ANLATI

Semih Özcan  





 

GULLİVER DEVLER  /  CÜCELER ÜLKESİNDE


 ‘’KALKIN LAN, FAŞİZM GELDİ! ‘’
                                                                
 - Beşinci Bölüm -

 

'Solaaaaaa dönülecek…….dön!’'

Döndük.

‘'Serbest adım……yürüüüü!’'

Yürüdük.

‘Göçtüğümüz’ savcılıktan dönüşümüzde de koğuşlara gitmemiz yine bu komutla oldu. Anlayışlı insanlar, ellerimizdeki kelepçelerle zorlanacağımızı anladılar, ‘Uygun adım..marş’dan kurtardılar, serbest yürütüyorlar.

Gerek Mamak’ta kaldığımız sürece gerekse daha sonraki yıllarda, askerlik döneminde sık sık karşılaştım bu komutla. İlginç olan Mamak ve askerlik dönemini ayıran o ince çizgiydi. Komut, Mamak’ta ‘solaaaaaa dönülecek…dön..’ diye buyurulurken askerlikte giriş taksimine gerek duymaksızın doğrudan buyuruyordu:

'Solaaaaaa..dön.'

İşin ilginci; o an biz ‘serbest yürüyüş’ düzenindeydik ama uygun adım yürüyüşlerde önce ‘sol, sağ, sol, sağ’ diye yürüyüşe seslendirme yapılırken, bir süre sonra sağ söylenmez, yalnızca sol ayak basıldığında ‘sol’ sözcüğü işitilir.

Anlayacağınız asker ‘sol’a takmış durumda…

'Solaaaaa dönülecek…dön!...'

‘İyi de biz zaten sola döndüğümüzden burada değil miyiz?’ diyor beynim. Sonra da gülüyor. Demek ki yeterince dönememişiz. Kaçırma bu fırsatı. Mamak eğitimlerinde ‘sola dönmeyi’ iyi öğren.

Yol boyunca çevremi gözleyerek bu yeni mekanıma alışmaya çalışıyorum. Öyle ya ilk geldiğimde yadırgamıştım biraz. Her şeye bir mantık, gerekçe aramıştım aptalca. Kafesine, hoş geldin çayına, karlar altında düşürüle kalkıla ayakta durabilmesine, bir yere bir gökyüzüne bakarak sallabaş kafa modasına ve özellikle de sigara kısıtlamasına biraz yabani kalmıştım.

Aaaa bakın burası önemli. Çünkü laf lafı açtı, sigara konusu yarım kaldı.

Demiştim ya, kendi komünüm olan Dev- Yol’dan beş, bir de içinde tanıdık arkadaşlar olduğu için eski köye yeni adet hesabı icat ettiğim ikinci komünüm Kurtuluş’tan da beş sigara, etti on. Bana yetmesi söz konusu bile değil. Hemen yeni arayışlara başladım. Yusuf’un içerde yakın arkadaşım olduğunu söylemiştim. O da TKP komünündeydi. İlk işim ona sigara içip içmediğini sormak oldu. İçmediğini söylediğinde de sevinçten zıpladım. Hemen onun sigara hakkına el koyup koyamayacağımı sordum. ‘Tabi ki, niye olmasın?’ deyince de iyice keyfim yerine geldi. Böylece beş de TKP’den, etti on beş hesapları yapıyordum ki, ‘tamam, bizden de sana her gün üç sigara’ deyince de bozuldum. TKP, üyelerine her gün üç sigara veriyormuş. Gerekçe yine aynı..içerde zaten çürümeye terk edilen insanları sağlıklı tutabilmek. Haklılar.

Aradaki geçit demir parmaklık gece kapalı gündüz açık olduğu için tüm gün, hem kendi kaldığım C1 hem de karşımızdaki C2’ye dolanıp duruyordum, tanıdık arkadaşlarla sohbet etmek için. Tam o sırada bir arkadaş çıktı karşıma. ‘Merhaba Semih, sen ne zaman geldin?’ diye, bir tanıdık daha çıkmıştı Nevzat. Dışarıda bir ara epeyce samimi olduğum bir arkadaştı. Kısa bir hoşsohbetten sonra hemen can alıcı soruyu sordum. ‘Hangi komündesin?’ ‘Dev-Sol’ deyince ‘Ooooh’ dedim, ‘çok çok iyi’.. sonra ikinci soru ‘Nevzat, sen sigara içmiyordun değil mi? ‘ ‘Hayır, içmiyorum’ deyince ben iyice keyiflendim. ‘Bak bu daha da iyi.’ Aval aval yüzüme baktı önce ‘ne anlatmaya çalışıyorsun?’ ‘Ne olacak, sen şimdi kendi sagara hakkını alıp bana vereceksin. Ben burada sigarasız duramam’ deyince olayı çözdü, başladı gülmeye. ‘İyi de ‘ dedi, ‘ben baştan adamlara içmiyorum dedim, şimdi nasıl isterim?’ ‘Amaaan’ dedim, ‘başladım de..yahu daha olmadı doğrudan söyle işte benim istediğimi..’ Neyse, sonunda onu da bağladım. Bağladım da, en kısıtlısı da onlar çıktı. Günde sadece iki sigara. ‘Bana bak sakın siz de sağlık için demeyin. Size ne kardeşim benim sağlığımdan.’ ‘Sen öyle san. Sen şimdi yeni olduğun için sana öyle geliyor. Buradaki insanlar aylardır, yıllardır güneş yüzü görmüyorlar. Günde bir kez havalandırma var, o da yirmi dakika. Kafalarına eserse onu da vermiyorlar. Burada uzun süre kalacak olursan, o zaman anlarsın ne demek istediğimizi..’ dediğinde ise hak vermemek elde değildi. Oradaki arkadaşlara karşı da içimde müthiş bir üzüntü duyarak.

