi bir yer edindi, sevildi,
tutuldu. O dönemki şiirlerini ‘Omuzumda Puhu Kuşu’ adlı bir kitapta da
toplandı. Şimdilerdeyse Edebiyatçılar Derneği’nin Başkanlığı’nı
yürütüyor. Adamın bu sayede gezmediği ülke kalmadı. İran, Almanya,
Makedonya, Suriye, Lübnan, Kosova, Bosna-Hersek ilk aklıma gelenler.
Neyse bu sayede Türk Edebiyatı’nı da tanıtmış oldu birçok ikili
anlaşmalar imzalayarak. En önemlisi Edebiyatçılar Derneği’ni uluslar
arası düzeye çıkarmayı becerdi 2012 yılından bu yana. Dernek o tarihten
bu yana Dünya Yazarlar Konseyi’nin de üyesi. Gökhan’ın yanında biraz
oturduktan sonra canım sıkılıyor, az ötemdeki Murtaza’ya takılıyorum.
Murtaza Vural. O da çok sevdiğim yakın dostlarımdan biri. Murtaza kadar
Sanatsevenler’le özleşmiş başka insan yoktur. Adam ne zaman gitsem orada.
Murtaza deyince Sanatsevenler, Sanatsevenler deyince de Murtaza Vural
gelir zaten aklıma hala. O da özellikle içki içeceğim zaman ısrarla
aradığım isimlerden biri. İçmesi de sohbeti de çok iyidir. Onunla
Ankara’da keşfetmediğimiz mekan kalmadı gibi bir şey. Şairliğinin
yanı sıra asıl işi soğuk demircilik. Hatta bu konuda yıllarca Hollanda’da
çalışmış bir kişi. Ve oradaki günlerini ‘Terimle Suladım Hollanda
Lalelerini’ adlı şiir kitabında ölümsüzleştirdi. Murtaza Ankara’daki
birçok kişi, birçok şair, yazar gibi Türkiye Yazıları’nın yapısında
yetişmiş bir dostumuz. Burada Ahmet Say’ı anmadan geçmek olmaz. Sadece
Ankara değil, Türkiye’nin birçok seçkin şair ve yazarını Türkiye Yazıları
yani Ahmet Say kazandırmıştır edebiyat dünyasına. Say, edebiyatımızın
Türkiye’ye tanıtılmasına bu anlamda çok büyük katsı olan bir yazarımız,
yayıncımız, abimizdir. Onun edebiyatla başlattığı güzelliği şimdi bir
başka sanat alanında, müzikte oğlu Fazıl Say sürdürüyor. Üstelik Fazıl
sadece Türkiye değil, tüm dünyaya çok büyük katkılar da vererek. ( Bu
arada dostlar arasında yaptığımız bir espriyi söylemeden de edemeyeceğim.
Fazıl müziğe yeni başladığı çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde ondan
söz ederken Ahmet Say’ın oğlu, derdik. Şimdi Ahmet abiden söz ederken,
Fazıl Say’ın babası, diyoruz.)
Fazıl Say’ın bir süredir yoğun siyasi baskı görmesi konusuna gelince,
sanırım bu konuda tek bir söz söylenebilir. Aydınsanız, hele hele sanat
gibi bir alana burnunuzu sokmuşsanız; bu ülkede devlet ve iktidar baskısı
Osmanlı Saltanatı gibidir. Babadan oğla geçer. Bir zamanlar benzer
baskıları babası yaşıyordu. Bunun reddi mirası da yoktur. ( Onurlu bir
mirastır ayrıca…)
Daha önce de söylemiştim sanırım. Bazı mekanların insanların buluşmaları,
bir arada olabilmeleri açısından büyük önemi vardı o dönemlerde . Önemi
ve güzelliği. Sanatsevenler de bunlardan biriydi. Sanatsevenler, Ekspres,
Abdi İpekçi Parkı, Şano, Mülkiyeliler…kimi, hangi saatte nerede
bulacağınız elinizle koymuş gibi belliydi. İnsanlar arasında müthiş bir
iletişim vardı. Sonra, cep telefonu çıktı, iletişim koptu. Biraz da o
güzelim mekanların çoğu kentleşme adı altında ortadan kalktı.
O zamanlar istediğini istediğin zaman buluyordun.. cep telefonu icat oldu
şimdi arada bul. Bir de bazı tipler var, ne için taşıyorsa adam
telefonunu açmıyor ( Gökhan gibi…) Tanımadığı numaraları görünce
açmıyormuş. İyi de üşengeçliğinden telefonun kaydetme özelliğini de
kullanmıyor. Adamı arıyorum. İki dakika sonra mesaj yolluyorum: ‘Gökhan,
ben Semih..aç.’’ Ondan sonra yeniden arıyorum. O zaman açıyor. Neyse, son
bir yıldır normalleşti. Artık açıyor. Herhalde en sonunda kaydetti.
