ÖYKÜ

Hürriyet Bağcı   







GULE


Bu başka bir hikaye. Güzel gözlü Gule’nin hikayesi.

Üniversitedeyken Gule ve Meryem benim en yakın arkadaşlarımdı. Yakın arkadaş olmamıza rağmen onların siyasi çalışmalarından haberim yoktu. O zamanlar okulda sık sık bildiri dağıtılırdı. Bazen de sabah ilk derse girince sandalyelerimizin üzerine konulmuş olarak bulurduk bildirileri. Kim koyuyor bu bildirileri diye düşünürdüm ama çok da doğal gelir, alır okurdum sosyalist üniversitelilerin çeşitli konularda çıkarttığı bildirileri. Okula erken gittiğim bir gündü. Sınıfa girdiğimde, Meryem elindeki bildirileri sandalyelere koyuyordu acele acele. Beni gördüğünde, parmağını dudaklarına götürüp sus diye işaret etti. Çok şaşırmış, sessizce geri çıkmıştım sınıftan. Sonra ne ben ona bir şey sordum ne de o bana bir şey anlattı. Ama anladım ki Gule ile Meryem koyuyorlarmış bildirileri sandalyelerimizin üstüne. Sevgili Gule gece çiçeği, gece açan çiçek. Gözleri şehlalaşırdı karşısındakini dikkatle dinlerken, esmer yüzü hayatın acılarının ateşinde pişmiş kararmış bir çömlek gibiydi; ‘Kararmış Çömlek’. (*) Sevdiğimiz pek çok Türkünün aslının Kürtçe olduğunu söyledi bir gün, gözlerinde şüphe; ‘İnanmayacağını biliyorum ama’ şüphesi. Ben güldüm küçümseyerek; ‘iyi artık’, ‘bu kadar da olmaz’, ‘Türkülerimize sahip çıkıyorlar’ diye düşündüm. Ben emindim bu Türküler ‘bizim’ Türkülerimizdi. Kızgınlığımı fazla belli etmedim. Ama onu sevip saydığımdan kafamda kocaman bir soru işareti oluştu; Araştırdım… Doğruydu; askerlerin söylediği Ay Akşamdan Işıktır Yaylalar Yaylalar ve daha yüzlerce türkünün aslı Kürtçeydi. Asimilasyonun en etkilisi ve acımasızı kültürel asimilasyon; Kürtçe Stran’lar Türkçeleştirilmiş, Kürtçesi de yasaklanınca yıllar içinde ‘bizim’ olmuştu: Türklerin. Öyle şaşırmıştım ki, kalın kabukların altında ışıyan gerçeğin pırıltısını görünce.

Anneni anlatırdın; gülerdik gülerdik… Annen Kayseri’de misafirliğe giderken, beyaz çoraplar giydirirmiş size. Dönüşte kontrol edermiş çorapların altlarını, ev temiz mi pis mi diye. Sen, ben ve Meryem gülmekten konuşamazdık… Zaten seni hep gülerken hatırlıyorum; Kara gözlerinde beyaz bir inci parlardı gülerken, sakin gülüşünün ardında sanki fırtınalar kopuyordu yüreğinde. Kapalı dudakların kocaman bir gülümsemeyle yayılmış olurdu hep. Sessizce gülerdin; sessizce, yürekten coşup geliyor gibi. Bir gün de demiştin ki: “Keşke biraz kompleksli yetiştirseydi annem bizi. Kendinden emin, komplekssiz olduğun zaman insanlar yanlış anlıyor, o kendinden emin halini çekemiyor, kendi kompleksleri rahatsız ediyor onları ve sana acı çektiriyorlar durup dururken” Ama Bazen de benim anlayamayacağım şekilde konuşurdunuz. Kendimi çocuk gibi hissederdim ; bir köşede bebeği ile oynayan, ama dikkatle konuşulanları dinleyen, yorumlayan. Kendimi siyasi konularda yetersiz bulduğumdan katılmazdım konuşmalara. Jargonu da bilmezdim. Devrim tarihi hocasından ben daha yüksek not aldığımda hepimiz çok şaşırmıştık. Hoca Sosyalistti ve çok iyi bir hocaydı. Sınavlarda tek bir soru sorardı, kendi yorumunu isterdi. İster bir sayfa ister on sayfa yaz önemli değildi, kendi düşüncelerini ve yorumunu yazman onun için önemliydi. Onlara sessizce hava atardım, şaşırmış hallerine içten içe gülerdim: “Siz beni küçümsü-yorsunuz ama bakın böyle bir hocadan ve dersten sizden çok not alıyorum” diye. Genç kız olmaya başladığı yaşlarda babasına sormuş: “Ben çirkinim, beni seven erkek olacak mı baba” diye. Babası “Güzellik çirkinlik fark etmez erkekler için, kafalarına bir kesekağıdı geçirilmiş gibi bütün kadınlar aynıdır yatakta” demiş. Belki inanmadığı halde böyle söylemiş, bir ebeveynin çaresizliğinde boğmuş onun kalbindeki yaşam cevherini.