Sonuçta, günde on beş sigarayı garantilemiştim. Artık bununla yetinecektim. Hem yetinmeyip de ne yapacağım? Başka komün kalmadı ki. Topu topu dört tane komün vardı zaten. Ne yani, bir köşede sadece sessizce sinik bir konumda yaşayan faşistlere de bulaşacak halim yok ya. O kadar da değil. (Faşistlerle bir başka konuda ‘teşrik-i mesaim’ oldu. Onu da bu dizinin ilerleyen bölümlerinde yazacağım.)

Herhalde, benim bu tiryakiliğim sayesinde, bütün komünleri sigara haracına bağlayan tek kişi olarak Mamak tarihine geçtim. (Ya da tüm komünlerin başının belası bir ‘doğal üye’leri olarak).  Her sabah kahvaltı eder etmez, emanetleri toplamaya çıkıyordum.

Bu şekilde güzellik de oluyordu aslında. Bütün gün, komünlerdeki arkadaşları dolaşıp, onlarla sohbet ediyordum. Kimi zaman onlarda bulunan kitapları okuyordum. Toplu davalarla ilgili iddianameleri okuyordum. Kısacası, günlerim çok iyi, hiçbir sıkıntı, yılgınlık duymadan geçiyordu. Moralim çok yüksekti. İçimde buraya gelmeme neden olan yaşamım ve dünya görüşüm için en küçük bir pişmanlık yoktu. Orada bulunmam, açıkçası bana hiç zulüm gibi gelmedi. Tek bir gün hariç. O da, dışarıda çok samimi olduğum ve çok da sevdiğim Hasan Hüseyin’in aniden beyin kanaması geçirerek hastaneye kaldırılışını gazeteden okuduğum gün. O an bütün hücrelerimin en derinden cızz ettiğini ve içimde müthiş bir dışarıda olma isteği duyduğumu sözcüklerle anlatamam. Bu konudaki ayrıntıları da ilerleyen bölümlerde yazacağım.

Savcılıktan ‘serbest adım’ koğuşlarımıza dönerken, çevremdeki hiçbir ayrıntıyı atlamamaya çalışıyorum. Askerleri, gözaltındaki diğer arkadaşları, komutları, tel örgüleri, ötelerde dağları, yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlayan güneşi.. tüm görüntüleri uzun uzadıya izliyorum. Artık burası benim birinci adresim olmaya aday bir mekandı. ‘Ya ben biraz durup gideceğim’ modu kalkmıştı. Gözüme batan her şeye alışmak zorundaydım. Bu arada gülümseyen, alaycı gözlerle çevremde karanfil aramaya başladım. Ne alaka demeyin. Karanfilin 12 Eylül’le çok büyük bir bağı var..

***

1980 başları. Ankara’da hem Siyasal’da okuyorum hem de çokluk bizim öğrencilerin barındığı Cumhuriyet Yurdu’nda kalıyorum. Aslında herkeste darbe kuşkusu var ama yine de olayları kanıksamış durumdayız. Bir yandan polis ve asker baskınları, aramalar, öte yandan faşistlerle çatışmalar günlük rutin işlerimiz arasında. Alıştık artık polis ve askerle eğitim yapmaya. Alışmak ne demek, bizlerin yığınla derslere devamsızlığı var, onlar aksatmaksızın giriyor derslere. Hani, kaçırdığın bir konuyu onlara sorsan yeridir.