Söz iletişimden ve Gökhan’dan açılmışken, eskiye özgü bir iletişim
yöntemi daha, yine o günlerde kullanılan. Gökhan da dahil olmak üzere
kimi arkadaşlar evlerinin kapılarına iki tane ip sarkıtırlardı. Birinin
ucunda bir küçük defter,diğerinin ucunda da bir kalem. Gelip de
bulamayanlar, not yazsın diye. Anlayacağınız, ‘aradığınız kişi yanıt
vermiyor. Lütfen not bırakınız’ yöntemi o günlerde de kullanılıyordu.
Gökhan’da da bu vardı dedim, onu evde bulmak da olanaksızdı çünkü. Not
bırakmak zorundaydınız. (Ama adam evde çoğunlukla bulunmamakta haklıydı.
Evi ayni zamanda Yeni Olgu’nun da bürosu olarak gösterilmişti. Hemen her
sayısında siyasi ve ideolojik yazılar çıkan bir derginin bürosu da her
zaman ‘davetsiz misafirler’e açık olur. Sanırım, telefon konusundaki şu
an süren ‘ihtiyatlılığı’da o dönemlerden kalma..) Bir kez benim başıma da
geldi. Kitabının çıktığı günlerdi. Bir tane de bana verecekti. Bir gün
aklıma geldi, almak için evine gittim. Yok tabi ki, hemen not yazdım.
‘Kitabı almaya geldim. Kaynatmam’ diye. Sonra da oradan çıkıp şıp diye
Zafer Çarşısı’ndaki çay ocağında buldum kendini…
Kapıya not bırakma yönteminden söz etmişken, o günlerde bir arkadaş
grubunun başına gelen bir anıyı da yazayım. Üzerinden çok zaman geçtiği
için isimleri unuttum, bu nedenle zorunlu olarak sembolik isimler
kullanacağım. Ama olmuş bir olay, asparagas değil. Arayan kişiye Ahmet,
aranana da Mehmet diyelim. Ahmet bir gün Mehmet’in evine gider, bulamaz,
ertesi gün gider, yok, üçüncü gün gider, yine yok. En sonunda kapıdaki
not defterine yazar: ‘Mehmet, üçtür geliyorum, bulamıyorum. Nerelerdesin?’
Birkaç gün geçer, arayan kişi yeniden aynı eve gider. Mehmet yine yoktur.
Kapıdaki nota ise bir ekleme yapılmıştır: ‘’ Mehmet’i biz de bulamıyoruz
Ahmet. Ama merak etme en kısa sürede ikinizi de bulup, öpeceğiz….İmza:
Polis..’’ (Not, ‘öpeceğiz’ sözcüğü de benim değiştirmem…..)
Murtaza’nın yanında da fazla kalmadım. Garip ama hiç de rakı içme günümde
değilim. Tek başıma oturup, ‘cin’lerimle baş başa konuşmaya ihtiyacım
var. Oradan da kalkıp bara yöneldim.
Barın en başındaki tabureye attım kendimi. Barmen arkadaşa siparişimi
verdim. Tam karşımda Azer Yaran, yanında da Hicri İzgören. Azer heyecanlı
heyecanlı şiirde bulduğu Türkçe sözcüklerin, imgelerin uyup uymayacağını
tartışıyor İzgören’le. Sonradan anladım konuyu, Azer’in Rusça’sı çok
iyidir. O günlerde de Rusça şiir çevirisi yapıyordu. Onun üzerine
konuşuyorlar. Biraz sağıma bakınca gözlerime inanamadım. Az sağımda
Sönmez Atasoy oturuyor barda tek başına, aramızda sadece iki tabure
boşluk var. Hani şu ağlaya ağlaya gittiğim oyunun yönetmeni…
Tek başına, biraz dalgın biraz da keyifsiz gibiydi ya da belki de yorgun.
Sonuçta 12 Eylül dönemi…her ara/kara dönemde olduğu gibi böyle dönemlerde
tiyatrocuların başından siyasi baskı ve ekonomik sorunlar hiç eksik
olmaz. Bir de Devlet Tiyatrosuysa çalıştığınız kurum, kurum içi sorunlar
zaten her zaman vardır. Böyle dalgın ve biraz da canı sıkkınca durması
doğal. Aramızda iki tabure boşluk vardı dedim, bir yana geçerek boşluğu
tek tabureye indirdim ‘merhaba’ derken. Biraz da umursamaz bir biçimde
‘merhaba’dedi, gözerli yine önünde. Bir süre geçti, ‘’Yeni Sahne’deki
oyununuza gittim’’ dedim. Yüzü yine önünde, çok da lazımdı dercesine
‘’iyi’’ dedi. ‘’Aslında büyük bir önyargıyla, istemeye istemeye zorla
gittim’ dedim. Dayak yemek için elimden geleni yapıyorum. Tınmadı bile.