12 Eylül sonrası, aylar sonra bize geldiğinde; tedirgin, yenik, kuşkucu ve çocuktun. Altı ay cezaevinde kalmışsın, işkence görmüşsün. “Takip ediliyorum ama buraya gelirken çok dikkat ettim, üç otobüs değiştirdim atlattım” dedin. Balkona çıkıp baktık gelen giden var mı diye. “Endişelenmeyin” dedin. Endişelenmiyordum çünkü senin yaşadıklarından haberim yoktu. Cüzdanında vesikalık fotoğrafımı taşıdığını bilmiyordum. O gün öğrendiğimde sevinemedim bile. Fotoğrafımı ellerine alıp kim bu diye sormuşlar; Nerde, ne yapıyor, onu da getireceğiz demişler. Sen yalvarmış-sın saatlerce “Onun hiçbir ilgisi yok” diye. “Seni de getireceklerdi oraya ama onları ikna ettim getirmediler” deyip bütün yüreğinle gülümsedin bana.

2000 yılında ben de üç ay cezaevinde yatmıştım. Sendika yönetiminde idim ve F Tipi cezaevleriyle ilgili protestolar dolayısıyla genel merkez ve şube yönetimi gözaltına alınmıştı; dört gün emniyette kaldıktan sonra mahkemeye çıkarılmıştık ve on altı kişiden üçü cezaevine gönderilmişti. Biri de bendim. Yıllardır görüşmü-yorduk ama cezaevinden çıktıktan sonra beni bulmuştun. Benim adımı görünce inanamamıştın ama yine de arayıp bir sormak istemiştin, çok şaşırmıştın: “Üniversitedeyken siyasete uzaktın, çok şaşırdım” dedin. Beni davet ettin Antalya’ya, ben de kabul ettim. Küçük kızımla beraber geldik sana, on gün kaldık; Denize girdik, teknede yemek yedik, gezdik. İyi geldi. Benim kızımın yaşlarında senin de kızın vardı, ikisini de durmadan duşa sokuyordun, hiç üşenmiyordun. Ben ne yaptım hatırlamıyorum. Eşini çok seviyordun; onun ayaklarına masaj bile yapıyordun, kahvesini yapıp getirip dizinin dibinde oturuyordun. Ama onun tavırları hoşuma gitmemişti benim, özensiz davranıyordu sana. Hani kimi seversen, tepene çıkarırsan kendini bir şey sanır, seni beğenmez ya öyle bir durum vardı. Her şeye rağmen, bu değişiklik bana iyi gelmişti. Hava dayanılmaz derecede sıcaktı. Sohbetler ettik, bana olan sevgini hissettim, o günlerde bana değer veren birine ihtiyacım varmış, sen bana değer verdin. Ama Antalya’yı sevmedim, sen mutlu değildin orda. Para kazanmaktan bahsediyordun, daha fazla para kazanmaktan.