Büyük amfimizin girişteki ilk sırası faşistlere ait. Ardından bir sıra boşluk. Sonra en az üç sıralık bir polis kontenjanı. Ve yanlarda dizi dizi askerler. Her gün birlikte ders yapıyoruz. Hepimiz alışkınız. Arada bir polis telsizi homurdanırsa, kapat ula şunu protestoları yükseliyor, hepsi bu. Eh, ufak tefek kavgalar, fakülteyi arada bir sloganlarla inletmemiz de işin tuzu biberi. Onlar da olmasa eğitim monotonlaşır.

Cebeci bölgesinde bir ada gibiydik. Kızılay’a giderken Kurtuluş, Kolej faşistlerdeydi, ters yönde Dikimevi de öyle. Tepelerde Abidinpaşa’ysa tampon bölgeydi. Ortada Cebeci olarak bir adaydık ama sağlam bir ada. Siyasal, Basın-yayın, Eğitim Fakültesi ve Hukuk sapasağlamdı. Ve gücü tüm çevreye de yetiyordu. Okulda resmi polis ve asker öylesine çoktu ve alışmıştık ki, biz artık onları ciddiye almıyor, sivilleri tespitle ilgileniyorduk. Hele bir gün çevremdeki sivilleri bir-iki arkadaşa gösterip, dikkat edin, derken, sonradan dibimde bulunan resmi polisleri fark edip, gülümseyerek selamlaşmıştık.

Yurdun da ondan farkı yoktu. Yalnız orada sürekli olarak polis ve asker bulunmazdı..çünkü yabancı madde yoktu. Bulunmazdı ama sık sık baskınlar düzenlenirdi. Gelirler, arama tarama yaparlar, ortalığı biraz dağıtır giderlerdi. Gündüz çok enderdi, genellikle gece olurdu bu aramalar da. Zaten bu nedenle de yurdumuzda nöbet sistemi uygulanırdı. Gece 23-01, 1-3,3-5 ve 5-7 nöbetleri. O zamanlar da aynen şimdiki gibi gece kuşuydum.

Kolay kolay uyumazdım geceleri. Bu nedenle de, gece nöbetinden kaytarmak isteyenler; özellikle de en biçimsiz saat olan 3-5 nöbeti olanlar, fellik fellik beni arar, bulduklarında saatlerce dil dökerler, gerekçe sıralarlardı; günlerdir uyuyamadığımdan tutun da yarın sınavım vara dek… Doğrusu çoğunu da kırmaz, kabul ederdim. Bu nedenle de, hemen her gece 3-5’in gönüllü nöbetçisi olurdum. Kuşkusuz hepsine de yetişmem olanaksız. Her katın ayrı nöbetçisi var, hangi birine yetişeyim.

Fakat şunu açık yüreklilikle söylemeliyim. O zamanki polis ve asker baskısında, 12 Eylüle göre daha olumlu diyebileceğim bir yan vardı. Şöyle ki, genelde, gerek okul gerekse yurda gelen polis ve askerler arasında bir denge sezinlerdim. Diyelim ki asker faşist kafalı mı, polisler daha çok Pol-Der yanlılarından oluyordu.

Ya da asker ılımlıysa, polis de kesinlikle Pol-Bir’den..Örneğin yurt aramalarında, gerçi özellikle kitap ve dergi kaptırmamak için zula yerler varsa da, ola ki, bir taraf, diğer tarafın zoruyla kimi yayınlara el koyduysa, bir şekilde, belirli yerlere koyup, giderlerken de yanımıza gelip fısıltıyla yerlerini söyleyerek gitmelerine çok tanık oldum. (12 Eylül’le birlikte bu dengenin de silindiğini söylememe gerek var mı?)

Bir de 12 Eylül öncesinde aramalarda diklenmek biraz daha kolaycaydı. Örneğin ben, hemen hiçbir aramada zula mula yaratmadım ama hiç de kitap kaptırmadım. Çoğu kez el koymaya yelteniyorlardı hemen kurtarıcı olarak Mümtaz Soysal hocanın ders teksirini gözlerine sokuyordum. Orada Mümtaz hoca, tüm Marksist klasikleri yararlanılacak ders kitabı olarak gösteriyordu. Önce ırın mırın etseler de, istemeye istemeye de olsa, aldıklarını geri bırakmak zorunda kalıyorlardı. Biraz aklı yatmayanlara da, ben söylev çekiyordum ; ‘Sen şimdi, Eczacılıkta okusam dolabımdaki bütün ilaçlara el mi koyacaksın, bunlar benim okumak zorunda olduğum ders kitaplarım ya. Sen bunları alırsan ben sınıfta kalırım’ diye..Böylelikle Marks’ın, Engels’in ve Lenin’in hiçbir ‘ders’ kitabını kaptırmadım.