Yine başını sallayıp ‘’iyi’’ dedi. Bu kez ‘’Ama müthiş hoşuma gitti. Çok
çok güzel bir oyundu’’ dedim. Üçüncü ‘iyi’yi de aldım. Bir süre daha
geçince ‘’oyundaki o epik öğelere bayıldım. Epik tiyatro değil belki ama,
resmen çok başarılı bir epik tiyatro gibi nefis epik öğeler var’’ dedim.
O zaman biraz duraladı ‘’ne epiği kardeşim. Ben öyle bişey yapmadım’’
dedi. Durur muyum, devam, ben başladım en ince ayrıntısına dek, oyundaki
her konuşmanın ardından oluşan ışık değişimlerini, boncukların kalkıp
inme sırasını tek tek anlatmaya. Oyunu o kadar iyi analiz etmişim ve
ezberlemişim ki neredeyse her sahneyi en ince ayrıntısına dek hatasız
anlatmaya, yorumlamaya başladım. O zaman konu ilgisini çekmeye, özellikle
dinlemeye başladı. Hatta arada sırada ‘’aslında ben o dediklerini bir
anlam yüklensin diye değil, mizansen olarak yapmıştım ama haklısın,
dediğin anlamları çağrıştırıyor’’ diyerek ilgisi gitgide artmaya başladı.
Bu arada hafiften neşelenmeye de başlamıştı. Bir süre sonra da o aradaki
tabureyi de atlayıp, yanıma oturdu. Biz oyunundan başlayıp, bir süre
sonra genelde Devlet Tiyatrolarının sorunlarına, tiyatro anlayışından
siyasi yapıya dek birçok konuda derin bir sohbete başlamış olduk. Bu
arada aramızda da güzel bir samimiyet oluşmaya başlamıştı. Saatlerce
süren, arada cin’lerin de ortama karıştığı, şeytanı ıol çok güzel bir
sohbet oldu aramızda. İnsanlar gitti, ortalık boşaldı, biz keyfimizi hiç
bozmaya niyetli değiliz. En son barmen arkadaş, yarın erken kalkacağını
söyleyerek artık kapatalım dedi de, öyle kalkabildik. Kalkarken cebinden
bir miktar ‘davetiye’ çıkarıp bana uzattı. Onu daha önce başka yerden de
almıştım zaten. Üzerinde ‘rejisör’ yazan özel davetiyeler. ‘’Gerek yok’’
diyerek almak istemedim, ‘’ her oyuna davetiye mutlaka geliyor zaten. Hem
bunlardan da var bende. Gerçekten kullanmama gerek kalmıyor, siz başka
birine verin bunları, bana hiç gerek yok’’ dedim. Hatta, oyunuyla ve
önceki ‘köy oyunu’yla ilgili o gece dedikodu da yaptığımız için, Devlet
Tiyatrolarına taş atıp gecenin esprisini patlatmayı da becerdim: ‘Hem
sizin oyunlara böyle özel davetiyelere gerek de yok. Gitmeyeni
dövüyorlar.’’ Gülerek zorla cebime koydu davetiyeleri ‘’olsun sen yine de
fazladan git. Bir de benim için ayrıca git. Hele benim oyunlarımı sakın
kaçırma. Hayatımda ilk defa oyunumu didik didik eden bir adam gördüm.
Oyunlarıma muhakkak gel ve geldiğinde de beni gör.’’
Akşam dokuz sularında zoraki başlayan sohbet, çok güzel bir biçimde
sonlanmıştı. İçkinin de etkisiyle hafiften sallanarak Sanatsevenler’den
ayrıldığımızda, sabaha karşı dörde geliyordu.
O dönem gerek tiyatroda, galalarda gerekse de Sanatsevenler gibi
mekanlarda sürdü yakınlığımız Sönmez Atasoy’la. En son 15-16 yıl kadar
önce büyük bir rastlantıyla İzmir Karşıyaka’da karşılaştık. Emekliliğini mi
istemiş yoksa isteyecek mi neydi, ‘’artık buraya yerleştim’’ demişti,
evini de tarif ederek. Ancak sanmıyorum. Çünkü bir süre sonra
televizyonlarda özellikle tiyatrocuların ön plana çıktığı dizi filmler
furyası başlamış o da dizilerin aranana bir oyuncusu olmuştu.