Ne zaman bir Kürt hikayesinde Gule ismine rastlasam o sen olursun benim için. Ne çok rastladım! O güzel gözlerindeki son ışık parıltısını da ben söndürdüm belki. Antalya’dan döndükten sonra bir iki telefonda görüşmüştük ama aradan yıllar geçmişti yine. Bir gün beni arayıp 200 dolar istedin. Sesin tedirgindi. Cevabım tepene bir balyoz gibi inmişti biliyorum, iyi değildim ben de. Buz gibi bir sesle ‘Bende yok bulamam da’ dedim. Bunu söylerken: “Bende yok, borç alıp versem geri alamam, hem kimden bulayım, borç bulamam, sonra yine ister eminim. Lüks harcamaları var, benim gibi kıt kanaat yaşamıyorlar” diye düşünüyordum. Şimdi olsa konuşurum; ‘Ne oldu, neden gerekli, geleyim mi yanına ya da sen gelmek ister misin?’ Bunları sorarım ve istediğin parayı bulurum, her ne için olursa olsun bulur veririm. Geri verecekmişsin vermeyecekmişsin hiç düşünmem. Bir daha aramadım bile.

Yalnız bu görüşmeden üç yıl sonra Antalya’ya gittiğimde çalıştığı üniversiteye telefon ettim. Onu görmek istiyordum. Telefonu açan kişi “kim arıyor” dedi, “Üniversite yıllarından arkadaşıyım” dedim. Söylediklerimi oradakilere yavaşça aktardı. Sonra tereddütlü, “bir dakika’ dedi. Bir başkası aldı telefonu. ‘Hanımefendi o buradan ayrıldı’ dedi. Sesinin tonunda suçlayıcı bir şey vardı, arayıp bizi zor durumda bıraktın der gibiydi, anlam verememiştim. ‘Nasıl ayrıldı?’ ‘Başka bir yere tayin oldu.’ ‘Nereye’ ‘Kırşehir’e’ Kadının ağzından zorla laf çıkıyordu; en baştan ‘Gule’nin tayini çıktı, Kırşehir’e gitti’ dememişlerdi, lafı dolandırıp uzatmışlardı. Bu kadar tutuk cevap vermeleri dikkatimi çekmişti. O zamanlar insanların tavırlarını iyi değerlendiremiyordum. Kendi duygularıma, düşüncelerime fazla güvenmiyordum. ‘Bana öyle gelmiştir’ dedim. Ah Gule… Meğer sen çoktan bu dünyadan göçmüş-sün. Antalya’dan döndükten bir hafta sonra, ben hala seni düşünüyordum ki, bir telefon geldi. Tanımadığım bir adam, Ankara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olduğunu, üniversite yıllarından arkadaşın olduğunu, beni de tanıdığını söyledi. İsmi Kenan’dı, onu hatırlayıp hatırlamadığımı sordu, hatırlamıştım. Sen ondan hoşlanıyordun, Kenan'ı görünce gözlerinin nasıl kara kara parladığı geldi aklıma. Aynı bölümdeydik. Kenan'ın sesi; ciddi, mesafeli ve üzgündü, bunu sonra fark ettim. ‘Gule’den haber alıyor musun?’ dedi. ‘Bir hafta önce Antalya’ya gittiğimde onu aradım ama başka bir üniversiteye geçtiğini söylediler, internetten araştırı-yorum ama üniversitenin kadrosunda ismini göremedim’ dedim. O haber alıyor muydu, niye beni aramıştı ki? Duraksayarak cevapladı: ‘Gule ölmüş galiba’... Bir çığlık attım, beynimin içi boşaldı birden, bir şey düşünemedim. Ah… ah… diye inledim. O devam etti konuşmaya. Nasıl olduğuna dair tam bir şey bilmiyormuş, intihar etmiş olabilirmiş, benden bilgi almak için aramış. Ziyaretime gel, dedi. Bilmiyordum hiçbir şey bilmiyordum. İşyerindeydim, telefonu kapatıp kendimi toplamaya çalıştım. Sonra hiç araştırmadım. Böylece öldüğüne de inanmam gerekmedi, inanmadım. Sanki öyle bir şey hiç olmamış gibi unuttum.

O benim için yaşıyor hala… Bir başka şehirde sisli bir uzaklıkta... Şehirlerin parlak ışıklarının gizlediği karanlıklarda…

(*) 'Kararmış Çömlek' Şiir, Yannis Ritsos


dizin    üst    geri    ileri  

 



 31 

 SÜJE  /  Hüriyet Bağcı  /  yirmi bir mayıs iki bin on dört     4