Günler böyle geçiyordu. Polislere, askerlere alıştığımız gibi geceleri de silah seslerine, bomba seslerine alışkındık. Hemen her gece bomba sesleri eksik olmazdı ama dedim ya sağlam bir kale olduğumuz için biz hiç bomba yemezdik, biri hariç. Bu tür belalar hep de ilginç yerlerde insanın başına gelir. Bir gün tuvaletteyim. Çıkmaya yakın, büyük bir bomba sesi duydum. Alışmıştık artık, ‘Herhalde Niğde Yurdu bombalandı’ diye düşündüm. Ama ses sanki daha yakın ve büyükçe gelmişti. Yok, dedim, Niğde değil bu, Manisa Yurdu gitti. Bize yakındı çünkü. Fakat kısa bir süre sonra burnuma yakıcı kokular gelmeye başlayınca, ula bu bombayı galiba biz yedik, diye apar topar kendimi dışarı attım. Evet, bu kez biz bombalanmıştık. İşte görkemli kalelerin de böyle zaafları vardır. Nasılsa güçlüyüz, kimse cesaret edemez dediğiniz anda ayvayı yersiniz. Bizde de öyle oldu. Yurdun kapısında bir taksi durmuş, adamın biri elini kolunu sallaya sallaya çok rahat bir biçimde arabadan inip elindeki paketi kapıdan içeri atıvermiş. Bu kadar. Bir süre arkası gelebilir diye hiç kimseyi alt katlara salmadık, pencerelere de yanaştırmadık, tarama olasılığına karşı. Neyse, arkası gelmedi. Zaten atılan da sadece bir ses bombasıydı. Ama nasıl ses bombasıysa, dıştaki dev demir kapı iki büklüm olmuş durumdaydı.

Bir yandan olaylarla birlikte ayak seslerini daha net duyuran darbe beklentisi, bir yandan yavaş yavaş havaların bahara doğru gidişi ve bir yandan da kendi içimizdeki bir ara çok kötü konumlara varan çatışmalar (bu konu önemli belki ama hem eski yaraları deşmemek hem de doğurduğu acı sonuçları akla getirmemek adına burada açmayacağım) gitgide, yurtta kalanların sayısını düşürmeye başlamıştı. Özellikle de o yılın Mayıs ayında İstanbul’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin bir sanat festivaline davetliydim. 4-5 gün kaldıktan sonra geri döndüğümde, 612 kişilik yurtta toplam 12 kişi kaldığını gördüm. Duvarlarsa delik deşikti. Bir süre sonra barış sağlandı, yeniden eski günlere döndük ancak içimizde derin bir yara açarak. Yakın bir arkadaşımızı, Şevki’yi yitirmiştik.

O dönemlerde zaman zaman dışarıdan gelen, yer sorunu olan arkadaşlarımızı da yurtta konuk edebiliyorduk. Zaten artık sürekli dolu olmuyorduk. Hemen her gece elimizde boş oda muhakkak oluyordu. Yorgan, çarşaf ve yastıkların bulunduğu odaysa biraz zorlamayla hemen açılıyordu. Zaten baktılar ki başa çıkamıyorlar, yurt idaresindeki görevli arkadaşlar da çoğu zaman anahtarı bize bırakmaya başlamışlardı. Bu anahtar çoğu kez benim elimde de oldu. Bu rahatlıkla, özellikle ben geceleri, uyuyamadığım ve lambayı hiç söndürmediğim için, boş odaları açarak tek başıma kalmaya başladım. Normalde odalar üçer kişilikti. Ama ayrıca her katta bir de beş kişilik bir oda bulunurdu.

Yurda ilk geldiğimde kaldığım oda 112 numaralı odaydı. Oradaki eskilerden bu odanın daha önce Mahir’in kaldığı oda olduğunu öğrendim. Anahtarı da elde ettikten sonra, hoş anahtar olmadığı zaman da tarak ve benzeri cisimlerle kapıları yine rahat açıyordum, beşinci katta, 523 ya da 527, tam emin değilim odayı da kendime ayarlamıştım. Hangisinde yalnız kalabileceksem orada kalıyordum. Beşinci katta kaldığım oda da özel bir seçimdi. Orada da, arada sırada geldiğinde, Deniz’in kaldığını öğrenmiştim.

11 Eylül gecesi işte bu odadaydım. Gece boyunca herhangi bir hareketlilik olmadı önceleri. Sonra gecenin on bir buçuğunda hafiften silah sesleri gelmeye başladı. Balkona çıktım. Sesler Abidinpaşa’dan geliyordu. Tampon bölge demiştim ya, normaldi. Kim basarsa bölge onun oluyordu.

Sonra saatler on ikiyi göstermeye başladığında, yani 12 Eylül’ün ilk dakikalarında, silah sesleri şiddetini arttırmaya, aralıksız arka arkaya gelmeye başladı. Araya iki de bomba sesi karıştı, makineli tüfek sesleri de.. yarım saat kadar suskunluk. Sesler yine başladı. Çok şiddetli bir çatışma yaşandığı belli. Silah sesleri susmak bilmiyor. Kısa bir süre sonra yine sustu.