Karşıyaka’daki o ayaküstü görüşme, onunla son görüşmem oldu.
Sonuçta Sönmez Atasoy, benim çok sevdiğim, önemsediğim, değer verdiğim
oyuncu ve yönetmenlerden biridir. Üzüldüğüm nokta bu tür değerlerin
ölümlerinin bile basında ‘magazin’ malzemesi yapılması. Benim için Sönmez
Atasoy kendi adıyla vardır, oyunlarıyla vardır. Hiçbir zaman
canlandırdığı karakterlerle hele dizilerdeki adlarıyla değil. Ama
nedense, ölümünün ardından magazin basınına göre ‘Halo Dayı’ öldü..Bu bir
sanatçıyı bir kez daha, hem de çok kötü bir biçimde öldürmek değil de
nedir?
Aynı durumu Tuncel Kurtiz’de de yaptılar. Orada da nedense basının aklına
Tuncel Kurtiz’in onca sanatçı kişiliği, kimliği değil de Ramiz dayı
geldi.
Söz Tuncel Kurtiz’den açılmışken, bu bölümü Tuncel Kurtiz’le ilgili güzel
bir anıyla bitireyim.
Sanırım sekiz yıl kadar önceydi. Bir grup İzmirli gönüllü arkadaş
Bergama yakınlarındaki Allianoi kazı alanının kurtarılması, oranın yok
edilerek baraj yapılmasına karşı direniyorlardı. Bir süre sonra bu
arkadaşların arasına ben de katıldım. Ve kamuoyunun ilgisini ve tepkisini
çekmek için Allianoi’ye bir gezi düzenlendi. Daha doğrusu orada güzel bir
gece yapıldı. Oldukça da ilgi görmüştü. Kendi olanaklarıyla gelenler,
Bergama ve kuzey Ege taraflarından gelenlerin dışında bildiğim kadarıyla
sırf İzmir’den 4-5 otobüs kaldırmıştık.
Otobüslerin ilk kalktığı, Alsancak’taki Atatürk Lisesi önünde kalkış
saatini beklerken, 9 Eylül Üniversite’sinden genç bir profesör arkadaşla
tanışmıştık. Orada bulunduğumuz süre içinde sanırım daha yeni sigarayı
bırakmış ama canı da istiyor. Bunu fark ettim, arada bir ikram ediyorum.
Allianoi’ye varınca, orada da bir köşeye çekildik, hem sohbet ediyorua
hem de arada bir ona sigara, verilen kokteyllerden içki ikram ediyorum.
Bu arada gelen konuklardan biri de Tuncel Kurtiz. Bizi bir köşede görünce
yanımıza geldi ‘çocuklar, bir sigara da bana verin’’ dedi, hemen çıkarıp
uzattım. Ortam güzeldi, sohbeti sardırdık, Tuncel Kurtiz ayrılmadı,
yanımızda kaldı. Tatlı tatlı sohbet ediyoruz. Bu arada ben de sık sık
sigara çıkarıp uzatıyorum çünkü fazla sigara tiryakisi olduğunu fark
ettim. Yine sigara istediği bir sırada, o sırada yanımda da fazladan 4-5
paket daha vardı. Belki yanımızdan ayrılmak ister, başka yere gider diye,
onu da düşünerek ‘’Abi istersen ben paket vereyim. Yanımda yedek bol’’
dedim. O sırada göz göze geldik. Kahkahayı patlattı. Ben de başladım
gülmeye. ‘’Yok valla yanlış anlamayın. Yanımda gerçekten de fazla paket
var. Size rahatlık olsun diye söyledim’’ dedim. Elini dostça omzuma
koydu. ‘’Biliyorum. Ama çok sağol: Almayayım. Aslında içmemem lazım
sağlık açısından. Doktor yasakladı. ( O zamanlar sağlık sorunları vardı
ve bu nedenle havası temiz diye Kazdağları’nda yaşıyordu.) Paket
almıyorum bu nedenle. Ama gel gör ki zaman zaman canım da istiyor. Hele
böyle güzel bir günde içilmez mi?’’ diyerek yeniden başladı gülmeye.
‘’Onun için sen bana paket verme ama yanımdan da kaybolma.’’
Kokteyldeyiz ya, arada bir içkimiz bittiğinde ben içeri geçip, ne de olsa
ev sahibi sayılırız, içki dağıtan arkadaşları beklemeden gidip kendim
alıyordum içeceklerimizi hem de en özel şişelerden. O zaman, içkisini
alırken takılmadan duramıyordu:
‘’Nereye kayboldun? Hiçbir yere toz olma. Hep gözümün önünde ol. Ver
bakayım şimdi bir sigara…….’’