Saat 2 civarlarında öncekilerden de çok daha gürültüyle yeniden başladı silah sesleri. Aralıksız tarama sesiydi şimdi gelen.Yeniden balkona çıktım. Sesleri daha net duyabiliyordum artık. Bu arada, kulağıma mekanize sesler de gelmeye başladı. Önce panzer sesi sandım. Büyük bir çatışma çıkınca polis bölgeye el koydu, diye düşündüm.. bir yarım saat kadar sonra, yeniden balkondayım. Silah sesleri, otomatik olarak hiç kesilmeksizin sürüyor. Resmen bir savaş yaşanıyor gibi ortalık. Mekanize sesler daha da güçlendi. Onları da net olarak duymaya başlamıştım. O an fark ettim, bunlar panzer sesi değildi. Düpedüz tank sesleri sokakları inletiyordu. Hayır dedim, polis değil, asker var bölgede. Sonra tankların sesi de silahlar gibi gitgide arttı. Bir aralık dikkatli bakınca, sokak aralarından tankların silüetini de görmeye başladım. İşte o an kafama dank etti. Bu kadar asker, bu kadar tank hiçbir siyasi çatışma için gelmez. İçeri koşup radyoyu açtım. Saat üç civarı. Radyoda hiçbir gariplik yok. Normal yayınını yapıyor. Ama benim de kuşkum yok. Geleceğini bas bas bağıran darbe, geldi. Kulağım radyoda, gözlerim Abidinpaşa taraflarında, gelişmeleri izliyorum, olan biteni çözmeye çalışarak. Yarım saat kadar balkonda ayakta izledim durdum. Silah sesleri yavaş yavaş azalmaya başladı. Silahlar sustukça tank sesleri artıyordu. Ama hala radyodan en küçük bir bilgi yok. Üstümü değişmeden öylece uzandım yatağa, bir yandan da radyoyu dinliyorum. Kısa bir süre öylece kaldım. Değişen bir şey olmayınca, uzanmışlığın da verdiği hafif ağırlıkla uyuklamaya başladım. Yok bir şey herhalde, diyerek radyoyu da kapattım. Ama yine de ne olur ne olmaz diyerek, üstümü değiştirmedim. Saat üç buçuğu beş on dakika geçiyordu.

Bir süre sonra uyandırıldım. Kapı kırılırcasına çalınmadı, kırıldı. Küt diye kat nöbetçisi arkadaş daldı içeriye. ‘Kalk, kalk’ diye bağırarak. Saate baktım. Sabah beşi on geçiyor. Darbenin duyurulduğunu anladım. Yine de gülümseyerek sordum: N'oldu?’ Başladı bir büyük heyecanla anlatmaya: ‘Meclis feshedildi. Parti başkanları gözaltına alındı. Türkeş kaçtı..’Baktım konuşma dur, duraksız sürüyor. ‘Darbe oldu yani..’dedim. Ben ne diyorum dercesine baktı, ‘hııı’ dedi. ‘Ula öyle desene, iki saattir ne diye, sonuçlarını anlatıp duruyorsun. Darbelerde o dediklerin zaten olur. Sonra, biraz da böbürlenerek yüzüme baktı. ‘Sen nasıl oldu da duymadın? Hiç uyumazsın da bu gece mi uyuyacağın tuttu?’ ‘Hayır‘ dedim, ‘az önce yattım. Sabaha kadar Abidinpaşa’da çatışmalar oldu, duymadın mı? Ordu bir sürü tank yığdı oraya. İlk önce orayı dümdüz ettiler.’

Sonra da fırladım yataktan. ‘Hadi yürü, hemen yurdu ayağa dikmemiz lazım. Sen buradan ben aşağıdan, gerekirse bunun gibi kapıları kır, ayakta görmeden hiçbir odayı es geçme.’

Uçarcasına indim aşağıya. Önce benim ana odam, 112’den başladım. O gece orada Taha yatıyordu. Kapıyı yumrukladım ve başladım bağırmaya ‘Kalk’.. İçerden Taha’nın sesi duyuldu. ‘Yuuuh.. kırsaydın. Çekil git başımdan, sabah sabah belanı arama.’ Bu kez yumrukların yanı sıra tekmelemeye de başladım, ‘aç kapıyı. Bela geldi zaten.’.. Hışımla kalktı bana söylene söylene, bir yandan da bağırıyor ‘şimdi dağıttım yüzünü’.. Kapıyı açtığı anda, yüzümü dağıtmama izin vermeksizin ittirerek daldım odaya ‘Kalk lan! Faşizm geldi’. Afalladı. ‘Nee?’ ‘Ordu yönetime el koydu.’ O anda şaşkın ve ayakları ellerine dolaşarak sağı solu kurcalamaya başladı. Bir sürü kordonlar, madeni cisimler çıkardı. Birinin fişini birine, diğerini diğerine takarak, o garip aletten ses çıkarmaya becerdi. Hem de bangır bangır. Radyoymuş. Kenan’ın sesinden anladım.

Hemen diğer odalara geçtim. Tepkiler genellikle benzerdi. ‘Kııır, yuuuh, noluyor lan?’ türü meraklı sorular karşısında, şimdi bana ilk söylendiği gibi, meclisin feshinden, liderlerin tutukluluğuna giden süreci anlatsam, bu uyku mahmurluğuyla nasılsa anlamazlar. Ben olayı kısaca özetleyen sözü haykırıyordum, her yıktığım pardon çaldığım kapıya: ‘Kalkın lan! Faşizm geldi’.

İşimiz umduğumdan da kısa sürdü. Zaten her odanın kapısını çalışta, sekiz oda birden yataklarından zıpladığı için ve her uyanan da benim uyandırma yöntemimi diğer odalara uygulamaya kalkıştığından 3-5 odayı uyandırmamla koskoca yurt bir anda zımba gibi ayağa dikilmişti.

Yıkanmalar, giyinmeler, ne olur ne olmaz diye zula yaratmalar, ayaküstü strateji oluşturmalar yarım saati bulmamıştı. Tüm yurt aşağıda kantinde toplanmış, gerek televizyondan gerekse çevreden gelişmeleri anlamaya çalışıyorduk. Bir süre sonra, tek bir fırının nöbetçi olduğunu, bölgelerden, yurtlardan belirli temsilcilerin asker gözetiminde giderek belirli sayıdaki ekmeği alabileceğimiz bilgisi geldi. Giden ekibe kendimi de kattım, attım kendimi dışarı. Ortalık asker, cemse ve tank kaynıyordu. Bu özel ekmek izni dışında zaten sokağa çıkmak yasaktı. Yaşam bir anda ters yüz edilmişti.

Dikimevi’ne Cumhuriyet ekmek fırınının önünde tek sıra dizildik. Upuzun bir kuyruk vardı. Faşizm döneminde ekmek için Cumhuriyet kuyruğuna girmiştik.

Kuyruk uzun olduğu için ister istemez aramızda sohbetler yaratıyor, gelişmeler hakkında fikir yürütüyorduk. Önümüzde yine okuldan bir kız arkadaş vardı. Bir ara bize döndü, ve bütün zamanların en kazık sorusunu sordu. ‘Ya, bir şeyi anlamadım. Milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırıldı dendi. Yani ne demek şimdi bu?’ Soru, yanımdaki arkadaşla bana gelmişti ama, ben böyle çalışmadığım yerden gelen sorular karşısında rezil olmayayım diye başımı yanımdakine çevirdim, gülerek. ‘Al, buyur. Yanıtla da göreyim’ dedim. Kıza bir garip gözlerle baktı, baktı, sen nerden çıktın sabah sabah, dercesine. Sonra da parmağının ucuyla hafifçe itekleyerek kıza dokundu. ‘Demek ki dokunacaklar’ dedi. ‘Heeee’ dedi kız, ‘şimdi anladım.’

Ekmeğimizi de aldık, geldik yurda. Dışarı çıkabilmemiz söz konusu değil. Dışarı çıkma yasağı var. Mecburen yurttayız. Ben hariç.

O dönemler özellikle doktorlar ve hastane çalışanlarından epeyce fazla ve iyi çevrem vardı. Daha sonra basın yaşamımda bu çevre ve etkinlik daha da arttı. Bu nedenle gerek dost gerekse akraba ve yakın çevremde, tüm sağlık sorunları olanlar bana geliyordu. Anlayacağız başı ağrıyan da kıçı ağrıyan da beni buluyordu. O gün de kural değişmedi.

Nezihi, İzmir’den bir arkadaştı. Ama İzmir’de değil, Ankara’da tanışmıştık. Anormal derecede içine kapanık biriydi. Kimseyle konuşmaz, ders çalışmak ya da kitap okumak için gittiğimiz etüd odalarında bile sigara üstüne sigara içer, saatlerce düşünceli düşünceli dalar giderdi uzaklara. Bir ara bununla tanıştım. Hiç konuşmayan o adam nedense beni sevmiş, bana güvenmiş ve okulda ve yurtta yalnızca benimle konuşur olmuştu. Psikolojik bir sorunu olduğu kesindi. Bunun kendince haklı nedeni de vardı. İzmir’de bir süre önce faşistlerden bir dayak yemiş ve ayağı çok kötü durumdaydı. Tek bana güvenirdi.

12Eylül günü, öğleyi biraz geçe geldi yanıma. Çok kötüyüm, dedi. Ayağı dayanılmaz bir şiddette ağrıyordu. Gösterdi. Tek sözcükle kimsenin kolay kolay bakamayacağı, çok kötü hatta biraz da iğrenç bir görüntü vardı karşımda. Tamamıyla kangren olmuş, yer yer mosmor yer yer de kan lekelerine bürünmüş, sözcüklerin anlatamayacağı bir ayak. ‘Hadi yürü’ dedim, hemen. ‘Gidiyoruz’. Önce sokağa çıkma yasağı var diye karşı çıkmak istedi, takmadım. Omzuma yaslandı, yavaş yavaş Dikimevi’ne Ankara Hastanesi’ne doğru yola koyulduk. Yolda bizi gören askerler ve tanklar dikkatli dikkatli bakıyorlardı. Bense aksine görmelerini istiyor, birinin iyilik edip bir arabayla götürmesini bekliyorum. Ama nerde? Yasak zamanında taksiler de çalışmadığı için, zar zor yavaş yavaş hastaneye gelebildik. Anormal bir kalabalık vardı. Alınmadık. Orada biraz sağa sola diklendim. Sonunda bir arabayla Hacettepe’ye gittik. Nezihi yolda sürekli karşı çıktı, Hacettepe o zamanlar özel hastaneler gibiydi, para isterler, para yok, dedi. Olsun, dedim. Hallederiz. Benim de en çok tanıdığım Hacettepe’deydi. Hastaneye geldik. Ben gerçekten de bir iki tanıdık gördüm. 10-15 dakikaya kadar çağrıldık, muayeneye girdi. Dışarıda bekledim. Sonra, acilen hastaneye yatmalı dendi. Kabul ettim, hiç ona sormadan. Sonucu bekledim. Bir süre sonra başhekim beni yanına çağırdı. En az 2 aylık bir hastane tedavisinin şart olduğunu, durumunun iyi olmadığını söyledi. Ancak, diye de ekledi. Normal odalarda yer yokmuş, mecburen paralı odalara vereceklermiş. Paramız olup olmadığını sordu. Kaç para dediğimde de on beş bin, dedi. Bu o dönemler özellikle de bir öğrenci için çok büyük bir rakamdı. Orta düzeyde hatta iyice sayılabilecek en az 3 aylık memur maaşına denk bir paraydı yanılmıyorsam. Yok, dedim.. Tek bir çare var dedi, benden senet imzalamamı istedi. Kabul ettim. O gün orada on beş bin liralık senet imzalayarak onu hastaneye yatırdım. Tek umudum ailesini bulup, durumu anlatmaktı.

Uzun bir süre bulamadım da. Sonra yaklaşık 1 ay kadar sonra, annesi beni Maç kıraathanesinde buldu, teşekkür etti, ben de rahatlamış oldum.

İşte 12 Eylül’ün ilk sokağa çıkma yasağı benim için böyle geçti.

Nezihi’yi 1 hafta kadar sonra ziyarete gittim. Salonun bir köşesinde gezinirken gördüm. Yanına gitmek istedim. Karşıdan, beni görür görmez irkildi. Gelme, diye bağırmaya başladı. Müthiş ürkmüştü. Anlayamadım, yaklaşmaya başladım. Çevredeki hastabakıcılar engelledi, şu an gitmeseniz iyi olur, dediler. Sonra olan biteni bana açıkladılar. Ayağındaki ağrının artmasıyla, psikolojisi de altüst olmuştu. Ve konulan teşhis, şizofreniydi.

4-5 gün sonra da ikinci hastamız oldu. Bu kez Naim hastalandı bir gece vakti. Hem de gece yarısı, gündüz sokağa çıkma yasağı aşamalı olarak kaldırılmıştı ama gece sürüyordu. Naim, Ankaralı arkadaşlar bilir, Kitap Kurdu’nu açan arkadaş. O da 12 Eylül dönemini şiirleriyle ve kısa öykü nitelemesiyle küçük notlar halinde anılara döken arkadaşımız: Naim Kandemir. Tam gece yarısı Naim’de müthiş bir ağrı başladı. Karın ve mide bölgesinde. Adam ağrıdan kıvranıyor. Tabi, her zaman olduğu biz onu unuttuk, hastalığını teşhis etmeye çalışıyoruz. Kimimiz apandisit diyor, kimimiz mide kanaması, çorbada benim de tuzum olsun diye ben de böbrek taşı ya da rahatsızlığı teşhisi koydum. O an hepimiz doktoruz ya… sonunda içimizden biri uyandı ‘yahu adam ölüyor, birimiz acilen ambulans çağırsın’. Bu işi de gönüllü olarak ben üslendim. Ama, 12 Eylül dönemi. Tanıdık, torpil geçmiyor. Hacettepe başta olmak üzere üst üste üç hastane aradım, üçünden de aynı yanıt. Boşta ambulansları yok. Son olarak hiç ummadığım halde, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın acil durumlar için verdiği telefonu aradım. Ben bir albayım diye bas bas bağıran tok bir ses çıktı karşıma, ‘alooo, ne var?’ Durumu anlattım. Hastanelerin ambulans göndermediğini ama hastanın durumunun çok kötü olduğunu da özellikle söyledim. İlk söylediği söz ; ‘Bu saati mi buldunuz hasta olmak için. Kardeşim sokağa çıkma yasağı var. Bilmiyor musunuz? ‘ Kafam attı, bu kez ben ses tonumu yükselttim. ‘Ben biliyorum da hastalık bilmiyor. Söylerim, bir daha bu saatlerde ortaya çıkmaz.’ Bu tavrım biraz işe yaradı. Önce, nüfus bilgilerimi tek tek sordu ben de tek tek yanıtladım. O zamanlar henüz sicili temiz çocuklardandım. Biraz durdu, birden ses tonu yumuşadı. ‘Bekleyin gönderiyorum’ dedi. Gerçekten de 5 dakika içinde üç ambulans birden geldi. Önce Hacettepe, sonra Ankara Üniversitesi, üçüncü olarak da askeri hastaneden. Biz Hacettepe’yi seçtik, diğerlerini geri gönderdik.

Neyse, yaklaşık 45 dakika sonra Naim, şen şakrak geldi. Karın bölgesinde gaz birikmesi olmuş, geldiğinde ise çok rahat, sağlığına kavuşmuştu.

12 Eylül günlerimiz işte böyle başladı. Başlarda hiçbir yaramazlık yoktu. Bu zaten 12 Eylül’ün 12 Mart’a göre çok daha sert olduğunun da bir kanıtıydı. Bunu Kenan Evren, darbeden bir yıl sonra bir radyo- televizyon konuşmasında da açıkça söylemişti ‘Biz 12 Mart’ın yaptığı hataları yapmadık’ diye. Doğru söylüyordu. 12 Mart gibi, gelir gelmez önceden mimlediği belirli kişileri hemen içeri tıkmamıştı örneğin.. Yavaş yavaş, sessiz ve derinden ama herkesi tıkmıştı zamana yayarak. 12 Mart gibi gelir gelmez üniversite hocalarını içeri atmamıştı örneğin, ama bir 1402 yaratmıştı ki, hem hocalar hem de toplum olarak ölümden hiçbir farkı yoktu.

Benim için de başlarda değişen bir şey olmadı. Ben yine gecelerin gönüllü nöbetçisi olmak zorundaydım. Çünkü nöbetler aynen devam ediyordu. Eskiden biz faşistlere karşı önlem olarak tutuyorduk. Şimdiyse 12 Eylül askerliği beynimize kazımak için zorla tutturuyordu.

Şimdi, kızmaya başladınız biliyorum. ‘Hani karanfiller, karanfiller nerede? 12 Eylül’le karanfillerin o çok yakın bağlantısı nerede?’ diye sorup duruyorsunuz sinirle. Hemen söyleyeyim. 12 Eylül’ün fon müziğinde.

Balık hafızalı bir millet olduğumuz için, şimdi kime sorsak, hemen 12 Eylül’de en çok çalan parçanın Hasan Mutlucan’ın o hamasi kahramanlık türküleri olduğunu söyleyecektir. Geçiniz. Alakası yok. O, 1. ve 2. Kıbrıs çıkarmaları sırasındaydı. Hani, aksine Hasan Mutlucan 12 Eylül’de hiç çalmadı diyeceğim de, o gün öğleden sonra 1-2 kez çaldılar sadece, hani ayıp olmasın hesabı. Ne de olsa ordu, ‘iç ve dış düşmanlara karşı’ idareye el koyuyor ya. Ama onun dışında Hasan Mutlucan 12 Eylül’de yoktu. Meraklısı o günün ve devamının TRT kayıtlarını bir yerlerden arayıp bulsun, herhalde vardır. Hemen her Kenan Evren konuşmasının ya da MGK bildirisinin öncesinde ve sonrasında sürekli, ama sürekli olarak, yüzlerce kez çalınan, 12 Eylül’ün felsefesini yüzlerimize haykıran tek bir parça vardı sadece 12 Eylül’le özdeşleşen. Lütfen, o günleri yaşayanlar, belleklerinizi iyi yoklayın. O parça da şuydu:

‘Karanfil oylum oylum

Geliyor………………..’

                                                            - sürecek -



dizin    üst    geri    ileri  

 



 23 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi bir mayıs iki bin on dört     4